25 Mayıs 2009 Pazartesi

AZİME AKBAŞ YAZICI’NIN TÜKENMEYEN RENK VE İMGELER DÜNYASI

(NefesTen, Azime Akbaş Yazıcı, Nisan 2009, 136 sayfa)

Sanat, evrene yepyeni biçimler kazandıran olağanüstü bir çaba… Sanatta farklı bakış açıları, sıra dışı anlatım biçimleri ve yepyeni teknikler denendikçe, sanat denen bu güzellikler bütünlüğü, sonsuzluğa açılan bir pencereden bakmak gibi gelir insana… Sanatın sınırsız ve tamamlanmayan bir kavram olduğunu; sanatın bir dalında yoğun emek veren bir sanatçının, başka dallarında da yepyeni güzellikler yaratabileceğini düşünürüm. Çünkü sanatçı, sıradan insandan epeyce farklı olan algılarıyla, farklı görme biçimleriyle, kullandığı malzeme ne olursa olsun; onu yaratıcı enerjisi ile yeniden şekillendirir, yepyeni dönüştürümlere uğratır. Bazen renklerle, figürlerle, şekillerle bize görselliğin içinde yepyeni imgeler sunar sanatçı; bazen de sözcüklerin büyülü imge dünyasına açılıp, oradan yepyeni sanat yaratımları çıkarır.

Bu bağlamda, resim sanatıyla edebiyat sanatının buluşması heyecan verici örnekler oluşturuyor. Ressam Azime Akbaş Yazıcı’nın resimlerinde renklerin ışıltısında, figürlerin hareketliliğinde şiir dizeleri de duyumsanıyor. Resimlerin içindeki bu şiiri Nefes’ten’deki şiirsel yazılarına aktarıyor sanatçı. Böylelikle, renkler dünyasındaki imgelerini yazın sanatının imgeleriyle buluşturuyor. Azime Akbaş Yazıcı’nın yüreğindeki imge esintilerinin yazılarına da yansıdığına; sanatçının, içinden şiirin, anıların, yaşanmışlıkların geçtiği metinler kaleme almış olduğuna tanık oluyoruz. Sanatın büyüsünün, kitabındaki yazıları da şekillendirmiş olduğunu görüyoruz. Görsellik, bu yazınsal metinlerin odağında yer alan başat kavram olarak dikkati çekiyor.

Azime Akbaş Yazıcı’nın metinleri deneysel sanat ürünleri olarak ön plana çıkıyor. Günümüzün edebiyat anlayışı da deneyselliğin üzerinde akıp gidiyor. Modernizmden postmodernliğe evrilen yazınsallıklar, herhangi bir türün içinde tutsak kalmadan dile geliyor. Azime Akbaş Yazıcı’nın metinleri de deneysel/yazınsal birer çalışma… Önceden belirlenmiş ve sınırlandırılmış bir kavram ya da tanımın dar kapsamına sığmayan yazılar. Hem şiir hem düzyazı şiir ya da şiirsel metin… Eskilerin “mensur şiir” dedikleri tarza oldukça yakın duran metinler… Bazen yaşamdan, yaşanmışlıklardan ve anılardan besleniyor bu yaratıcı metinler, bazen de sanatın en derin, en soyut, en karmaşık imgelerinden… Yazar, sevgi dolu bir tutumla, yalın bir dili bu imgelerin çevresinde koza gibi örüyor ve sözcük kelebeklerini anlam okyanuslarına açıyor…
Azime Akbaş Yazıcı, bence her şeyden önce şiiri gözetiyor; şiir, onun evrenini oluşturan ana kaynak. İmgelerini şiir dünyasından alıyor, onları düzyazının olanakları içinde değerlendiriyor. Bazen bir anıyla -mesela, Nezihe Meriç’le, Pippa Bacca ile- buluşuyor bu imgeler; bazen bir çocuğun gülümsemesinde, bazen de bir “ay kedisi”nin gözlerinde uçuşuyor… “ay saklarsa yüzünü/masalsız ölür çocuklar” dizesinde, çocukların masal ve düşlerinin ay’ın solgun yüzündeki görünümlerini dile getiriyor. Ay’dır her gece çocukları düşler ve masallar diyarına götüren gizemli varlık. Karanlığın çöktüğü geceler, çocukların masalsız öldüğü zamanlardır; yıkıp yok eden bir depremin koynuna yuvarlanıp masalsız ölüşü, masalsız kalışıdır çocukların…
Yeryüzündeki her şey çocuklar içindir aslında; çünkü onlar dünyanın umududur. Azime Akbaş Yazıcı, kitabında çevre felaketlerine dikkat çekmek ve çocuklara daha güzel bir dünya bırakabilme konusundaki duyarlılıklara okuru yoğunlaştırmak amacıyla, bölüm başlarındaki üst metinlerde çevre duyarlılıklarını işliyor. Bu metin adacıklarının etrafında, çocuk düşlemleriyle dolu öteki tüm şiirsel metinlerini toplayarak, onları birer sevgi yumağı halinde örüyor. Kitabın iç kurgusunun, kendinden önceki formları aşan sıra dışı niteliği, tam da bu noktada doruğa ulaşıyor.
Ruh ve beden; yaşam ve insan diyalektiği üzerine kurulmuş bir anlatı NefesTen. Çocuk gözlerinden hüzünlerin geçtiği şiirler, şiirsel metinler yer alıyor bu kitapta. Ölümün bir martı kanadında gelip denizlerin derinliğine götürdüğü çocukların öykülerini içimizde duyumsuyoruz. Mavi balonunu kaybetmiş, ağlayan çocuk düşleri, yaşantılarımıza karışıyor. Solgun ay, bir kedinin gözlerinde inanılmaz anlam derinliklerine kavuşuyor:
“Sus olur kedilerim. Ay kedisi gecelerimden bir değil, yüz değil, bin bir yıldız düşer parmak uçlarıma. Ödü kopar sessiz çizgilerimin.”
“Kan kırmızı giysileri içinde yeşile serecektir kendini. Deli dualarında belki son uykusuna vuracaktır incecik gövdesini. Kulağında kedi sesleri, Akdeniz’in Ege’yi öptüğü deniz fenerinin gölgesinde serilecektir tarih dokumuş taşlara.”
“Ve elbet ay gülümser kedilere bir yerde. Tırnaksız.”
“Gelincik yaylım ateşine girmişken çetin topraklarda, filizlenir kedinin derin yeşil gözleri. Örtülür karanlık. Hepsinden güzel sözcükler dökülür sürgün çiçeklerin. Kimsesiz kediler kırıldı kırılacak tırnaklarının kan acısında ay kedisi olmayı düşler.”
“Aydan düşmeyi doludizgin… Gelincik kızın saçlarındaki her gemi bir balık.”
Görüldüğü gibi, bu metinlerde Picasso ve Dali tarzı bir sanatsal parçalama/soyutlama ya da gerçeğin soyutlanarak ve arındırılarak anlatımı söz konusu. Gerçeküstücü ya da dışavurumcu bir ressamın şiir yolculuğu gibi… Gölgeler, ışıklar, rüyalar ve renklerin dansı… İncelmiş soyutlanmış ve arınmış bir dilin ve farklı görme biçimlerinin metne yansımaları… Sanatların kaynaştığı büyülü imgelerle dolu bir yolculuğa çıkmak gibi, Azime Akbaş Yazıcı’nın şiirsel metinleri…
Sanatçı, resim ve şiir dünyasından taşıdığı yoğun imgelerle, ışık, gölge ve renklerle dolu edebiyat yolculuğunda, bundan sonra da yepyeni yaratımlara açılacağının müjdesini veriyor NefesTen’de...
Hülya SOYŞEKERCİ
RADİKAL Kitap Eki,22.05.2009

7 Mayıs 2009 Perşembe

İSMAİL MERT BAŞAT İLE “BUYRUK ve İTAAT” ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ


Söyleşi: Hülya Soyşekerci

Sayın İsmail Mert Başat, yeni bir deneme kitabınız “Buyruk ve İtaat” Aralık 2006’da Everest Yayınları arasında yayımlandı. Sistemi böylesine derinlikli ve irdeleyici yaklaşımlarla inceleyen yerli kitapların giderek azaldığını gözlemlediğimiz günümüz ortamında, kitabınızın ülkemizin düşünce ve sanat yaşamına hayli zenginlikler kazandıracağından, katkılarda bulunacağından kuşkum yok. Kitabı baştan sona okuyup değerlendirdiğimde kuramsal bir çerçevede yazılarınızın birtakım bölümlere ayrıldığını, kitabın adını taşıyan “Buyruk ve İtaat” başlığı altındaki birinci bölümde iktidar kavramını sorguladığınızı; günümüzün kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerinin yaşamı, toplumsallığı nasıl etkilediğini; bunun sivil toplum örgütlerindeki yansımalarını; ideoloji prizmasında “ben” ve “öteki”yi nasıl şekillendirdiğini; sanat-iktidar ve demokrasi üçgenini; spesifik olarak da Ortadoğu’daki kültürel kozmogonin, mitosların binlerce yıldan bu yana toplumsal bilinçaltına işlediği “buyruk” ve “itaat” kavramlarını sorguluyor ve irdeliyorsunuz. Bütün bu ana başlıklar bağlamında kitabınızın birinci bölümüyle ilgili, genel olarak neler söylemek ve neleri açılımlamak istersiniz?
Birinci bölümün hareket noktası şu: Ne tarihin sonu gelmiştir, ne medeniyetler çatışmasıdır söz konusu olan; ne de küreselleşme denilen şey, emperyalist dönemin sona erdiğinin ifadesidir. Bu noktadan çıkarak, maddeler halinde kısaca söylemeye çalışayım:

a) Emperyalizm, aynen faşizm gibi, kapitalizmin çekirdeğinde vardır. Ekonomist gözü ile bakıldığında, kapitalist sistemin yayılmacı çizgisinin de, faşizmin ambardan çıkartılıverdiği yönetilemezlik krizlerinin de, ilk baştan beri onun yapısal özelliklerinden kaynaklandığını görmek kolaydır.

b) Günümüzde kapitalin global yayılımı ve sermaye alışkanlığındaki siber hız, spekülatif sermayenin sınai sermayenin de önüne geçmesi ile karakterizedir. Bu ise, küresel iktidarın talebidir ve aynı zamanda küresel bir iktidarın kurucu ögesidir. Kapsamı ve niteliği açılarından ise bu iktidar yapılanmasının, klasik iktidar yapılanması ile yetinebilmesi mümkün değildir.

c) Bu yeni yönetsel yapılanma ise, ülkelerin ve toplumların kapital odaklarının isterleri dizilimindeki yönetiminde o klasik, hiyerarşik yönetim modeli yerine, içinden dönüştürme ve yönlendirmeyi öndeleyen ve bu amaçla yaratılan yönetişim ağları üzerinden akan bir yönetim biçimini açığa çıkartmıştır. Dünya Ekonomik Forumu, Dünya Bankası gibi bir dizi “ulus – üstü” yapılarda oluşturulan kararlar ve biçimlenen normatif düzenlemeler, bütün ülkeler için geçerli kılınan standartlar halindedir ve toplumsal yapıların bunlara uyumunda yasama ve yürütme erklerine, otonomileri sağlanan çok sayıdaki “denetleme – düzenleme” kurullarına, yerel yönetimlere ve STÖ’ lere roller biçilmiştir. STÖ’ ler konusunun duyarlı bir konu olduğunu biliyorum; ama onları kullanma girişimlerini ve biçimini sergilemek de, kaçınılmazlık taşıyor. Aynı koşutta, toplumsalın dönüştürülmesi, diyolojik demokrasi, toplumsal uzlaşma, risk toplumu gibi kavramlaştırmaların gölgelemesinde yürütülen uygulamaların dinamiklerini de göstermeye çalıştım.

d) Bu tablonun bütünlüğü içinde görülmesini sağlayacak bir başka parça, faşizm konusudur. Kapitalist / liberal söylem herkese, faşizmin bir yol kazası olduğunu ve artık tarihin çöplüğünde bulunduğu hikâyesini anlatır. Oysa faşizmi şiddet ve vahşet uygulamalarına ve eski görünümüne benzer biçimselliklere indirgemek, liberal söylemle birleştiğinde gözleri vahim bir yanılsama ile örtebilmektedir. Faşizm kılık değiştirmiştir; çünkü üretici güçlerin baskılandığı coğrafya küresel niteliğe taşınmıştır; çünkü politikanın bir aracı olan şiddet artık (açık ve örtük görünümleri ile) politikanın kendisi haline gelmiştir. Bu nedenle, “süreğen faşizm” konusunu gündeme getirmeye çalıştım. Bunun bir yansıması ise hemen bütün ülkelerde, klasik devlet yapısında ayrı işlevleri olan polis ve asker güçlerinin başkaca ögelerle birlikte özel sektörün de yer aldığı yepyeni bir alaşımın içinde kaynaştırılmaya başlanılmasıdır. Bu, benim söyleyişim ile, “polimilitar” güçtür.

e) Bu tablonun tamamlayıcı yap-boz parçalarından olarak kültür-sanat boyutunun önemini ise toplumsal ve zihinsel planlarda işaretlemeyi denedim. Bu konu, küresel iktidar girişimlerinin sessiz ve derinden işletilen bir boyutu olduğu kadar, direnme kültürünün de vazgeçilmez uzamıdır. Son olarak, kitabın ilk bölümünün aynı zamanda, kitabın sonraki bölümlerinde sanat ve edebiyat alanındaki kimi metinlerin anlaşılırlığını artıracağını ve farklı alanlarda olan-biten şeylerin aslında iç-içelik taşıdığını gösterebileceğini düşündüğümü ekleyebilirim.


Son zamanlarda sık tartışılan ve güncel söylemde de yer bulan “ben” ve “öteki” kavramlarıyla ilgili olarak, birinci bölümde şunları dile getiriyorsunuz: “Sahtekarlık inceldikçe iktidar dili, kendi ‘ben’i için değerler matrisi kurmakla yetinmez ve evrensel insanlık değerlerinin talan edip içlerini boşaltarak, o ‘kutsanmış’ kavramların içinden konuşmaya koyulur; bir dizi de ‘öteki’ yaratarak, günü geldiğinde kullanılmak üzere stoklar. Özgürlük, ‘öteki’ni tepelemek ve yağmalamak özgürlüğüdür; kardeşlik emperyal güçlerin ortak çıkar ekseninde , geri kalanlara karşı kurduğu dayanışmadır; eşitlik, muktedirliklerini sürdürebilenler arasındaki tikel oydaşmalardır; serbest rekabet, ötekini sömürebilmenin, zihinlerin ve bedenlerine el koyabilmenin önündeki tüm engellerin kaldırılmasıdır;… bu liste uzar gider.” (s. 96) diyorsunuz. Bu cümlelerinizi açılımladığınızda okur algılama ve yorumuna yönelik olarak ne gibi somutlaştırmalar ya da örneklendirmelerde bulunabilirsiniz? İçinde yaşadığımız hayat, bu cümle üzerinden ne şekilde yorumlanabilir? Bize dayatılmış olan bir hayatı mı yaşamaktayız?

Adalet, eşitlik, demokrasi, dayanışma, özgürlük gibi kavramlar Aydınlanma süreçlerinin ürünleridir ama, Burjuva Devriminin başlarında liberalizmin toplumsal alana sunduğu kendi değerler matrisinin de temel elemanları olmuştur. Ne var ki, egemenliğini kuran kapitalizmin uygulamaları bu değerlerin tam karşıtına dönüştüğünde de kapitalizm, bu değer ve kavramları kanlı ellerini gizleyen birer kadife eldiven gibi kullanmayı sürdürmüştür. Bu nedenle kapitalizmin dünya halklarına karşı kullandığı sözcük, kapsamlı bir yalan sözlükçesi’nden ibarettir. Yakın bir örnek olarak “Biz Irak’a özgürlük götürüyoruz”, diyen Bush ve “Yağmalama özgürlüğünün göstergesidir”, diyen Rumsfield müstehcenlik dozu yüksek de olsa, bu sözlüğün içinden konuşmaktadırlar.

Tirana çalışan küresel bir medya ağının yağdırdığı kontrollu ve kirletilmiş bilgi ile; tüketim toplumu değerlerinin sevgi – dayanışma – üretim – coşku ve direnme temelindeki değerler tablosunu baş aşağı edişini eklersek bu çoklu bombardımanın altında insanların algı prizmalarının deforme edilişini kavramak zor değildir. Kaldı ki, borsalardaki manipülasyonlarla birkaç günde ceplerimizden milyarlarca doların uçuvermesi, ya da eskiden askeri işgal yolu ile el konulan üretim tesislerine özelleştirme adı altında el değiştirtilivermesi gibi işler doğallaştırılıp – sıradanlaştırıldığından, üstelik bu tür haramilikler halka, yoksulluk ve çaresizlikten kurtulmalarının çareleri olarak sunulduğundan, eskiden olduğu gibi alaşağı etmeyi deneyeceğimiz somut, görünür hedefler de puslandırılmış ve algı aralığımızın dışına taşınmıştır. Emek ve değerlere el koyucu haramiliğin en sivri örnekleri, ya da vahşetin en sunturlusu bile yalnızca bir – iki dakikalığına “umurumuzda” olabiliyorsa, “Ne yapılabilir ki?”, ile gelişen aldırmazlık en kalın çizgi olmuşsa, kazanılmış cümle değer ve haklarımızın, emeğimizin karşılığının, çocuklarımızın geleceklerinin, hem de düşünce kimyamızın kapılarını, teslimiyete açmışız demektir.

Sorunuzun sonuncu bölümüne gelince: Elbette dayatılmış ve seçeneksizliğine inandırılmış bir hayatı yaşamaktayız; ama bu dayatma şimdi baskılama ve şiddetin yanısıra, toplumların ve zihinselliklerin içinden dönüştürülmesi yoluyla da zenginleştirilmiştir. Baskı ve şiddete karşı koyup – baş etmenin yolları her zaman bulunmuştur; ama dünya halkları, içinden dönüştürücü mekanizmalara karşı henüz yeterli deneyime ve birikime erişememiştir. Bu, geleceğe dönük bir karamsarlık değil, yalnızca durum saptamasıdır; dünya halkları olarak eylemli bir umudu diri tutmak zorundayız.


Kitabın birinci bölümü içindeki Sanat, İktidar ve Demokrasi adlı kısımda Eski Yunan sitelerinde ‘demos’un halk; ‘kratos’un iktidar anlamına geldiğini belirtiyor ve Atina demokrasisi ile, çağdaş demokrasinin kurumsallaşması arasında yaklaşık iki bin yıllık bir boşluğun bulunmasının dikkat çekici olduğunu dile getiriyorsunuz. Bu noktadan hareket ederek, demokrasi kavramının sorunlu bir kavram olduğuna işaret ediyorsunuz. s.101’de şöyle devam ederek: “Bence bunda garipsenecek bir şey yok; çünkü demokrasi, bu sözcüğün iki bileşeni olan ‘demos’ ve ‘kratos’, yani halk ve iktidar arasındaki gerilimli alanda yer almaktadır. Salıncak kendiliğinden sallanmamakta, tragedyayı güç ilişkileri yazmaktadır. Servet ve kılıçta biriken güç, halkın altından kratos’u söker alır. Her ne kadar demokrasi kavramına dair algı, halk vurgusu üzerinden inşa edilmiş ve bu nedenle iktidar ve güç ilişkilerini örten bir niteliğe sürüklenmiş ise de hayat, iktidar vurgusu üzerinde akmaktadır. Başka bir söyleyişle demokrasi, gerek bir toplumdaki, gerekse dünyadaki güç ilişkileri sarmalına sonuna kadar gömülü bir kavramdır.” diyorsunuz. Demokrasi kavramının sorgulanmasını içeren bu görüşlerinizi biraz daha açıklayabilir misiniz? Özelikle günümüz demokrasileri bağlamında? Bir yanılsama mı içeriyor demokrasi adıyla yaşanlar?

Demokrasi bir doktrin, ideoloji ya da bir amaç değildir. İç içe geçmiş süreçlerdeki kazanımlarla gelişen demokrasi, bir toplumun bileşke olarak kolektif iradesinin ifadesidir. Dolayısı ile demokrasi bir yönetim’ in adı değil, yönetimlerin bir toplumun öz - çıkarlar ile belirlenip – sınırlanan ve o öz – çıkarlar ile koşutluk halindeki hareket uzamının adıdır.
Gelinen yerde ise dünya ülkelerindeki yasama ve yürütme erkleri toplumun yönetimini bu kolektif irade koşutunda değil, gerçek güç odaklarının iradeleri ile özdeşleşerek yürütmektedirler. Bugün hemen tüm dünyada demokrasinin varlığı biçimsel ritüellere ve kavramın kendisi de kitlelere uzatılmış bir yalancı memeye indirgenmiştir. Başka bir söyleyiş ile demokrasi, egemen ideolojinin doktrine ettiği bir yönetim biçimi’ ne, toplumun kapitalin gereksinimleri adına işletilmesinin ince tekniklerine dönüştürülmüştür. Kapital odaklaşmaların mutfaklarında formüle edilen kararlar ve oluşturulan normlar dünyanın tüm ülkelerine yönetişim ağları üzerinden akıtılmakta ve hükümetler de bunun taşeronluğunu yapmaktadırlar. O ünlü “General Motors için iyi olan, Amerika için iyidir” sözü, “tüm ülkeler için iyidir” e taşırılmıştır. Kendi metaforlarını kullanırsak, kapitalin efendileri uzaktan dümeni tutmakta, dünya halkları ise kürekleri çekmektedirler.

“Demokrasi”, bugün kapitalin yalan sözlükçesinin en temel, en çok kullanılan maddelerindendir. Bu çerçevede, sorunuzun son bölümüne çok açık bir yanıt verebilirim: Evet, günümüz demokrasileri bağlamında yaşananlar, demokrasinin barındırdığı değerler karşısında, onun ancak parodisini oluşturabilmektedirler.

Gerçeklerin kazanımı için, verili, belletilmiş ve görünür olan ile yeni uzlaşma yolları açmayı reddederek yola çıkan sanat’ın nesneler ile doğrudan değil, dolayımlamalar yoluyla yoğun ilişkiler kurarak yeni görme ve algılama prizmaları yarattığını ve bunların içinden akarak gerçekleri yeniden kurduğunu ifade ediyorsunuz. “Sanatın zihinselliğimizi özgürleştirici ve zenginleştirici etkinliği, çevrimlemeler yoluyla demokrasiyi de besler. Demos’un kendisinden kopartılan kratos’u yeniden kendinde kılmaya kışkırtır.” (s.110) diyorsunuz. Bunlar bence çok önemli saptamalar. Demokrasi ile sanat’ın yol arkadaşlığını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sanat-demokrasi diyalektiği, direnme kültürü ve sanat hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

Sanat ve demokrasi aynı alt-yapı üzerinde devinirler ama, kendi aralarında bire bir çevrimlemelerden söz edemeyiz; kendi diyalektik dolayımlamalarını başkaca ara katlar ile kurarlar. Ama bu iki farklı yapı, yine de aynı ortak paydada buluşur; her ikisinin de içsel erekleri benzeşir. İnsanları daha güzele, daha iyiye, üretken bir kardeşlik temelinde daha aşkın değerlere ve dingin bir yaşama taşımak amacındaki koşutluklar, sanatı ve demokrasiyi dayanışmacı birer dost kılar. Bu dostluğun akışkanları ise anlaşılacağı üzere, kültür ve iktidar olguları üzerindendir. Kısaca anlatırsam, demokrasi temellenip kurumsallaştıkça sanatçının üzerindeki kısıtlar, yok etmeye kadar uzanan her türden baskılar azalır ve daha özgür bir yaratım ortamı ışır. Demokrasi geriletilip – çökertildiğinde ise bu kez sanat kendisini bir ateş topuna dönüştürür; insana arka çıkan demokrasinin kapaklanan bayrağını devralıp büsbütün dikleştirir; tümceyi Marcuse’dan esinlenerek kurarsak, düzenin hem maddi, hem de toplumun düzene raptedilmeye çalışan algısal temellerine uzatılmış dinamittir artık o.

Ne var ki, günümüzde demokrasinin kazanılmış ve içselleştirilmiş bir değerler sistemi olmaktan çıkartılarak toplum katlarını egemen erk omurgasında buluşturmanın araçlarından birisi kılınmaya çalışılması, uzlaşma ve uyumlandırma mekanizması olarak işlevsellik yüklenmesi, yapısal bir deformasyonu gösterir. Diğer yandan bağımsız sanat alanının kültür endüstrisi tarafından istilaya uğratılması ve bu alanın çok önemli bölümünün kültür endüstrisinin dişlileri arasından yolalabilir duruma girmesi de, sanatın zihinsel ve eylemsel özgürleşmemizi ateşleyen ve besleyen olanaklarının hadımlaştırılması demektir. Sanat çıplak (ve üstelik çıtası düşük) bir beğeni ve tüketim metaına geriletilmektedir. Bu nedenle bugün açık şiddetten çok, içeriden manipülatif yollarla gerilip – eğdirilerek başka akslardan akmaya zorlanan demokrasi ve sanat olgularının yoldaşlık gereksinimlerinin yükselişinden sözedebiliriz. Bu yoldaşlık, ancak bir direnme kültürünün yaygın damarlaşmaları üzerinden kurulabilir; birbirlerini verimli, diyalektik bir beslenmeye taşıyabilir. Ama söylenilmelidir ki, yalnızca demokrasinin söylemsel havariliğinde tutuklu, ya da “tarafsızlık” yalanını sanata kuşandırarak ve yaşamın yerine sanatın içrekliğinde yer tutarak, bu konuda anlamlı hiçbir şey yapılamaz. Direnme kültürü hayatın her alanında ve gerekli her anında, emek verilmiş, dayanışan ve politik bilinci içinde taşıyan düşünsel ve eylemsel tümlükteki itirazlarımızla, ilmek ilmek örgülenebilir. Bunun aksi, sessizce otomatlaştırılmakta bulunuşumuzun içselleştirilmiş teyidi demektir. “Bu da bir seçenektir”, deniliyorsa, ben bu seçenekte yokum. Çünkü otomatların demokrasiye de sanata da gereksinimleri bulunmayacağım biliyorum.

‘Mitoloji evreninin ta başından beri iktidarların politize edici ve itaat üretici manipülasyonlarına maruz kalması’ olgusunu nasıl değerlendiriyorsunuz? İktidar kavramının özellikle Orta Doğu ve eski Yunan mitoslarından gelen boyutunu nasıl ilişkilendirmek mümkündür sizce? Mistisizm Orta Doğu kültürlerinde ve yaşama biçimlerinde direnmeci ruh yerine, uyum ve itaat mı üretmiştir yüzyıllar boyunca; ne dersiniz?

Mit, gizemin, anlamlandırılamayanın ve baş edilemeyenin, yani ürkü – korku nesnesinin evcilleştirilmesi girişimidir. Bir toplumsallaştırma aracıdır. Bilinmezlikler dünyasından çekilip – alınarak yaşanılan toplumsal dünyaya dahil ediliş, simgeleştirmeler yolu ile gerçekleşir. Ama simge, atfedilen ve dondurulan bir anlamın taşıyıcısı olduğundan, olduğu gibi kabul edilendir; yani dokunulmayandır. Bu nedenle bir paranın iki yüzü gibi bu evcilleştirmenin arka yüzü de, “dokunulmazlık”tır: evcilleştirilen, kutsallık halesi ile salınır. Tarihte iktidarlar, bu kutsal dokunulmazlıktan yararlanmak için mitos tanrılarından rol çalmaya koyulmuşlardır. Böylece mitlerden, tanrısal/göksel iktidarın kral ile paylaşılmaya başladığını görürüz. Sonuçta kralın gücü toplumdan önce, tanrılardan gelmiş olur: Mutlaktır ve sorgulanamaz, yalnızca kabul edilir. Gılgamış Destanı’nda kral Gılgamış’ın yalnızca üçte biri insan, üçte ikisi ise tanrı halinde gelişi, geniş kitlelerin zihinselliğindeki semavi iktidar ile kralın iktidarının paylaşılıp – birbirine geçiştiğini göstermektedir. Sonrasında ise bütün sultanlar, krallar ve imparatorlar ya tanrının eli, ya da tanrının yeryüzündeki gölgesi olarak sahne alacaklardır. Bu nedenle iktidarın ve onun buyrultularının kutsanmışlığı teolojik bir bilgiye dönüştürülerek toplumsalın zihnine kazınmıştır. Bu zihinsellikte yeşeren itaat, buyrultunun kendisinden önce mevcuttur, ona önceldir. Açıktır ki bir iktidarın en sağlam ayağı, iktidarın tüm diğer dayanaklarından önce, zihinsellikle kökleşebilen ayağıdır. Ve bugün de, toplumsal bellek üzerinden bu izler sürülmektedir. Tüketim toplumunun, kültür endüstrisinin, eğlence sektörünün medya bombardımanı eşliğinde ürettiği yeni zaman mitleri ise, algı, yorumsallık ve tepkileri tek – tipleştirilmiş bir küresel zihin kuruculuğuna soyunmuş gözükmektedirler.

Doğu – Batı farklılaşmasına gelince, Aydınlanma, zihinsel kabuklaşmaların bin zahmetle kırılışının da hikâyesidir aynı zamanda. Doğu düşüncesi ise (kuşkusuz kimi ayrıksılıklar barındırsa da) genel anlamda, değişimin varoluşun temeli olmasına ve gerçeklerin göreceliliğine karşı, mutlaklığın ve değişmezliğin taş duvarları arasında sıkışıp – kalmıştır. Başka bir söyleyiş ile, bu sıkışmadaki bakış ve algı biçiminin kurucu ögeleri tek’çilik ve mutlak’ çılıktır. Bu kurucu ögeler ise zihinselde teyit ve itaatin dışında akış kanalı bırakmaz. Tek kaçış yolu sufiliğin ve tasavvufun içe yolculuklarıdır ki, bu yolculuğun zihinsel bir zenginleşme ve doyum aracı olması, yolculuğu mutlak olana dokunmak ve onda yokolmak amacının kurduğu gerçeğini değiştirmez. Erişebileceği tek menzil, bireysel kurtuluştur. Yapısındaki naiflik, toplumsal kurtuluşun sıkletini istese de taşıyamaz. Toplumsala yayılan derunilik ve sevgi bağlamı ise, zemindeki itaati okşayarak sabrı beslemekle yetinebilir.

Doğu’da, sanat ve edebiyatın sosyo ekonomik yapıların yanı sıra bu kültürel kozmogoniden, bu ortak bilinç altındaki izleklerden etkileniş ölçüsünü azımsamamak gerekir. Çünkü başkaldıran bir düşünce, yazınsal formlar içinde kendisine yer açtığı zaman bile bu toplumsal zihinsellik içinde, reel yaşama dönüştürücülük getirmek üzere sızabileceği kapıları bulamaz. Öfke ve başkaldırıyı örgütleyemeden şiir, öykü ve masalların motiflemeleri halinde salınır; sonunda zihinde belirebilecek başkaldırı arzusunu yine zihinselde yanıtlayabilen bir tatmine uzanıp – tersine çalışarak, yatıştırıcılık kazanır.

İşte bu nedenlerledir ki bugün “Irak Direnişi”nden değil, birbirlerine karşı kışkırtılan toplumsal yapıların kardeş kavgasından söz edebiliyoruz. Bu kışkırtma dinsel referanslı ve aynı zamanda aşiretsel–cemaatsel mikro–iktidar odaklarının çıkarlarına da yaslı bulunduğundan, sürgitliği iyi hesaplanmış ve dengede tutulabilen bir politikanın ürünüdür. Kardeş kavgasındaki denge bozulur gibi olduğunda ise yukarıdan bırakılan bombalar, bozulan dengeyi yeniden kurmaktadır. Bu kan gölünün görünmeyen derinliğinde ise kapitalin mekanizmaları şıkır şıkır işletilmektedir. Silah sanayii, ulaştırma, inşaat, ilaç, kimya ve hizmet sektörleri, yan sanayiler gibilerini bir an için unutalım; petrol sektöründeki yalnızca kartel mensubu şirketlerin 2006 yılı kârlarının 377 milyar dolara fıkradığını anımsayalım, yeter.
Kitabınızın ikinci ana bölümü olan Sanat ve Yaşam’da özellikle şiir sanatıyla ilişkilendirerek oluşturduğunuz düşünce ve yorumlar ilgiyle okunmakta. Şiir birimi olarak sözcükleri irdelerken sözcüklerin nesnelere bağımlığının kırılışını, modernitenin bir sonucu olarak değerlendiriyorsunuz.“Bu sürecin yani sözcüklerin nesnelerden özgürleşerek çoğalmalarının ve tek anlamlı konumlarımdan kayarak anlam çoğullaşmalarına açık duruma gelmelerinin genelde modern sanatın, özelde de modern romanının ve şiirin ana damarlarından birisini sağladığını söyleyebiliriz.” (s. 140) ifadesinden yola çıkarak modernite ve sanat; şiir ve roman ilişkilendirmesi bağlamında neler söylemek istersiniz?

Av ritüelleri ve şaman geleneğinde güçlü bir şeyin adının alınması, o şeyin gücünün de ele geçirilmesi sayılmıştır. Yani ad, nesnenin kendisidir. Nesne – sözcük özdeşliği çocuğun konuşmayı öğrenme aşamasında da belirgindir; sözcükler, nesnelerin adlarıdır. Bu çizgi, Antik Yunan’ dan 17. yüzyıl ortalarına kadar, yani sanatın upuzun mimesis (taklit) ve temsil dönemleri boyunca belirleyici bir ilkesellik taşımıştır. Sonuçta nesne – sözcük özdeşliği, nesneden üreyebilir imgeyi de, anlamı da tek boyutta raptetmiştir. Modernite süreçlerinde ise akılın dünyanın merkezinde ve zihinsel gözün nesnelerin karşısında konumlanışı, nesneler ile insan arasında eleştirel bir mesafenin doğmasını sağlamıştır. Doğanın görünür yüzünün sabitleşmiş belirleyiciliği yerine, zihinsel gözün belirleyiciliğinin öne çıkması; bir nesnenin birden çok imge ve sınırsızca anlam üretebilirliğinin ayrımsanmasını, bir nesneye tek değil, birden çok perspektiften yaklaşılabileceğinin görülmesini beraberinde getirmiştir. Böylece sanat yapıtı, doğayı taklit ya da ona öykünmekten ibaret sınırlarını, imgelemin sınırsızlığı içinde çatılabilme özgürlüğüne genişletmiştir. Sözcük – nesne bağımlılığından kurtulan şiirin dili de, bu dilin adlardan ve onların betimlemelerinden oluşmuş bir göl değil, nesnelerden özerk olarak bitimsizce çoğaltılabilir sözcükler ırmağı olduğunu kavramıştır. Şematize ederek söylersem, sabitlenmiş anlamlar üzerinden akan simgecilik de, duygu yoğunlaştırma ve boşaltımlarıyla ilerleyen romantizm de bu sayede aşılabilmiştir. Yani sanatçılar, edebiyatçılar, anlam kullanıcılığı’ ndan, anlam kuruculuğu’ na sıçramışlardır. Sanatçının beş duyusundan yansıyan algılarının, aklın mevcut tüm kapasitesiyle birlikte artık zincirlerinden kurtulmuş olan imgelemde harmanlanışı, sanatsal yaratım için sınırsızca çoğul anlamlandırma olanaklarını, duyulmadık – görülmedik nesneler ve dünyalar kurulması olasılıklarını ve onlardan beslenip – onları besleyen tasarımların ve ütopyaların doğumunu barındıran bir okyanus ufkuna kavuşulması demektir. Roman ise, doğrudan modernitenin bir yazınsal ürünü, onun sağladığı bir tür olarak anılır. Süreçleri kesmeden yaklaşırsak, öyküleme, öykünme, betimlemeler ve semboller üzerinden akan uzun anlatılar da aynı nedenlerle, romanın içiçe geçmiş çok katlı akışlarına, çalışan iç dinamiklerin gösterilebilmesine ve çoğul anlamlandırma olanaklarına sıçrayabilmiştir.

Gözden kaçırılan olgu ise, şudur: Modernite projesi, kapitalizmin egemenleşmesi ile birlikte zorunlu olarak kapitalizmin zemini üzerinde devinebilir duruma girmiştir. Bu ise moderniteyi kuran anlam ve değerlerin, varlık nedenlerinin tam da zıddı bir yönde akmaya zorlanması demek olmuştur. Modernite projesi kendiliğinden değil, kapitalizmin çıkarsal değerlerinin motor – güç haline gelmesinden dolayı duvara toslamış ve saçaklanarak kendi üzerine kapaklanmıştır. Post – modern durum denilen, budur. Sanatta da karşılığını bulan post – modernizm ise, bu durum’ dan türetilen ideolojik bir örüntüdür. Bu nedenledir ki güncel anlamda modern sanat, yaratıcılık ve aşkınlığı güdükleşirken, orijinalite buluculuğuna, mucitliğe sığınmış, kendi kuyruğunun etrafında dönelen bir yapılaşmaya gerilemiştir.
Sizce, modern şiir niçin bir “üst dil” değil; “karşı dil”dir? Açıklar mısınız?

“Üst – dil”, ya da “alt – dil” denildiğinde, gündelik dilin versiyonları ile karşı karşıyayız demektir. Seçilerek kendine özgüleştirilmiş, tek ve bildik bir anlamın çağrı kodu olarak simgeleştirilmiş sözcükler, gündelik, sıradan dilin sözcüklerinin de dolgu malzemesi olarak kullanımı ile, özel bir söyleyiş formatına uğratılmıştır. Sözgelimi mahallenin yeniyetme gençlerinde de, metropollerin alt – kültür gruplarında da kendi jargonları üzerinden akan alt – dillerde, ya da iktidarın dili dediğimiz tümüyle ideolojik söylen’in üst – dilinde olduğu gibi. Alt – diller, varolanı biraz eğip – bükerek kendilerine bir kültürel ve dilsel sığınak yaratırlar ama, varolanın sürgitliğine ilişmezler. Örneğimizdeki iktidarın dili ise, varolan düzene ilişmek bir yana, o düzenin pekiştirilmesini amaçlar. Oysa her şiir, “gibi – şiir”leri bir yana bırakırsak, düzen bozucudur. Çünkü şiir anlatılamayanı anlatabilmek için çoğul anlamlandırma olanaklarını kurmak zorundadır. Bunu ise gündelik dilin içinde kalarak, ya da onun bir versiyonunu kurarak başarmak, genellikle olanaklı değildir. Çünkü gündelik dil rutinleşmiştir ve her sözcük tek ve dar anlamın boyutunda sıkışmıştır. Sözcüklerin yeni anlamlandırmalara yelken açabilmeleri, öncelikle gündelik dilin içinde iken taşıdığı anlamından ve toplumsalda o sözcüğün edindiği kendi tarihinden bağımsızlaştırılmalarını gerektirir. Diyelim, bir yontucu yontusuna başlarken toprak, mermer ya da metalden saf malzemesi ile baş başa kalabiliyorsa, şair de sözcükleri önce dilden kopartarak ve tozunu – toprağını silkeleyerek onları, kendi saf malzemesi haline koyacaktır. Bu ise, gündelik dile karşı verilen bir savaşımı gerektirir. Sözcükleri, onlara yapışıp kalan gündelik ve tek – düze anlamlarından arıtmakla ilgilidir bu. Kuşkusuz, sözcüklerin yanı sıra, sözcüklerin gündelik dildeki dizilim almaşıklarının da aşılması gerekecektir. Çünkü her sözcük, tümce dizilimindeki komşu sözcüklerin omuzlarına basarak anlamını görünür kılar. Modern şiirin dili, bu sorunlarla çatışarak olgunlaşır. Bu dili, “üst – dil” de takılarak belirlemeye çalışan bir yaklaşım, modern şiir dilinin de yerleşik dilin içinde aranmaya devam edildiğinin; onun yerleşikliklere karşı bir savaş değil, yerleşik dil içinde estetize edilmiş özgün ve özerk bir seçmecelik alanı olarak kavrandığının ifadesidir. “Karşı – dil” demek ise, yerleşik dil ile ilişkilenimlerin en aza geriletildiği değil, ilişkilerin çatışkılı bir gerilimler alanında alabildiğine yoğunlaştırıldığı bir eylemlilik demektir.

Günümüzdeki eleştiri kısırlığını nelere bağlıyorsunuz? “Kapitalist kültür”den neleri kastettiğinizi, “metalaşan estetiği”; “tüketim için sanat” kavramlarını irdeler misiniz? Bu ortamda sizce eleştirinin nasıl bir işlevi olmalı ve nasıl bir direnme ve dönüşüm yaratmalıdır?

Eleştiri kısırlığı konusundaki yanıtım, oldukça kısa: Kültür endüstrisinin mekanizmaları, bağımsız sanatçı – sanat yapıtı – eleştirmen – yapıt alımayıcısı biçimindeki hattı söküp, atmıştır. Onun kurduğu yeni hat, firmaya angaje sanatçı (firma çalışanı) – sanatsal meta – promosyon ve reklam – müşteri hattıdır. Bu hatta ise, eleştirmene yer yoktur.

“Kapitalist kültür”, diye vurguladığınızı ise kitapta, hem sınıfsal kültür bağlamında, hem de baskınlaşmış bulunan “tüketim toplumu kültürü” bağlamında işlemeye çalıştım. Diğer yandan çalışmamda, “meta estetiği” diye bir kavramlaşmadan söz ettim. On binlerce kullan – at, ya da dayanıklı tüketim nesnesinin haz vaadi, edinme dürtüsü, işlevsellik sözü ve toplumsal statü kuruculuğu ile donanmış formlarının yarattığı estetik yapının, sanattan damarlanan estetik algımızı kaydırmakta bulunduğunu işaretlemeye çalıştım. Tüketime dönük; ya da piyasa için sanat konusu ise, daha 1940’lı yıllarda Adorno tarafından tanılanmıştır. Piyasanın manipüle edilmesi ve bunu karşılamak üzere önceden siparişe bağlanmış sanat(sal) ürünlerin piyasaya sürülmesi olarak, kabaca özetlenebilir. Çünkü kapitalin gözünde para ile takas edilerek kâra dönüştürülebilir her şey metadır, ticari maldır.

Tekrar eleştirmen konusuna dönersek öncelikle eleştirinin, muhatabı ile buluşabilmesi için sanatçının ve sanat alımlayıcısının genelgeçer olanla özdeşleşme kolaycılığına düşmeden, hayatın her alanında olan – bitene ve tüm nesnelere eleştirel bir mesafeden bakabilmesi ve bunu refleks haline dönüştürülebilmesi gerekir. Eleştirmen ise, yani kültür endüstrisinin ürün tanıtım kadrolarında yer almayı içine sindirmeyen, estetik algısı, bilgi birikimi, düşünce sistematiği ve sanatın özgürleştiriciliğine inancı çerçevesinde kendisine aykırı düşmeyen, dolayısı ile ayartılamayan eleştirmenler ise direnmeli ve yanılsama kırıcı, yol açıcı değerlendirmelerini sürdürmelidirler. Bağımsız dergilerin sayfalarını eleştiriye daha çok açmaları, sanat alılmayıcısı ve sanatçı ile eleştirmen arasındaki diyalektik ilişkilerin gelişmesinde, nerede ise bir avuç kalan eleştirmenlerimizin çoğalmasında ve eleştiri mevziinin korunmasında önemli yarar sağlayacaktır.
Egemen dil ve iktidar ilişkisini kısaca açıklar mısınız? Egemen dilin dayatmaları hangi yöntemlerle aşılabilir?

İktidarın dili olarak alıyorum bu sorunuzu. Daha önce değindiğim gibi iktidarın en sağlam ayağı, zihinsellikte temellendirilen ayağıdır. Bu, ikna – rıza – teyit aşamaları üzerinden itaatin içselleştirilmesidir. Bir iktidarın kalıcılığı, bu dile fena halde gereksinir. Bu dil ise, sıradanlaşmış, hepimizin tanıdığı, doğallaştırıldığı için de sorgulanmayan dil örüntüleri ile kurulmuştur. Yeni iktidarlar da bu dili devralır ve kimi zenginleştirmelerde de bulunurlar. Sözgelimi Süleyman Demirel’ in, gençliğimde halkın sırtına peşpeşe vergi yüklerken beliren mırıltıları ve kimi kalkışmaları “Vergisiz devlet idare edilmez”, tümcesi ile nötralize edivermesi, böylesine bir zenginleştirmedir. Biz bize benzeriz, özgürlük harekâtı, milli hassasiyetler, jeopolitik durumun nezaketi, vergi fazilettir, yurttaşlık ödevi, vatan bölünmez, ulusal çıkarlarımız gibi rastgele ve tanıdık örüntüler, bu dilin sıradan örnekleridir. İktidarsal dil, kapitalizmin yalan sözlükçesinin de esin kaynağıdır. Bu dil, gerçeklikleri örtmenin ve kitlelerin başlayan hareketliliğini soğutmanın, onları kutsanmışlıklar karşısında hem yatıştırmanın, hem de düzenle yeniden buluşturmanın ince tekniklerini kullanır. Hele kitleler karşısındaki bir söyleve dönüştüğünde daha da vıcıklaşır, müstehcenleşir. Ama kitlelerin “hassasiyetlerini” gıdıklayıcı ve esriticidir. Kimi zaman gerçekleştirilen bir provokasyon bu gıdıklama işi için önceden kıvamında bir ortam yaratır; dil, hemen ardından bindirme yapar. Hemen herkesi bireyselliğinden sıyırarak kurgulanan coşku ve öfke potasına akıtır; bu potada, tüm sınıfsal ve toplumsal farklılıkların ve tüm düzenbazlıkların, kuytulardaki infazların ve vahşetin, örtülüp – geri plana çekildiği organik bir bütünlük kurulur. Diyelim, özünde sınıfsal kökü olan “kendiliğinden” tepkiler iktidarın dili aracılığı ile “kendisi için”e akıp – birikemeden, “Benim için!” kanalına aktarılıverir ve sifon çekilir.

Anlaşılıyor ki bu dil, Türkiye’ nin göçler, işsizlik, yoksulluk, yoksunluk ve çaresizlikle harmanlanan kentsel zemininde yaygın ve güçlenen bir örgü kurmakta yine başarılı olmuştur.

Bu dili bazen bir şair, birkaç dizesi ile de yenik düşürebilir. Hemen anımsayabildiğim, Can Yücel’ in

kuzu gibi olun diyorlar
büyüyüp ortaya çıkınca
koyun gibi gütmek için,

dizeleri gibi. Kuşkusuz, bu yaygın ve ayrık otu gibi ortalığı dipten sarmış dili açığa çıkartıp çökertmek için çok daha yaygın ve çok daha gür bir sese gereksinilen bir duruma geldik. Bu ses ise temelde, güçlü bir örgütsel yapıdan çıkar. Oysa Türkiye’ de “sol”, yine başarı ile, amorf bir torba haline dönüştürülmüştür. “Derin devlet” organizatörlüğündeki Kızıl Elma koalisyonunun “ulusalcı” kanadı da, jakobenizm ve sivil şapka giydirilmiş militarizm de, CHP’ nin kariyerizm ve oportunizm bataklığı da, 1968 öykünmeciliğinde sıkışan bir dizi grupçuk da, neo-liberal esintilere bağrını açmış “magazinel-popüler” küçük burjuvanın kendi sınıf aydınları da, tikel sorunlarının savaşımını veren marjinal hareketler de, hep birlikte aynı torbanın içinde ve hepsi sol! Sol, marksist düşünce tarafından omurgalanmadıkça ve ağırlaşmış safralarından kurtulmadıkça bu debelenme sürecek görünüyor, yazık ki. Ama yine de hepimizin yapacağı şeyler var. Bizi kendi çıkarları adına ölüme gönderebilen, birbirimizi lince yöneltebilen, kardeşleri düşman kılabilen, faşizmin gereksindiği tabanın harcını karabilen, sıradanlaştırılarak gözlerden ıraklaştırmayı sağlayan ne varsa, her şeyi sorgulamak, yüzleşmek, açığa çıkartıp – sergilemek zorundayız. Nazileri alkışlayıp – uğurlayan coşkulu kalabalıkların insanlık tarihindeki sorumluluk katsayıları ne ise, umursamazlığı ve eylemsizliği sürdürenlerin sorumluluk katsayıları da yarın, aynı olacaktır.

Bu derinlikli söyleşi için teşekkür ederim.

Hülya Hanım, bana bu söyleşi olanağını verdiğiniz için ben de çok teşekkür ederim.

(İLE Dergisi Mart Nisan 2007)