26 Temmuz 2009 Pazar

“NE OLURSA OLSUN BİRBİRİMİZİ TERK EDECEĞİZ”




( Fazladan Bir Gün, roman, Fabio Volo, Çeviren: Sevcan Tutan Panaioli Pupa Yayınları, , Temmuz 2009,
304 s, 17 TL )
Aktör, müzisyen, radyo TV programcısı ve İtalya’nın çoksatanlar listesinden inmeyen bir edebiyatçı olan Fabio Volo, Türkçeye ilk çevrilen romanı Fazladan Bir Gün ile ülkemiz okuruna merhaba diyor. Sevcan Tutan Panaioli’nin çevirdiği roman, günümüz dünyasında insan ilişkilerini, sevgiyi, aşkı; çocukluk sarsıntılarının izlerini taşıyan insanların sancılı ve çelişkili durumlarını; toplumun insan ilişkilerine müdahalesini, baskısını ve ikiyüzlü tutumunu sorguluyor ve modern insanın iletişimsizliğini gözler önüne seriyor.
Yazarın bu zorlu temaları inanılmaz bir ironi, keyifli ve mizahi bir dille harmanlayarak işlediğine tanık oluyor; her sayfayı ilgi ve merakla okurken derinlikli bir sevgi kuramının içinde yol aldığımızı fark ediyoruz. Fazladan Bir Gün, sık sık gülümseten bir roman; bir o kadar da düşündüren, heyecanlandıran, aşkın ve insan ilişkilerinin yeniden gözden geçirilmesini sağlayan, yaratıcı ve esinleyici bir yapıt olarak dikkat çekiyor.
Fazladan Bir Gün, Paris’te, tüm yaşamını değiştirecek bir randevu için bekleyen genç adam Giocomo’nun, kentte gezerken yaşadıklarını anlatmasıyla başlıyor. İçeriği oluşturan tüm olay ve durumları romanın anlatıcısı Giocaomo’nun bakışıyla algılıyoruz. Naif, komik, titiz, çocuksu, ironik bir anlatıcı var karşımızda; onun anlatımıyla gülümsüyor, heyecanlanıyor; benzetmeleri karşısında şaşkına dönüyor; dikkat ettiği ayrıntılara onunla birlikte odaklanıyoruz. Günümüz metropol insanının yaşadığı iletişimsizliğe ve anlamsızlık duygusuna ironi ve mizahla katlanma gücü karşısında Giocomo’ya yakınlık duyuyoruz.
Paris’teki o bekleme anları sürerken, romanda sessizce geriye yolculuk yapıyor, İtalya’da bir kente gidiyor ve kahramanımızın tekdüze yaşamına renk katan tramvaydaki kızın varlığıyla birlikte, bir aşk öyküsünün içinde buluveriyoruz kendimizi. İşe giderken tramvayda gördüğü ve bir anda olağanüstü biçimde çekimine kapıldığı, adını bile bilmediği genç kız ile uzun süre cesaret edip konuşamaz Giocomo. Gece gündüz bu genç kıza takılmıştır aklı; ama onunla tanışmak için ilk adımı atamaz bir türlü. Kız, tramvayda ya kitap okur ya da elindeki deftere bir şeyler yazar. Her sabah devam eder aralarındaki bakışma ve gülümseme… Konuşmaksızın kurulan kentsel bir iletişimdir bu; yabancılaşmış bireyin açmazlarını taşırlar yüreklerinde. Dokunmakla dokunmamak, konuşmakla konuşmamak arasında gidip gelir genç adam. Bir gün kız, eldiveninin tekini tramvayda unutur, Giocomo hemen alır ama bir türlü geri veremez. Sanki bir suç işlemiş gibidir; günler geçtikçe, eldivenin kendisinde kalması ona daha uygun gelir. Bu durum aylarca sürüp gider, nihayet bir gün genç kız onunla konuşur ve birlikte kahve içmeye çağırır. Genç kız (Michela) o gün İtalya’dan ayrılacak ve New York’ta yeni işine başlayacaktır. Ancak, art arda gelen yanlış anlamalar nedeniyle her şey yarıda kalır.
Aklı genç kızda kalan Giocomo, aylar sonra en yakın arkadaşının yüreklendirmesi ile New York’a gider. Michela’yı telefonla aradığında, genç kız, ertesi gün iş çıkışında onu karşılamaya gelmeden önce, bir yere emanet bıraktığı paketi açmasını ister. Pakette Michela’nın günlükleri vardır ve tramvayda yaşadığı duyguları içtenlikle satırlara dökmüştür. Böylece aralarında yepyeni dengeler oluşmaya başlar. Michela onu büyük bir özlem ve içtenlikle karşılar; sevgileri inanılmaz yoğunluktadır. Michela birlikte bir oyun oynamayı önerir. Dokuz gün boyunca yoğun, içten bir nişanlılık yaşayacaklar ve süre bittikten sonra kesinlikle ayrılacaklardır. “Ne olursa olsun birbirimizi terk edeceğiz” der Michela. Sayılı günler vardır önlerinde. Her günün bitiminde sevginin, aşkın, özgürlüğe ve içtenliğe dayalı, yüce ve güzel duygular olduğunu daha derinden fark ederler. Her şey dürüstçe yaşanmaktadır; ikisi de birbirinden hiçbir duygu ve düşüncesini gizlemez. Her gün biraz daha anlam ve değer kazanır aşkları; çünkü anlamışlardır ki “aşk özgürlüğün çocuğudur” ve evrendeki güzellikler sevgi-özgürlük denkleminde yer alır.
Anneannesinin hastalanması haberi üzerine Giocomo süre dolmadan bir gün önce alelacele İtalya’ya dönmek zorunda kalır. Her şey sona ermiştir. Şimdi aşkını ve yaşamını yeniden gözden geçirme, irdeleme, yorumlama ve anlama zamanıdır. İçi çelişkilerle doludur, Michela’ya özlemi her gün biraz daha büyür; ama söz verdiği için dönmesi olanaksızdır. Michela’nın ilişkide her türlü zorlama ve baskıya, özgürlüğü zedeleyen davranışlara karşı olduğunu anımsar. Bir gün tüm cesaretini toplayan Giocomo, fazladan bir günü daha olduğunu; dokuz günün henüz tamamlanmadığını düşünerek New York’a gider. O fazladan bir gün Michela ile mutlaka yaşanmalıdır. Öykünün sonu, romanın ilk sayfalarında yer alan Paris’teki önemli randevunun sonunda ne olacağına bağlıdır… Roman kurgusunun başa dönmesinin ilginç sürprizler oluşturduğunu belirtmek gerek.
Fazladan Bir Gün’de anlatıcı, çocukluk travmalarının etkilerini görebilen, farkındalıklarla dolu, sevimli bir karakter. Babasının evi terk etmesi, takıntılarıyla çocukluğunu alt üst eden annesinin başka biriyle evlenmesi nedeniyle anneannesinin evinde yaşaması, zorlu deneyimlerdir. Giocomo için yaşam terk’lerden oluşur adeta, o nedenle içi güvensizliklerle doludur. Bu duyguyu aşabilmesi için Michela gibi mucize insanlar gerekir. Çevresindeki ilişkilerin aldatma, aldanma ve güvensizlik ekseninde olması yüzünden kaygıyla örmüştür içindeki dünyayı. Küçük yaşlardan itibaren okumaya ve yazmaya sığınmıştır Giocomo. Başka bir kadın için evi terk eden babasından miras kalan parayla bir yayınevine ortak olmuştur. Calvino’nun okuru gibi aynı anda birkaç kitap okuyan nitelikli okurlardandır. Aslında büyümüş ama içi çocuk kalmış bir insandır. Anlatıcının kendini odağa alıp bütün renk ve gölgeleriyle varlığını sansürsüzce ortaya koyduğu az sayıdaki romanlardan Fazladan Bir Gün. Giocomo, karmaşık ve çelişik ruh hallerini, beceriksizliğini, güvensizliğini, sakarlığını, çapkınlığını, cinselliğini, çocuksu yönlerini, dalgınlığını, dağınıklığını, kuruntularını bütün çıplaklığıyla sergiliyor.
Bu romana damgasını vuran asıl özellik, içtenlik. Kişilerin hem kendilerine hem de birbirlerine içtenliği; bir de anlatıcının okura karşı içtenliği. Modern çağda yabancılaşmış, duyarsızlaşmış, iletişimsizlik girdabında kaybolmuş kent insanlarının gereksindiği evrensel kavramdır içtenlik. Birbirleriyle özgürce iletişim kurmaya çalışan, içtenliği kılavuz edinen iki insanın; Giocomo ve Michela’nın dünyası o nedenle çoğumuza yakın. Yaşadıkları, paylaşım ve özgürlüğe dayalı bir aşktır. Açıklık, netlik, dürüstlük, hesapsızlık, yoğunluk üzerinde ilerleyen bu aşk, arınmış, ağırlıkları azalmış, hafiflemiş, gerçekten özgür bir ilişkidir. Bir anlamda varoluşsal bir olgudur. Romanda şöyle konuşur Michela: “Birlikte olduğun kişi hakkında öğrenebileceğin maksimum şey, kendin hakkında öğrenebileceğin maksimum şeydir. Bu yüzden bir kişiyle samimi bir ilişki yaşamak önemlidir. Çünkü varoluşun bilgisine yönelik bir yolculuktur bu.”
Terk etme, romanın en gerilimli sözcüğü; kırılma noktası. Bu sözcükten harikalar doğabilecek midir? Fazladan bir güne koşan Giocomo neler yaşayacaktır? Roman sayfalarında gizlenmiş sürpriz yanıtları bulmak okura kalıyor.
Fazladan Bir Gün özgürlük, aşk, birey olma, terk etme psikolojisi üzerinde düşünenlere aşkın içtenlikli hallerine dair keyifli okumalar vaat eden ilginç bir roman.

RADİKAL Kitap Eki, 24 Temmuz 2009’da yayımlandı.

9 Temmuz 2009 Perşembe

EMEL KAYIN'IN ÖYKÜ MİMARLIĞI VE "MEKÂN HİKÂYELERİ"



EMEL KAYIN’IN ÖYKÜ MİMARLIĞI VE “MEKÂN HİKÂYELERİ”
Mimarlık mesleğini yaşama/yazma biçimine dönüştüren Emel Kayın; kitabının girişinde, mimarlığı, dünyayı daha keskin algılamak için sürdürülen imkânsız bir çaba ve yeryüzünde bir konum arayışı olarak gördüğünü ifade ediyor. Bu duyuş ve bakış tarzı, yazdıklarını da biçimlendiriyor.
Emel Kayın’ın öyküleri, ayrı ayrı okunabildiği gibi, bir bütünün anlamlı birer parçası olarak da okunabiliyor. Yazarın kendi kurduğu mekân olan kitabındaki mimari yapıda birçok öğenin parça-bütün bağlamında diyalektik bir sarmal oluşturduğu görülüyor öncelikle. Oğuz Atay’ın, bina oluştururcasına yapıtlarını kurguladığı, en ince ayrıntısına kadar birer tasarım harikası olarak onları önce günlüklerine yazdığı görülür. Emel Kayın da mimarlık- mühendislik mantığından hareket ederek strüktürü oluşturuyor öncelikle. Bir çatı etrafında sarmal oluşturan, tekrarlanan, hareket eden, simetrik duran mimarlık denklemleri yaratıyor. Öyküler bu denklemler üzerine kurulmuş durumda. Tekil öyküler, bütünsel kurguya bağlanırken, yaşamın da birtakım denklem unsurlarından meydana gelen büyük bir denklem oluşu sezgisine ulaşıyoruz. Yaşamın sürmesi, aynen bir bina gibi, bu denklem(ler)in sağlam kalması ile ilgili bir hakikat.
Mekân Hikâyeleri’nde az yazarak öze ulaşmayı amaçlayan yazar, sözcüklere imgeler yükleyerek, metaforlar oluşturarak, alegoriler yaratıp göndermelerden yararlanarak yoğun anlamlar yaratıyor. Mimari yapıtlardaki ritim duygusunu, cümle, sözcük ve ses tekrarları bağlamında metnine eklemlendiren Emel Kayın, böylece şiire yakın duran, özlü metinlerle merhaba diyor.
Taşıyıcı özün(strüktür) bilinçli ve dikkatli kurulumunun yanı sıra, felsefi derinlikler ve okurda çoğalan anlamlarla zenginleşen öykü metinleri hem aklımıza hem yüreğimize sesleniyor. Öykülerin esinleyen metinler oluşu; okuyanda yazılar yazmak, şiirler yaratmak için esinler uyandırması, onları daha etkili kılıyor. Bu öykülere sesten çok sessizlik egemen; boşluklar epeyce yer kaplıyor. Sessizlik, okurun iç sesinde çoğalırken, boşluklar okur tarafından yaşam/anlam alanlarıyla dolduruluyor. Mekân Hikâyeleri’nde insana ait pek çok ayrıntıyı dillendiren yazar, özellikle bireysel ve toplumsal korkuları irdeleme ve anlatımda oldukça etkili: “Korku, korkulanın ve korkulacak olanın yüzünü gördüğüm anda bitti. O da korkuyordu.” (s.73) Zamansız ve mekânsız görünse de öykülerinde yaşadığımız döneme, topluma, dünyaya dair pek çok ileti ve yorumlamalarını dile getiriyor, irdeleme ve sorgulamaların kapılarını açıyor Emel Kayın. Başka bir zamanı anlatır göründüğü öykülerinde bugüne, yaşadığımız dünyaya göndermeler yapıyor.
Kitap, dört ana bölümden oluşuyor: Zaman Hikâyeleri, Kent Hikâyeleri, Ev Hikâyeleri, İnsan Hikâyeleri. Yazara göre bu dört ana unsur aynı zamanda birer mekân olarak var oluyor: “Zaman, bir mekândı. İstenildiğinde zamansızlıktan kaçılıp içine saklanılan...” (s.11) diyor. Modern insanın kentlerdeki yaşamını “Uzun zamandır kendisinin, kentin sokaklarında yürüyen bir kum saati olduğunu düşünüyordu. Sürekli baş aşağı dönen ve akışını tekrar eden.” (s.34) diye anlatırken kentin kum saatine benzettiği insanın tekdüze yaşamına işaret ediyor. Dağ gibi çöp yığınlarını, sürekli tüketen ve kirleten insan gerçeğini gösteren yazar, ev hikâyelerinde evin insanla anlam kazanan bir mekân oluşuna vurgu yapıyor. Bir evde insan soluğu, insana ait titreşimler ve yaşam enerjisi duyumsandığında orası sıradan bir mekân olmaktan çıkıyor, gerçek bir ev halini alıyor. İnsan hikâyelerinde yazar insanın iç çelişkilerine, kendi içinde oluşturduğu labirentlere, yıkamadığı için mutsuz olduğu, görünür ya da görünmez duvarlara dikkatimizi toplamamızı sağlıyor. En zorlu durumların anlatıldığı öykülerde bile bir çıkış yolunun gösterilmesi, umut ışığının en karanlık labirentleri aydınlatması ve açmazları çözmesi; yazarın yaşam karşısındaki olumlu duruşunu ve insana güvenini temsil eden örnekler olarak var oluyor.
Emel Kayın, bu kitabında deneysel edebiyat köprüsünden geçiriyor bizleri. Türler arasında kesin sınırların ortadan kalktığı, klişelerin ve şablonların aşıldığı deneysel edebiyat anlayışı, var olan formların aşılmasıyla ilerleyen bir süreç. Yazınsal yaratıcılık, böyle bir edebiyatın içinde filizleniyor ve gelişiyor.
Kitapta yer yer masal tatları alıyor olsak da masallar yanılsaması içinden yaşadığımız hakikatler evrenine pencerelerin açıldığını görüyor; zamansızlık anlatılırken zamana, mekânsızlık anlatılırken mekâna vurgu yapıldığını duyumsuyoruz. Astrofizikçi Hubert Reeves, “Boşluk, bakışımın biçimini alıyor” der bir kitabında. Emel Kayın da boşluğa anlam kazandıran insani ve bilgece bir bakışla yazmış öykülerini.
Sonuçta Mekân Hikâyeleri, somut ve soyut mekândaki sevgisizliğe, adaletsizliğe, korku kültürüne, kazanma hırsına, ötekileştirmeye, anlamak için çaba göstermemeye, yılgınlığa direnmeyi öneren ve yeni-iyi başlangıçlar yapma umudunun hayatın içinde saklı olduğuna inanan bir kitap. Bu kitaptaki öyküleri okurken yaşadığımız mekânlara bilinçle bakıyor; yaşamı yeniden keşfe çıkıyoruz.

(Emel Kayın, Mekân Hikâyeleri, 84 Sayfa, Kanguru Yayınları, Eylül 2008)

(04.07.2009 EVRENSEL’de yayımlandı.)