17 Şubat 2010 Çarşamba

“MOR ÖTESİ” NDE 12 EYLÜL


Samim Kocagöz,(1916-1993)edebiyatımızda Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi, “dönem romancısı” olarak ün kazanmış ve yapıtlarında ülkemiz toplumunun yaşadığı birtakım dönemlere ışık tutmuştur. 1938’den başlayıp yaşamının son günlerine kadar sürdürdüğü uzun yazarlık serüvenine, özellikle toplumsal dönemlerimizi yansıtan romanları damgasını vurur. 1948’de yayımlanan Bir Şehrin İki Kapısı, yazarın toplumcu gerçekçilik çizgisini yansıtan ilk romanı olarak değerlendirilmiş; aynı roman 1985’te Nabi’nin Park Kahvesi adıyla yayımlanmıştır.
1957’de yayımlanan Onbinlerin Dönüşü’nde İkinci Dünya Savaşı’nın toplumda ve bireylerde yarattığı düş kırıklıklarını anlatan yazar, 1962’deki Kalpaklılar’da (Doludizgin) Kurtuluş Savaşı günlerinin izini sürdü. Tartışma(1976) adlı romanında 12 Mart müdahalesinin toplumsal etkilerini ve tutuklu kaldığı yıllara dair gözlemlerini roman gerçekliği içinde dile getirdi. Bir Karış Toprak’ta(1964) topraksız Yörüklerin yaşamına ışık tutan yazar, Bir Çift Öküz’de (1970) de Yörüklerin dünyasını anlatmayı sürdürdü. Demokrat Parti’nin son yılları ve 27 Mayıs’a geliş sürecini 1973’te yayımlanan İzmir’in İçinde romanında işledi. 12 Eylül 1980 darbesinin toplum ve birey üzerinde yarattığı olumsuzlukları Mor Ötesi’nde (1986) dile getiren yazar, bu romanıyla 1987 Fethi Oğuz Bayır Roman Ödülü’nü aldı. 1989 Orhan Kemal Roman Ödülü’nü, en son romanı Eski Toprak ile alan yazarın pek çok öykü kitabı ve 1983’te yayımlanmış olan Roman ve Yazarlık Onuru adlı bir de deneme kitabı vardır.

Bilindiği gibi Cumhuriyet Dönemi romancılığımızda özellikle 40’lı yıllardan sonra toplumcu düşüncenin ağırlığı artarak; romanların toplumcu gerçekçi bir bakış açısıyla yazılması ön plana geçti. 1980’lere kadar ivme kazanarak süren bu edebiyat anlayışında yazarın çağının tanığı olması, bu tanıklığın yanı sıra toplumsal sorunlara belirli bir perspektiften bakarak çözüm yolları önermesi beklenmekteydi. Eleştirilerde romanın toplumsal boyutunun olup olması da önemli bir kriter olarak dikkate alınıyordu.

Samim Kocagöz, bu edebiyat anlayışının tam odağında yer alan yapıtlarıyla hem Türkiye’nin yakın tarih açısından bir panoramasını oluşturmakta, hem de roman kişileri aracılığıyla toplum sorunlarını dile getirerek çeşitli çözüm arayışlarını da ifade etmektedir. Engels’in 25 Ocak 1884 tarihli bir mektubunda dile getirdiği gibi, “Siyasi, hukuki, felsefi, dini, edebi, artistik vb. gelişimler, ekonomik gelişime dayanır. Fakat bütün bunların hem yekdiğerleri üzerine hem de ekonomik temele etkileri vardır. Ne; neden ve etken olma sadece ekonomik duruma özgüdür ne de geri kalanlar hep edilgen (passive) sonuçlardır.”(Marx-Engels, Selected Correspondence,1965, s:467) Sanatın ekonomik altyapıyla var olagelen ilişkisini dolayımlı ve karmaşık diyalektik süreçlerle açıklayan bu görüş, toplumcu gerçekçi edebiyat ve sanatın temelini oluşturmaktadır. Bu temel üzerinde birçok kuramsal, estetik ve felsefi yapılanmalar inşa edilmiş, uzun yıllar boyunca toplumcu gerçekçi bir estetik modeli yaratılmaya çalışılmıştır. Toplumcu gerçekçi estetik ve edebiyat anlayışı, hem dünya, hem de Türkiye edebiyatını etkilemiş; toplumsal yaşamı ve tarihsel dönemi edebiyat yapıtlarında somutlaştırmak, aynı zamanda edebiyatın erdemi ve roman yazarının onuru ile ilişkilendirilmiştir. Bir anlamda ideal olanın ifade edildiği bu yapıtlar, gelecek güzel günlere duyulan inancın da örtük ya da açık birer aynasını oluşturmaktadır.

Samim Kocagöz, bu ana eksen çevresinde oluşturduğu kendi edebiyat ve roman anlayışını, Roman ve Yazarlık Onuru’nda içtenlikle ifade eder: “Roman sadece bir anlatma sanatı değildir. Roman sadece bir olayın, ya da olayların gözlemi değildir. Roman romancının kendi duygu ve izlenimlerini anlatım sanatı da değildir. Roman, kendi kişiliğinde duyduğu kişileri, toplumu, gözlemlerle, izlenimlerle, duygularla anlatabilme sanatıdır; öyle ki romancı Nietzsche’nin dediği gibi, kişilerle, toplumun içinde erimiş, kendisi başkalarının, toplumun olmuş bir kişidir. Herkesle herkes olabilen, toplumla toplum olabilen kişiye sanatçı demek olanağı buluruz. Böyle de olunca, kişinin, toplumun, düşlerini yansıtabilen sanatçı, roman yazabilirse romancı olur.” Samim Kocagöz’ göre romancı; birey-toplum diyalektiğini gözeten, zengin iç dünyasıyla toplumsal yaşamı bütünüyle kavramaya çalışan, kendi varlığında insanı ve toplumu çözümleyen, romanında yarattığı kişiler aracılığıyla bunları gerçekleştirebilen bir sanatçıdır.

Samim Kocagöz, aynı deneme yapıtında romancının iç dünyasının zenginliğini vurgular ve devam eder: “Yazarken ayrıntılardaki çağrışımlar romancıyı, başkalarının kişiliğine, toplumun gelecekteki umutlarına, düşlerine götürebilmeli, zaman içindeki olaylardan geleceğe bir atılım gücü bulabilmelidir.” Bu noktada, romancıya toplumun geleceği konusunda bir misyon yükler Samim Kocagöz. Öyle olmalıdır ki, romancı toplumun düşlerini görebilmeli, bunları dile getirebilmeli ve bu düşlerin gerçekleşmesine katkı sağlayabilmelidir. Michel Butor’un deyişiyle söylersek; “roman değişen bir toplumun dile getirilmesidir ve az sonra da değiştiğinin bilincine varan bir toplumun anlatımı olur.” Samim Kocagöz, romanın ve romancının toplumsal/tarihsel misyonuna önem veren, düşüncelerini yazdıklarında somutlaştıran, teori ile pratiği romanlarında buluşturmuş olan bir yazardır. Romanlarının bütünüyle incelenmesi sonucunda, yazarın Türkiye toplumunun değişim ve dönüşümlerini, roman kişilerinin penceresinden, ne denli güçlü bir gözlemle ve çözümlemeci bir bakışla işlediği görülecektir. Samim Kocagöz, toplumsal olguların bireyler üzerindeki etki ve izleri üzerinden giderek, daha üst aşamaya ulaşan bir sarmalla, toplumsal düşlere ve toplumsal dönüşüm dinamiklerine açılan bir roman sanatçısıdır. Samim Kocagöz’ü, döneminin yazınsal/estetik anlayışı içinde değerlendirmek ve edebiyat tarihi açısından hak ettiği değeri vermektir önemli olan.

Samim Kocagöz’ün 12 Eylül 1980 darbesinin toplumsal etkilerini ve sarsıntılarını, bireyler üzerinde bıraktığı kalıcı izler açısından ifade ettiği Mor Ötesi romanını, yazarın roman anlayışı bağlamında dikkate alabiliriz.

Bilindiği gibi, daha önce gerçekleştirilmiş olan 12 Mart müdahalesi, ilerici düşüncelerin önünü kesmek için bir baskı rejimi uygulamış, toplumun pek çok kesimini sindirmeyi amaçlamıştı; ama toplum üzerinde kalıcı ve sürekli bir etki yaratmamıştı. Bir toplum mühendisliği projesi olarak başlatılan 12 Eylül 1980’deki darbenin amacı ise, sadece toplum üzerinde ağır bir baskı oluşturmak ve halkta yılgınlık yaratmak değil, aynı zamanda topluma “yeni değerler” içeren bir dünya görüşü getirerek, toplumcu/ sol düşünceye darbe indirmekti. Bu amaçla, inanılmaz bir baskı ve sansür mekanizmasıyla aydınlar susturuldu; basın, radyo ve TV denetim altına alındı. İlerici, aydınlanmacı, toplumcu düşünceleri benimseyen öğretim üyeleri sürgün edildi ya da üniversiteden çıkarılmaya başlandı. Kitaplar toplatıldı, evler arandı. İnsanlar birtakım ihbarlarla gözaltına alındı. Kayıplar, sürgünler, işkenceler, idamlar… acı birer gerçek olarak toplumu depolizasyon sürecine taşıdı. Yıllar içinde toplumcu düşünce ve idealler, haksızlıklarla mücadele, eşitlik ve adalet arayışı gibi erdemler demode ilan edilerek toplumda yeni bir insan tipi yaratılmaya başlandı. Köşe dönücü, kısa yoldan kâr elde eden, rüşvetçi, talancı, bozguncu, dürüstlükten uzak bu insan tipi, yeni bir girişimci modeli olarak sunuldu ve liberal ekonomi anlayışı, böylece çarpıtılarak baş tacı edildi. Bireycilik her alanda öne çıktı; toplum yararını gözeten her türlü radikal düşünce ve sol ideoloji, devrini doldurmuş ve terk edilmesi gerekli düşünceler olarak ilan edildi. Böylelikle, 1980 darbesi asıl amacına ulaştı, değerler aşındırılarak, kavramların içi boşaltılarak sol düşüncenin ve eylemin tasfiye süreci hızlandırıldı. Bu süreç, devamlılık göstererek günümüze kadar geldi. 12 Eylül anayasasının, aradan geçen 27 yıla rağmen hâlâ üzerinde yeterince çalışılamaması nedeniyle, 12 Eylül kâbusunun bir bakıma devam ettiğini de söyleyebiliriz.

Yaşadığı çağa tanıklık etmeyi ve toplumcu gerçekçi perspektiften bakarak dönemine ayna tutmayı amaçlayan, bunu romancının yazarlık onurunun bir gereği olarak düşünen Samim Kocagöz’ün, Mor Ötesi adlı kısa romanı da bu açıdan değerlendirilebilir. Mor Ötesi’nde, 12 Eylül’ün toplumda ve kişilerde yarattığı yıkımlar, kentin oldukça uzak bir kıyı mahallesindeki aydın bir aile ve çevresindekilerin yaşadıkları gerçekler açısından etkili biçimde dile getirilir, Samim Kocagöz tarafından. Roman, bir dönemin yarattığı etkileri sıcağı sıcağına aktardığı için aynı zamanda sosyolojik bir boyut da taşımaktadır. Mor Ötesi, darbe sonrası süreçten bir bölümü aktaran olaylar dizgesiyle, tam anlamıyla bitmemiş, tamamlanmamış bir roman izlenimi bırakır. Olaylar, bırakıldığı noktadan sonra okurun zihninde devam eder; çünkü yazarın asıl vurgulamak istediği, romanda anlatılanların, yaşanan süreçten yalnızca bir kesiti aktardığı, darbenin olumsuz etkilerinin topluma zaman içinde dalga dalga yayılıyor olduğu gerçeğidir. Yazarın bilinçli bir biçimde roman sonunu açık uçlu bırakmasının asıl anlamı budur. Yaşam sürerken, darbenin dip dalgaları yaşamı sarsıntıya uğratmaya devam etmektedir…

Mor Ötesi, yazarın gözlem ve yaşantı birikimini somutlaştıran karakterleri, ustalıkla oluşturduğu betimleme ve diyalogları ile ilgiyle okunmakta; dönemi anlamaya çalışanlara, ‘toplumun içindeki bireyin yaşantıları’ perspektifinden birtakım veriler sunmaktadır. Mor Ötesi’nde görünürde sakin ve sessiz bir yaşam sürdüren emekli tarih öğretmeni ve toplumcu aydın Salih Akmercan’ın, hem kendisinin, hem de yakın çevresinin darbenin pek çok olumsuz etkisini yakından yaşaması ve hep birlikte uğradıkları haksızlıklar, sağlam bir kurgu ve akıcı, duru bir dille anlatılır. Salih Akmercan, mantıklı ve tutarlı davranışları ile romanda sağduyunun ve aklın temsilcisidir. Yazar, bir kez olsun “12 Eylül” ya da “darbe” sözünü etmeden, bu sözü roman kişileri aracılığıyla da kullanmadan, detaylarda yoğunlaşan bir anlatımla, romanın dönemsel arka planını çizer. Salih Akmercan, fırsat buldukça Tarihten Yapraklar dergisine yazılar yazan, tarih konusundaki bilgi birikimini ve yorumlarını okurlarla paylaşan, alçakgönüllü bir tarih yazarıdır aynı zamanda. 12 Eylül’ün basın, yayın ve düşünce üzerinde uyguladığı baskıya, Salih Akmercan’a öğretmenler kulübünde sataşan, darbe yanlısı bir tarih öğretmeninin dergiyi ihbar etmesi, dağıtımına engel koyması olayının içinde yakından tanık oluruz. Hulki adındaki bu adam birdenbire ortaya çıkmış ve ilerici öğretmenleri tehdit etmeye başlamıştır. İhbarcılığını polisle işbirliğine kadar vardıran bir provokatör olan Hulki, olumsuz düşünce ve davranışlarıyla romanda dramatik çatışmayı yaratan unsurlardan biridir.

Öte yandan, romanda Salih Akmercan’ın boyun eğmez sükûnetinin yanında, haksızlıklara öfkeyle karşı çıkan emekli yargıç Nedim Bulutoğlu da önemli bir karakterdir. Salih Bey’in eşinin ağabeyi olan Nedim Bey, yaşanan pek çok haksızlığa öfkelenmekle birlikte, en büyük öfkeyi damadına karşı duyar; çünkü damadı Halim, tam anlamıyla dönemin adamı olmuş; rüşvet, yolsuzluk gibi kirli işlere bulaşmış bir iş adamıdır. Sadece çıkarları için bir tarikata bile girmiştir. Kendi holdingiyle ilgili önemli bir davada kayınpederi Nedim Bey’den, yüksek yargıdaki bir arkadaşına yüklü bir rüşvet teklif etmesini istemiştir. Bunun üzerine çılgına dönmüştür Nedim Bey. Öfkesi bir türlü yatışmamıştır yaşlı adamın. Başka bir gün damadı yine evine gelmeye kalkışınca, durumdan haberi olan Salih Bey’le birlikte onu evden kovarlar. Salih Bey’in ilk defa bu denli öfkelendiğine tanık olmuştur yakın çevresi.
Dönemin kişiler üzerindeki olumsuz etkilerini Salih Bey’in, üniversitede fizik doçenti olan oğlu Doğan’ın ve psikoloji bölümündeki gelini Sibel’in, haksız biçimde görevlerinden alınmaları ve üniversiteden çıkarılmaları olayında da görmekteyiz. Sibel, daha sonra bir ihbarla gözaltına alınmış, orada gördüğü kötü muamele yüzünden düşük yapmıştır. Ameliyat olan ve günlerce hastanede yatan Sibel, ölümün eşiğinden dönmüştür. Doğan ve Sibel, yaralarını sarmak üzere baba evine gelmişlerdir. Yurt dışındaki üniversitelerden gelen teklifleri o güne kadar sürekli reddeden Doğan, yakında yurt dışına gidecek, oralardaki üniversitelerde çalışacak ve bilimsel araştırma yapacaktır artık.

Bütün bu olaylar sürerken Salih Bey’in ve emekli yargıç Nedim Bey’in, birtakım kişiler tarafından izlendiklerini fark etmeleri, psikolojilerini iyice bozar. Başka bir gün provokatör Hulki, Nedim Bey’in evinin polis tarafından didik didik aranmasına neden olan asılsız bir ihbarda bulunur. Evde arama devam ederken, Nedim Bey kalp krizi geçirir… Sonrasında da yine ihbar üzerine, haber vermeden eve gelenler tarafından Salih Bey’in çalışma odası aranır ve uzun yıllar boyunca biriktirdiği tüm araştırma notları, kütüphanelerden elde edip yazdığı bilgilerle dolu çalışma kâğıtları yerle bir edilir, dağıtılıp ayaklar altına atılır. Eve geldiğinde Salih Bey, gözlerine inanamaz. Çok geçmeden, kapıya gelen bazı görevliler, onu emniyete götürmek istediklerini belirtirler. Salih Akmercan, her şeye karşın o direngen sükûnetini bozmaz, karısını alnından öper ve kapıdan çıkar…
Sonrasında neler olmuştur? Salih Akmercan sorgu sonrasında gözaltına alınmış mıdır? Mor Ötesi’nin, toplumsal süreç içindeki bir kesiti aktaran kurgusal yapısı nedeniyle bu sorunun yanıtını okur verecektir; ya da yaşam... Çünkü o dönemde öylesine sık tekrarlanmıştır ki bu durum; her an herkesin yaşadığı/ yaşayabileceği bir gerçekliğe dönüşmüştür.

Romanda karakterlerin olumlu ve olumsuz olarak iki ayrı cepheden işlenmesinin, olumlu karakterlerin yazarın yansıtmak ve dile getirmek istediği gerçeklere ve düşüncelere sözcülük etmesinin, birçok toplumcu gerçekçi romanda olduğu gibi Mor Ötesi’nde de devrimci romantizm etkisi yarattığını belirtebiliriz. Toplumcu gerçekçi romanların önemli bir kısmının devrimci romantizmle sarmal oluşturması, gerçekçiliğin toplumcu boyuta geçtiğinde romantizmle el ele yürümesi hayli ilginç bir paradoks. Bu durumun, karakterlerin derinlikli işlenmediği toplumcu gerçekçi romanları belirli bazı şablonlara taşıdığını ve böylelikle bu tarz gerçekçi romanı, anlatmak istediği gerçekliğin dışına düşürerek başka bir paradoks yarattığını da ifade edebiliriz.

Romanın adının Mor Ötesi oluşuna birçok yorum getirmek olası. Mor ötesi insan gözü tarafından görünmeyen, farklı dalga boyundaki ışığı anlatmaktadır. Görünenin ötesindedir mor ötesi. Yazar, romanda görünenin, anlatılanların ötesindeki bir gerçeğe; 12 Eylül’ün insan ruhunda yarattığı o görünmeyen; ama içten içe yıkıp yok eden tahribata gönderme yapıyor olabilir. Bu açıdan yorumladığımızda, Samim Kocagöz, yıllar öncesinden bugünlere de bir mesaj gönderiyor diye düşünebiliriz. Mor; işkenceyi ve travmaları da çağrıştıran bir renktir. Böyle yorumladığımızda ruhun yanında bedenin çektiği acılar da devreye girer…
Önce anımsanmayı ve sonra da eleştiri- özeleştiri süzgecinden geçirilerek yepyeni bir toplumsal sayfaya dönüştürülmeyi bekliyor içimizdeki, ruhumuzdaki, belleğimizdeki kırılmalar ve sancılarla dolu 12 Eylül anıları… Bugünü geçmişten; geleceği bugünün içinden çıkarıp şekillendirebilmek için; bellek tazelemeye, eleştirmeye, yanlışlıklardan yepyeni ve değerli dönüştürümlere ulaşabilmeye bugün belki de her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Çünkü toplumsal yapıda son zamanlarda öylesine radikal değişmeler oluyor ki, bu değişme ve dönüşmeye toplumcu bakışın içinden nasıl yorumlamalar getireceğimiz; küreselleşmenin ve teknolojik hızın içinde sürüklenen ve savrulan dünyayı anlayıp değiştirebilmemiz; ancak böylesine derinlikli bellek analizleri, harekete geçirilen nesnel eleştiri mekanizmaları ve yepyeni bir toplumcu sanat estetiğiyle mümkün olabilecek gibi görünüyor.

Bu bağlamda, Samim Kocagöz’ün toplumsal dönemleri dile getiren romanlarının, belleklerde aydınlanmalar yarattığını ve yaşananları sorgulayabilmek için önemli bir zemin oluşturduğunu belirtebiliriz. Romancının yazarlık onurunu gözeten Samim Kocagöz, yazdıkları aracılığıyla bugün de mor ötesi anılara pencereler açmayı sürdürmektedir.
Hülya SOYŞEKERCİ
hulyasoysekerci@yahoo.com
(SÖKE ÖYKÜ ROMAN Dergisi Sayı: 1)

Kaynaklar:
Samim Kocagöz, “Roman ve Yazarlık Onuru” Çağdaş Yay. 1983.
Samim Kocagöz, “Mor Ötesi” Literatür Yay. 2008.
Berna Moran, “Edebiyat Kuramları ve Eleştiri” İletişim Yay. 2008.
Berna Moran, “Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış”, 2. ve 3. Cilt. İletişim Yay. 2008, 2007.
TDK Türk Dili, “Eleştiri Özel Sayısı” sayı: 234, Mart 1971.