30 Nisan 2010 Cuma

OKUMA YOLCULUKLARI




"Hülya Soyşekerci, eleştirel deneme olarak nitelendirdiği Okuma Yolculukları’nda has edebiyata ilgi duyan her okuruna bir bilet veriyor ve edebiyat dünyasının derin sularına doğru bir davetiye çıkarıyor. İç denizler bölümünde kendi karasularımızda başlıyor bu yolculuk. Sait Faik’ten Yusuf Atılgan’a, Füruzan’dan Ayfer Tunç’a uzanan yirmi yedi eleştirel deneme yer alıyor burada. Şablonlara sırtını dönerek, sesini yükseltmeden, sevgiyle yaklaşıyor içdenizimize. Soyşekerci, metinleri çözümler, kendi dünyasındaki karşılıklarını sergilerken okura da yeni pencereler, yeni bakış açıları sunuyor.
Buluşmalar’da, açık denizlere çıkıyor teknesi. Son durağımız ise Calvino ile ulaşacağımız Başka Kıyılar oluyor. Okurunu çoğaltan, yeni ufuklar açan metinlerden oluşuyor Okuma Yolculukları."

(ARKA KAPAK Yazısı)


(“Okuma Yolculukları” Hülya Soyşekerci, eleştiri, Pupa Yayınları, Nisan 2010, İstanbul, 256 sayfa, 14.00 TL., ISBN:978-605-5765-52-1 )

20 Mart 2010 Cumartesi

UMUDUMUZ ÇOCUK EDEBİYATI





















Çocuk edebiyatıyla ilgili birkaç söz söylemeden önce, içinde yaşadığımız “cinnet çağı toplumu”nda bir çocuk olmanın, bir çocuk olarak kalabilmenin anlam ve önemi üzerinde durma gereği duyuyorum. Öylesine zorlu ve sancılı zamanlardan geçiyoruz ki, yaşam ve zaman algılarımız teknolojik hızın içinde paramparça oluyor; yaşam bize parçalar, fragmanlar halinde kesintili ve bölünmüş gerçeklikler olarak yansıyor. Her an yoğun bir ileti bombardımanıyla kuşatılıyor; her dakika dikkatimizi dağıtarak akıp giden görüntü, ses, enformasyon ve haber kirliğiyle yaşamak zorunda bırakılıyoruz. Bu kirlilik içinde etik ve insani değerler sürekli olarak aşınıyor; neyin iyi neyin kötü olduğu algısı sekteye uğruyor, şiddetin her türlüsünün açık ve yoğun bir biçimde TV ekranlarından, gazete sayfalarından, internet dünyasından tüm çıplaklığıyla sergilenmesi durumu, ne yazık ki yeni şiddet olaylarına zemin hazırlıyor. Kimsenin bu gidişe dur demediğine, “durun!” diyenlerin seslerinin bu hengâmede kaybolup gittiğine tanık oluyoruz… Yaşamın içinde var olan şiddet, medya tarafından bilinçli ve planlı bir biçimde yeniden ve yeniden üretilerek, genişletilip çoğaltılarak çocuk ruhlarda derin hasarlar yaratılıyor. Sekiz on yaşındaki çocukların birbirini acımasızca öldürdüğü, kendi anne babalarına yönelen çocuk ve genç şiddetinin doruğa ulaştığı bu trajik zamanlarda, sanat ve edebiyata sığınmaktan, sanat ve edebiyat dünyasındaki güzelliklerden beslenerek yepyeni gerçeklikler ve güzellikler üretmekten başka çaremiz yok diye düşünüyorum.

Böyle bir dünyada ve böylesi bir şiddet toplumunda çocuk olma talihsizliğini, çocuk edebiyatı ve çocuğa özgü sanatların içinde yer alan güzellikler evreninde, sevgi, saygı, barış, hoşgörü gibi değerlere dönüştürmek ve böylece çocukluğu içtenlikli, gülücüklü, naif bir sevgi yumağı haline getirmek olası. Çocuk edebiyatı/sanatı bu nedenle belki de elimizdeki son fırsat, çocukların geleceği için kullanacağımız son koz olarak görünüyor bana. Çocuklukta sanat ve edebiyatla kazanılan değerler, kişiliğin yapıtaşlarını oluşturmakta; sağlıklı, barışçı ve sevgi dolu bireylerle dolu bir toplumun kurulmasında sanat ve edebiyat yapıtları önemli işlevler yüklenmektedir. Çocuk edebiyatının bence en önemi işlevi, daha güzel bir gelecek, daha güzel bir dünya kurulması için, insani değerlerle donanmış, dil ve sanat bilinciyle yoğrulmuş, empati yeteneği gelişmiş sağlam bireylerin, daha çocukluk çağındayken yaratılmaya başlanmasına katkıda bulunma işlevidir.

Çocuk edebiyatı, çocuğun dil ve sanat beğenilerini yükselterek, onun duygusal, düşünsel gelişimine çok önemli katkılar sağlamaktadır. Bu konularda çocuk yazarlarına elbette büyük sorumluluklar düşmektedir. Çocuk yazarları geleceği şekillendirme işlevini her an göz önünde bulundurarak, yarattıkları gerçek sanat yapıtlarıyla çocuk okurlara merhaba demelidirler. Çocuk edebiyatı, şiir, masal, öykü, roman, deneme gibi yönleriyle; içerdiği resim, illüstrasyon gibi görsel zenginliklerle, sanatsal ve dolayısıyla insani değerlerle büyüyen kuşaklar yaratabilmekte ve bu olguyu sürekli kılabilmektedir. Zamana güzellikler katarak ilerlemenin en etkili yollarından biridir çocuk edebiyatı.

Bu edebiyatın en önemli bölümünü oluşturan kurmaca çocuk edebiyatı; daha çok öykü ve roman gibi türlerin kaynaştığı, çocuk düşlerine seslenen bir alan olarak dikkati çekmektedir. Çocukların çok önemli bir kısmı kurmacadan; düşler içinde yol almaktan, serüvenden serüvene atlamaktan, heyecandan heyecana koşmaktan haz almaktadır. Bu olgu, okuma sevgisini oluşturan temel unsurlar arasındadır. Kurmaca yapıtların içinde, çocuk okur, başka hayatlara açılma olanağı bulmakta, öykü ya da romanın içindeki kahramanla özdeşleşerek onunla empati kurmakta ve çoğu zaman onu model almaktadır. Kahramanın özellikleri çocuk okur açısından büyük önem taşımaktadır. Çocuk yazarı, kurmaca kahramanını yaratırken bu durumu da göz önünde bulundurmalıdır. İletilerin metnin içindeki olumlu kahramanlar aracılığıyla çocuğa aktarılabilmesinin, kurmacanın doğasından gelen bir imkân olduğunu da belirtebiliriz. Çocuğa yukarıdan bakmadan, çocuk gözleriyle onun dünyasına bakabilmek, yazarın başarısı açısından büyük bir önem taşımaktadır.

Özel olarak çocuk romanına değinecek olursak, roman sanatının matematiksel yapı içeren kurgusu, olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkisinin ve meraklı olayların ardından gidilmesinin yarattığı okuma heyecanı, roman okumayı çocuk açısından keyifli bir yaşantıya dönüştürmektedir. Okuma sırasında mantıksal analizlere ulaşabilme yetisi, çocuğun zihinsel gelişimine de olumlu katkılarda bulunmaktadır. Bunlar elbette alışılagelen roman kurgu biçimleri için geçerlidir.

Düşleri ön plana alan, olaylar arasındaki mantıksal bağları ve nedensellik zincirini kıran fantastik romanlarda masal tadı vardır. Çocuklar masal ve masalsı olana büyüklerden daha yakın ve yatkındırlar. Bu tür romanlar çocuğu düşlerden düşlere götürürken ona yepyeni dünyaların kapılarını açarlar. Çocuğun düşsel zenginlikleri, onu gelecekteki çalışma ve araştırma yaşamında daha yaratıcı kılacaktır. Bilim ve sanattaki yaratıcıların, düş evreni zengin bireyler arasından çıktığı gerçeğini göz önünde bulundurmak gerekir. Fantastik romanlar, çocuğu gerçeklerden koparmadan, arada bir gerçek dünyaya göndermeler yapılarak yazılırsa, çocuğun çevresindeki gerçekleri farklı açılardan görmesi sağlanmış olur. Böylelikle bu tarz romanlar, çocuğun içinde yaşadığı gerçekleri, -gerektiğinde- değiştirip dönüştürebilmesi için ilk adımları atmasına da zemin hazırlar.

Roman yelpazesini iyice genişlettiğimizde, serüven romanları, gülmece ya da mizah ağırlıklı romanlar, çocuğun okul, aile ve sokak yaşamını anlatan romanlar, hayvanların yaşamına ilişkin romanlar, duygusal romanlar, tarihsel olayları işleyen romanlar, gezi romanları, sorun odaklı romanlar gibi farklı özelliklere sahip çocuk romanlarının yıllardan beri ilgiyle okunduklarını belirtebiliriz.

Serüven romanlarında çocuğun heyecan, hareket, düş kurma gereksinmeleri karşılanır. Bu romanlarda yavaş yavaş merak ve heyecanın dozu artırılarak gizemli olaylara, tehlikeli ve gerilim yaratan durumlara yer verilerek çoğunlukla sürpriz bir sonla, olaylar dizisi bir sonuca bağlanır.

Gülmek eğlenmek de çocuğun temel gereksinmelerinden olduğu için çocuk mizahı da çok önemlidir ve çocuklar için yazılan mizah romanları da sevilerek okunmaktadır.

Duygusal romanlarda çocukların iç dünyalarına seslenmeye çalışan yazarlar, sevgi, acıma, yardımlaşma, iyilik vb. duyguları yazınsal bir kurguya büründürerek olumlu bir kahraman üzerinden anlatırlar.

Tarihsel kurgulu çocuk romanları büyük bir sorumlulukla kaleme alınmak durumundadır. Yurt sevgisi ve ulusal bilinç aktarılırken ötekileştirme, düşmanlık duyguları ve savaş yanlılığı yaratılmamaya çalışılmalıdır.

Gezi romanları dünya üzerindeki ilginç kentleri, coğrafi yerleri ve orada yaşayan insanların yaşayışlarını roman kurgusu içinde anlatırlar.

Sorun odaklı romanlarda ‘çocuk gerçekliği’ ön plana alınarak, çocukları ilgilendiren bir sorunun çevresinde yer alan olaylar, yazınsal kurguyla dile getirilir. Sokak çocuklarının dünyası, ayrılan ana babaların çocuğu olma vb. gibi konuların çevresinde, insani ve yaşamsal gerçekler aktarılır.

Romandan söz açılmışken klasik romanlara ya da klasik romanların çocuklar için hazırlanmış versiyonlarına da değinmeden geçmemek gerekir.
Edebiyatta sınırları aşmak, evrenselliğe açılmak; düşünce ufuklarını genişletmek anlamına gelir. Kendi kültürüyle sınırlı kalmayan, başka kültür ve edebiyat yapıtlarına açılabilen bireyler, hem insanın özünü kavramada hem de hoşgörü ve barış ideallerine yaklaşmada daha başarılı olurlar. Klasikler barışı ve evrensel kültürü kazandırmada önemli işleve sahip olan yapıtlardır. Klasik romanlar son yıllarda bazı yayıncılar tarafından kısaltılarak piyasaya sunulmaktadır. Klasik yapıtları öğretmenin isteği nedeniyle mutlaka okumak durumunda olan öğrenciler, zaman darlığı ve ekonomik nedenlerle çoğu zaman kötü çeviriler ya da komprime haline getirilmiş kitaplarla klasikleri tanımaktadır. Metin Celal, Cumhuriyet Kitap Eki’ndeki bir yazısında piyasada en az 27 çeşit Savaş ve Barış’ın bulunduğunu, bir çevirinin 112 sayfa; başka bir çevirinin ise 2168 sayfa olduğunu; Don Kişot’un 41 çevirisinin en ucuzunun 2.5 en pahalısının 55 TL olduğunu belirterek, ilginç bir tablo sergilemektedir. Ayrıca, klasiklerin toplu özetlerini içeren kitaplar da piyasada hızlı bir dolaşım halindedir. Bu konularda nitelikli ile niteliksizin ayırt edilemediği tam bir kaos ortamı yaratılmıştır. Klasik roman okumalarında, yapıtın kısaltılmış şekli ya da özeti yerine yaş düzeyine uygun tam metin öncelenmelidir. Bence hiçbir özet, yapıtın bütününü yansıtamaz. Klasik yapıtların insan ruhunu ne denli derinden anlattığını keşfetmek ve yapıtın atmosferinde soluk alabilmek için kısaltılmış ya da özet metinlerden uzak durmak gerektiği kanısındayım.

Kurmaca yapıtların ve özelde çocuk romanları dünyasındaki yolculuğun nihayetsiz olduğunu düşünüyorum. Çocuk romanı seçiminde okul ve aile ortamındaki bilinçli ve etkili yönlendirmeler büyük önem taşıyor. Çocuk romanı yazarken yazarlara da önemli sorumluluklar düştüğüne göre, ailenin, eğitim kurumunun ve yazarın kendi üzerine düşeni hakkıyla yerine getirmesi durumunda, onların hep birlikte çocukların dünyasına yepyeni güzellikler kazandırmış olduklarından kuşku duyulmayacak.
Bir gün şiddetin yerini sevgi; savaşın yerini barış kültürü; ötekileştirmenin yerini birliktelik aldığında; içine yaşadığımız “cinnet çağı toplumu”nu, biten bir kâbus gibi gerilerde bırakacağız.

Umudumuz çocuklarda…

Hülya SOYŞEKERCİ
hulyasoysekerci@yahoo.com

Kaynaklar
Çağdaş Çocuk Yazını, Selahattin Dilidüzgün, YKY, 1996.
Çocuk ve Edebiyat, Necdet Neydim, Bu Yayınevi, 1998.
Çocuk Edebiyatı, Recep Nas, Ezgi Kitabevi Yayınları, 2004.
Çocuk ve Edebiyat, Sedat Sever, Tudem Yayınları, 2008.
Cumhuriyet Kitap Eki, 20.07.2006-Sayı: 857.

(BEŞPARMAK Edebiyat Dergisi/Söke, Kasım-Aralık 2009'da yayımlanmıştır.)u

17 Şubat 2010 Çarşamba

“MOR ÖTESİ” NDE 12 EYLÜL


Samim Kocagöz,(1916-1993)edebiyatımızda Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi, “dönem romancısı” olarak ün kazanmış ve yapıtlarında ülkemiz toplumunun yaşadığı birtakım dönemlere ışık tutmuştur. 1938’den başlayıp yaşamının son günlerine kadar sürdürdüğü uzun yazarlık serüvenine, özellikle toplumsal dönemlerimizi yansıtan romanları damgasını vurur. 1948’de yayımlanan Bir Şehrin İki Kapısı, yazarın toplumcu gerçekçilik çizgisini yansıtan ilk romanı olarak değerlendirilmiş; aynı roman 1985’te Nabi’nin Park Kahvesi adıyla yayımlanmıştır.
1957’de yayımlanan Onbinlerin Dönüşü’nde İkinci Dünya Savaşı’nın toplumda ve bireylerde yarattığı düş kırıklıklarını anlatan yazar, 1962’deki Kalpaklılar’da (Doludizgin) Kurtuluş Savaşı günlerinin izini sürdü. Tartışma(1976) adlı romanında 12 Mart müdahalesinin toplumsal etkilerini ve tutuklu kaldığı yıllara dair gözlemlerini roman gerçekliği içinde dile getirdi. Bir Karış Toprak’ta(1964) topraksız Yörüklerin yaşamına ışık tutan yazar, Bir Çift Öküz’de (1970) de Yörüklerin dünyasını anlatmayı sürdürdü. Demokrat Parti’nin son yılları ve 27 Mayıs’a geliş sürecini 1973’te yayımlanan İzmir’in İçinde romanında işledi. 12 Eylül 1980 darbesinin toplum ve birey üzerinde yarattığı olumsuzlukları Mor Ötesi’nde (1986) dile getiren yazar, bu romanıyla 1987 Fethi Oğuz Bayır Roman Ödülü’nü aldı. 1989 Orhan Kemal Roman Ödülü’nü, en son romanı Eski Toprak ile alan yazarın pek çok öykü kitabı ve 1983’te yayımlanmış olan Roman ve Yazarlık Onuru adlı bir de deneme kitabı vardır.

Bilindiği gibi Cumhuriyet Dönemi romancılığımızda özellikle 40’lı yıllardan sonra toplumcu düşüncenin ağırlığı artarak; romanların toplumcu gerçekçi bir bakış açısıyla yazılması ön plana geçti. 1980’lere kadar ivme kazanarak süren bu edebiyat anlayışında yazarın çağının tanığı olması, bu tanıklığın yanı sıra toplumsal sorunlara belirli bir perspektiften bakarak çözüm yolları önermesi beklenmekteydi. Eleştirilerde romanın toplumsal boyutunun olup olması da önemli bir kriter olarak dikkate alınıyordu.

Samim Kocagöz, bu edebiyat anlayışının tam odağında yer alan yapıtlarıyla hem Türkiye’nin yakın tarih açısından bir panoramasını oluşturmakta, hem de roman kişileri aracılığıyla toplum sorunlarını dile getirerek çeşitli çözüm arayışlarını da ifade etmektedir. Engels’in 25 Ocak 1884 tarihli bir mektubunda dile getirdiği gibi, “Siyasi, hukuki, felsefi, dini, edebi, artistik vb. gelişimler, ekonomik gelişime dayanır. Fakat bütün bunların hem yekdiğerleri üzerine hem de ekonomik temele etkileri vardır. Ne; neden ve etken olma sadece ekonomik duruma özgüdür ne de geri kalanlar hep edilgen (passive) sonuçlardır.”(Marx-Engels, Selected Correspondence,1965, s:467) Sanatın ekonomik altyapıyla var olagelen ilişkisini dolayımlı ve karmaşık diyalektik süreçlerle açıklayan bu görüş, toplumcu gerçekçi edebiyat ve sanatın temelini oluşturmaktadır. Bu temel üzerinde birçok kuramsal, estetik ve felsefi yapılanmalar inşa edilmiş, uzun yıllar boyunca toplumcu gerçekçi bir estetik modeli yaratılmaya çalışılmıştır. Toplumcu gerçekçi estetik ve edebiyat anlayışı, hem dünya, hem de Türkiye edebiyatını etkilemiş; toplumsal yaşamı ve tarihsel dönemi edebiyat yapıtlarında somutlaştırmak, aynı zamanda edebiyatın erdemi ve roman yazarının onuru ile ilişkilendirilmiştir. Bir anlamda ideal olanın ifade edildiği bu yapıtlar, gelecek güzel günlere duyulan inancın da örtük ya da açık birer aynasını oluşturmaktadır.

Samim Kocagöz, bu ana eksen çevresinde oluşturduğu kendi edebiyat ve roman anlayışını, Roman ve Yazarlık Onuru’nda içtenlikle ifade eder: “Roman sadece bir anlatma sanatı değildir. Roman sadece bir olayın, ya da olayların gözlemi değildir. Roman romancının kendi duygu ve izlenimlerini anlatım sanatı da değildir. Roman, kendi kişiliğinde duyduğu kişileri, toplumu, gözlemlerle, izlenimlerle, duygularla anlatabilme sanatıdır; öyle ki romancı Nietzsche’nin dediği gibi, kişilerle, toplumun içinde erimiş, kendisi başkalarının, toplumun olmuş bir kişidir. Herkesle herkes olabilen, toplumla toplum olabilen kişiye sanatçı demek olanağı buluruz. Böyle de olunca, kişinin, toplumun, düşlerini yansıtabilen sanatçı, roman yazabilirse romancı olur.” Samim Kocagöz’ göre romancı; birey-toplum diyalektiğini gözeten, zengin iç dünyasıyla toplumsal yaşamı bütünüyle kavramaya çalışan, kendi varlığında insanı ve toplumu çözümleyen, romanında yarattığı kişiler aracılığıyla bunları gerçekleştirebilen bir sanatçıdır.

Samim Kocagöz, aynı deneme yapıtında romancının iç dünyasının zenginliğini vurgular ve devam eder: “Yazarken ayrıntılardaki çağrışımlar romancıyı, başkalarının kişiliğine, toplumun gelecekteki umutlarına, düşlerine götürebilmeli, zaman içindeki olaylardan geleceğe bir atılım gücü bulabilmelidir.” Bu noktada, romancıya toplumun geleceği konusunda bir misyon yükler Samim Kocagöz. Öyle olmalıdır ki, romancı toplumun düşlerini görebilmeli, bunları dile getirebilmeli ve bu düşlerin gerçekleşmesine katkı sağlayabilmelidir. Michel Butor’un deyişiyle söylersek; “roman değişen bir toplumun dile getirilmesidir ve az sonra da değiştiğinin bilincine varan bir toplumun anlatımı olur.” Samim Kocagöz, romanın ve romancının toplumsal/tarihsel misyonuna önem veren, düşüncelerini yazdıklarında somutlaştıran, teori ile pratiği romanlarında buluşturmuş olan bir yazardır. Romanlarının bütünüyle incelenmesi sonucunda, yazarın Türkiye toplumunun değişim ve dönüşümlerini, roman kişilerinin penceresinden, ne denli güçlü bir gözlemle ve çözümlemeci bir bakışla işlediği görülecektir. Samim Kocagöz, toplumsal olguların bireyler üzerindeki etki ve izleri üzerinden giderek, daha üst aşamaya ulaşan bir sarmalla, toplumsal düşlere ve toplumsal dönüşüm dinamiklerine açılan bir roman sanatçısıdır. Samim Kocagöz’ü, döneminin yazınsal/estetik anlayışı içinde değerlendirmek ve edebiyat tarihi açısından hak ettiği değeri vermektir önemli olan.

Samim Kocagöz’ün 12 Eylül 1980 darbesinin toplumsal etkilerini ve sarsıntılarını, bireyler üzerinde bıraktığı kalıcı izler açısından ifade ettiği Mor Ötesi romanını, yazarın roman anlayışı bağlamında dikkate alabiliriz.

Bilindiği gibi, daha önce gerçekleştirilmiş olan 12 Mart müdahalesi, ilerici düşüncelerin önünü kesmek için bir baskı rejimi uygulamış, toplumun pek çok kesimini sindirmeyi amaçlamıştı; ama toplum üzerinde kalıcı ve sürekli bir etki yaratmamıştı. Bir toplum mühendisliği projesi olarak başlatılan 12 Eylül 1980’deki darbenin amacı ise, sadece toplum üzerinde ağır bir baskı oluşturmak ve halkta yılgınlık yaratmak değil, aynı zamanda topluma “yeni değerler” içeren bir dünya görüşü getirerek, toplumcu/ sol düşünceye darbe indirmekti. Bu amaçla, inanılmaz bir baskı ve sansür mekanizmasıyla aydınlar susturuldu; basın, radyo ve TV denetim altına alındı. İlerici, aydınlanmacı, toplumcu düşünceleri benimseyen öğretim üyeleri sürgün edildi ya da üniversiteden çıkarılmaya başlandı. Kitaplar toplatıldı, evler arandı. İnsanlar birtakım ihbarlarla gözaltına alındı. Kayıplar, sürgünler, işkenceler, idamlar… acı birer gerçek olarak toplumu depolizasyon sürecine taşıdı. Yıllar içinde toplumcu düşünce ve idealler, haksızlıklarla mücadele, eşitlik ve adalet arayışı gibi erdemler demode ilan edilerek toplumda yeni bir insan tipi yaratılmaya başlandı. Köşe dönücü, kısa yoldan kâr elde eden, rüşvetçi, talancı, bozguncu, dürüstlükten uzak bu insan tipi, yeni bir girişimci modeli olarak sunuldu ve liberal ekonomi anlayışı, böylece çarpıtılarak baş tacı edildi. Bireycilik her alanda öne çıktı; toplum yararını gözeten her türlü radikal düşünce ve sol ideoloji, devrini doldurmuş ve terk edilmesi gerekli düşünceler olarak ilan edildi. Böylelikle, 1980 darbesi asıl amacına ulaştı, değerler aşındırılarak, kavramların içi boşaltılarak sol düşüncenin ve eylemin tasfiye süreci hızlandırıldı. Bu süreç, devamlılık göstererek günümüze kadar geldi. 12 Eylül anayasasının, aradan geçen 27 yıla rağmen hâlâ üzerinde yeterince çalışılamaması nedeniyle, 12 Eylül kâbusunun bir bakıma devam ettiğini de söyleyebiliriz.

Yaşadığı çağa tanıklık etmeyi ve toplumcu gerçekçi perspektiften bakarak dönemine ayna tutmayı amaçlayan, bunu romancının yazarlık onurunun bir gereği olarak düşünen Samim Kocagöz’ün, Mor Ötesi adlı kısa romanı da bu açıdan değerlendirilebilir. Mor Ötesi’nde, 12 Eylül’ün toplumda ve kişilerde yarattığı yıkımlar, kentin oldukça uzak bir kıyı mahallesindeki aydın bir aile ve çevresindekilerin yaşadıkları gerçekler açısından etkili biçimde dile getirilir, Samim Kocagöz tarafından. Roman, bir dönemin yarattığı etkileri sıcağı sıcağına aktardığı için aynı zamanda sosyolojik bir boyut da taşımaktadır. Mor Ötesi, darbe sonrası süreçten bir bölümü aktaran olaylar dizgesiyle, tam anlamıyla bitmemiş, tamamlanmamış bir roman izlenimi bırakır. Olaylar, bırakıldığı noktadan sonra okurun zihninde devam eder; çünkü yazarın asıl vurgulamak istediği, romanda anlatılanların, yaşanan süreçten yalnızca bir kesiti aktardığı, darbenin olumsuz etkilerinin topluma zaman içinde dalga dalga yayılıyor olduğu gerçeğidir. Yazarın bilinçli bir biçimde roman sonunu açık uçlu bırakmasının asıl anlamı budur. Yaşam sürerken, darbenin dip dalgaları yaşamı sarsıntıya uğratmaya devam etmektedir…

Mor Ötesi, yazarın gözlem ve yaşantı birikimini somutlaştıran karakterleri, ustalıkla oluşturduğu betimleme ve diyalogları ile ilgiyle okunmakta; dönemi anlamaya çalışanlara, ‘toplumun içindeki bireyin yaşantıları’ perspektifinden birtakım veriler sunmaktadır. Mor Ötesi’nde görünürde sakin ve sessiz bir yaşam sürdüren emekli tarih öğretmeni ve toplumcu aydın Salih Akmercan’ın, hem kendisinin, hem de yakın çevresinin darbenin pek çok olumsuz etkisini yakından yaşaması ve hep birlikte uğradıkları haksızlıklar, sağlam bir kurgu ve akıcı, duru bir dille anlatılır. Salih Akmercan, mantıklı ve tutarlı davranışları ile romanda sağduyunun ve aklın temsilcisidir. Yazar, bir kez olsun “12 Eylül” ya da “darbe” sözünü etmeden, bu sözü roman kişileri aracılığıyla da kullanmadan, detaylarda yoğunlaşan bir anlatımla, romanın dönemsel arka planını çizer. Salih Akmercan, fırsat buldukça Tarihten Yapraklar dergisine yazılar yazan, tarih konusundaki bilgi birikimini ve yorumlarını okurlarla paylaşan, alçakgönüllü bir tarih yazarıdır aynı zamanda. 12 Eylül’ün basın, yayın ve düşünce üzerinde uyguladığı baskıya, Salih Akmercan’a öğretmenler kulübünde sataşan, darbe yanlısı bir tarih öğretmeninin dergiyi ihbar etmesi, dağıtımına engel koyması olayının içinde yakından tanık oluruz. Hulki adındaki bu adam birdenbire ortaya çıkmış ve ilerici öğretmenleri tehdit etmeye başlamıştır. İhbarcılığını polisle işbirliğine kadar vardıran bir provokatör olan Hulki, olumsuz düşünce ve davranışlarıyla romanda dramatik çatışmayı yaratan unsurlardan biridir.

Öte yandan, romanda Salih Akmercan’ın boyun eğmez sükûnetinin yanında, haksızlıklara öfkeyle karşı çıkan emekli yargıç Nedim Bulutoğlu da önemli bir karakterdir. Salih Bey’in eşinin ağabeyi olan Nedim Bey, yaşanan pek çok haksızlığa öfkelenmekle birlikte, en büyük öfkeyi damadına karşı duyar; çünkü damadı Halim, tam anlamıyla dönemin adamı olmuş; rüşvet, yolsuzluk gibi kirli işlere bulaşmış bir iş adamıdır. Sadece çıkarları için bir tarikata bile girmiştir. Kendi holdingiyle ilgili önemli bir davada kayınpederi Nedim Bey’den, yüksek yargıdaki bir arkadaşına yüklü bir rüşvet teklif etmesini istemiştir. Bunun üzerine çılgına dönmüştür Nedim Bey. Öfkesi bir türlü yatışmamıştır yaşlı adamın. Başka bir gün damadı yine evine gelmeye kalkışınca, durumdan haberi olan Salih Bey’le birlikte onu evden kovarlar. Salih Bey’in ilk defa bu denli öfkelendiğine tanık olmuştur yakın çevresi.
Dönemin kişiler üzerindeki olumsuz etkilerini Salih Bey’in, üniversitede fizik doçenti olan oğlu Doğan’ın ve psikoloji bölümündeki gelini Sibel’in, haksız biçimde görevlerinden alınmaları ve üniversiteden çıkarılmaları olayında da görmekteyiz. Sibel, daha sonra bir ihbarla gözaltına alınmış, orada gördüğü kötü muamele yüzünden düşük yapmıştır. Ameliyat olan ve günlerce hastanede yatan Sibel, ölümün eşiğinden dönmüştür. Doğan ve Sibel, yaralarını sarmak üzere baba evine gelmişlerdir. Yurt dışındaki üniversitelerden gelen teklifleri o güne kadar sürekli reddeden Doğan, yakında yurt dışına gidecek, oralardaki üniversitelerde çalışacak ve bilimsel araştırma yapacaktır artık.

Bütün bu olaylar sürerken Salih Bey’in ve emekli yargıç Nedim Bey’in, birtakım kişiler tarafından izlendiklerini fark etmeleri, psikolojilerini iyice bozar. Başka bir gün provokatör Hulki, Nedim Bey’in evinin polis tarafından didik didik aranmasına neden olan asılsız bir ihbarda bulunur. Evde arama devam ederken, Nedim Bey kalp krizi geçirir… Sonrasında da yine ihbar üzerine, haber vermeden eve gelenler tarafından Salih Bey’in çalışma odası aranır ve uzun yıllar boyunca biriktirdiği tüm araştırma notları, kütüphanelerden elde edip yazdığı bilgilerle dolu çalışma kâğıtları yerle bir edilir, dağıtılıp ayaklar altına atılır. Eve geldiğinde Salih Bey, gözlerine inanamaz. Çok geçmeden, kapıya gelen bazı görevliler, onu emniyete götürmek istediklerini belirtirler. Salih Akmercan, her şeye karşın o direngen sükûnetini bozmaz, karısını alnından öper ve kapıdan çıkar…
Sonrasında neler olmuştur? Salih Akmercan sorgu sonrasında gözaltına alınmış mıdır? Mor Ötesi’nin, toplumsal süreç içindeki bir kesiti aktaran kurgusal yapısı nedeniyle bu sorunun yanıtını okur verecektir; ya da yaşam... Çünkü o dönemde öylesine sık tekrarlanmıştır ki bu durum; her an herkesin yaşadığı/ yaşayabileceği bir gerçekliğe dönüşmüştür.

Romanda karakterlerin olumlu ve olumsuz olarak iki ayrı cepheden işlenmesinin, olumlu karakterlerin yazarın yansıtmak ve dile getirmek istediği gerçeklere ve düşüncelere sözcülük etmesinin, birçok toplumcu gerçekçi romanda olduğu gibi Mor Ötesi’nde de devrimci romantizm etkisi yarattığını belirtebiliriz. Toplumcu gerçekçi romanların önemli bir kısmının devrimci romantizmle sarmal oluşturması, gerçekçiliğin toplumcu boyuta geçtiğinde romantizmle el ele yürümesi hayli ilginç bir paradoks. Bu durumun, karakterlerin derinlikli işlenmediği toplumcu gerçekçi romanları belirli bazı şablonlara taşıdığını ve böylelikle bu tarz gerçekçi romanı, anlatmak istediği gerçekliğin dışına düşürerek başka bir paradoks yarattığını da ifade edebiliriz.

Romanın adının Mor Ötesi oluşuna birçok yorum getirmek olası. Mor ötesi insan gözü tarafından görünmeyen, farklı dalga boyundaki ışığı anlatmaktadır. Görünenin ötesindedir mor ötesi. Yazar, romanda görünenin, anlatılanların ötesindeki bir gerçeğe; 12 Eylül’ün insan ruhunda yarattığı o görünmeyen; ama içten içe yıkıp yok eden tahribata gönderme yapıyor olabilir. Bu açıdan yorumladığımızda, Samim Kocagöz, yıllar öncesinden bugünlere de bir mesaj gönderiyor diye düşünebiliriz. Mor; işkenceyi ve travmaları da çağrıştıran bir renktir. Böyle yorumladığımızda ruhun yanında bedenin çektiği acılar da devreye girer…
Önce anımsanmayı ve sonra da eleştiri- özeleştiri süzgecinden geçirilerek yepyeni bir toplumsal sayfaya dönüştürülmeyi bekliyor içimizdeki, ruhumuzdaki, belleğimizdeki kırılmalar ve sancılarla dolu 12 Eylül anıları… Bugünü geçmişten; geleceği bugünün içinden çıkarıp şekillendirebilmek için; bellek tazelemeye, eleştirmeye, yanlışlıklardan yepyeni ve değerli dönüştürümlere ulaşabilmeye bugün belki de her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Çünkü toplumsal yapıda son zamanlarda öylesine radikal değişmeler oluyor ki, bu değişme ve dönüşmeye toplumcu bakışın içinden nasıl yorumlamalar getireceğimiz; küreselleşmenin ve teknolojik hızın içinde sürüklenen ve savrulan dünyayı anlayıp değiştirebilmemiz; ancak böylesine derinlikli bellek analizleri, harekete geçirilen nesnel eleştiri mekanizmaları ve yepyeni bir toplumcu sanat estetiğiyle mümkün olabilecek gibi görünüyor.

Bu bağlamda, Samim Kocagöz’ün toplumsal dönemleri dile getiren romanlarının, belleklerde aydınlanmalar yarattığını ve yaşananları sorgulayabilmek için önemli bir zemin oluşturduğunu belirtebiliriz. Romancının yazarlık onurunu gözeten Samim Kocagöz, yazdıkları aracılığıyla bugün de mor ötesi anılara pencereler açmayı sürdürmektedir.
Hülya SOYŞEKERCİ
hulyasoysekerci@yahoo.com
(SÖKE ÖYKÜ ROMAN Dergisi Sayı: 1)

Kaynaklar:
Samim Kocagöz, “Roman ve Yazarlık Onuru” Çağdaş Yay. 1983.
Samim Kocagöz, “Mor Ötesi” Literatür Yay. 2008.
Berna Moran, “Edebiyat Kuramları ve Eleştiri” İletişim Yay. 2008.
Berna Moran, “Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış”, 2. ve 3. Cilt. İletişim Yay. 2008, 2007.
TDK Türk Dili, “Eleştiri Özel Sayısı” sayı: 234, Mart 1971.

23 Ocak 2010 Cumartesi

ÇOK SESLİDİR YAŞAM



(Kulak Misafiri, Serap Gökalp, Pupa Yayınları, 2009,174 s, 10.50TL )

İlk öyküsü 1983’te Edebiyat 81 dergisinde yayımlanan Serap Gökalp’in, ikinci kitabı Kulak Misafiri’nde, giderek öyküyü yaşama biçimine dönüştürdüğüne ve ustalığa ilerlediğine dair birçok işaretle karşılaşıyoruz.
Kitapta, kendi içinde çoğalan ve birbirine ilmeklenerek birbirini çoğaltan öyküler ve yaşamlar yer alıyor. Bazen bir öykü kişisi, olay ya da durumla, bazen bir ayrıntıyla birbirine ilintilenen öykülerle ilerleyip çoğalıyor kitabın içerdiği anlamlar. Yaşamın çok boyutluluğunu gösteren bu öyküler toplamı, bir senfoni gibi iç ve dış gerçekliğin içinde yankılanıyor. Okur olarak bu senfoniye “kulak misafiri” oluyoruz.
Yazar konularını insan gerçeğine odaklanarak işliyor; insanın yaşam mücadelesine, toplumla ve çevresindekilerle yaşadığı çelişkilere, kendi iç dünyasındaki çatışmalara; yaşamın dramatik kırılma noktalarına dikkatleri çekiyor. İç derinlik kazanmış karakterlerle çarpıcı olay ya da durumlar üzerine kurulan öyküler oluşuyor böylelikle. Bir yandan, farklı kurgulama teknikleri, modernist bir resimdeki gibi parçalanıp yeniden düzenlenmiş zaman/mekân yapılanmaları, iç konuşmalar, bilinç akışı tekniği, metinsel boşluk, kesinti ve suskular, kitaptaki öyküleri modern kısa öykü sanatının özgün ve deneysel kanalına taşıyor. Serap Gökalp, toplumsal izlekli öykünün, yansıtmalı düz bir söylem ve kalıplaşmış yapı yerine, modernist ve sıra dışı biçim denemeleri üzerinde yükselen biçim-öz diyalektiği üzerinde de kurulabileceğinin özgür ve özgün örneklerini sergiliyor Kulak Misafiri’nde. Kronolojik zaman algısını kıran, parçalı öykü metinleri, yukarıda belirtildiği gibi, bir ya da birkaç ortak noktayla birbirine ilmekleniyor. Böylece öyküler, kitapta senfonik bir bütünlüğe evriliyor; yaşamın çok sesli, çok boyutlu, çok renkli gerçekliğine dokunuyor. Parçadan bütüne, bütünden parçaya mekik dokurken, öykünün ve dolayısıyla yaşamın gücünü duyumsatıyor.
Serap Gökalp’in öykülerinin derin bir psikoloji bilgisi, yoğun davranış gözlemleri ile yazılmış oldukları görülüyor. Kaybolan Eller’de öykü kişisindeki sanrılar ve kişilik parçalanması gibi ruhsal çözülme süreçleri ayrıntılarda titiz bir yorumla ve farklı biçim denemeleriyle dile getiriliyor. Kirpi, mitolojiden gizemli bir cinayete uzanan kurgusuyla, insanın insana yapabileceği kötülüğün sınırlarını zorluyor. Boş Oda Dolu Bavul, zorlu bir insanlık durumu olan yaşlılığı; yalnızlık, istenmeyiş, çaresizlik ve huzurevine itilmişlik bağlamında, duygulu bir dille anlatan, bunu yaşlılık psikolojisiyle buluşturan dramatik yapıda bir öykü… “Bavulun kapanması” yaşamdaki anlamın kapanması, bitmesi demektir aslında. “Bavul yorgundu, yerinden kalkacak gibi değildi.” ifadesinde nesne ile insanın özdeşimi dikkat çekiyor.
Kulak Misafiri’nde çalışma yaşamını odağına alan öyküler de var. Kadınların ev ve iş ortamında karşılaştığı güçlükleri anlatırken yazar olgulardan hareket eden, merkeze insanı alan nesnel bir tutum sergiliyor.
Yazarın öykü dilini oluştururken biçim denemeleri yaptığına; anlattığı olay ya da durumu dil içindeki birkaç küçük değişiklikle ifade ettiğine tanık oluyoruz. Bugün Bekle Beni’de olayı bir noktada kesip o noktadaki sözcüğü de ikiye bölüyor; olay anlatımına öykünün ikinci kişisini anlatıcı konumuna getirerek devam ediyor. Bir Tencere Süt, Geçmişin Çanakları, Annemin Çalılıklarında adlı ardışık öykülerde karakterler farklı perspektiflerden anlatılarak birbirleriyle ilintileri kuruluyor. Yetiştirme yurdundan hayata atılan adımların gölgeli sessizliğinde iki kız kardeşin yıllar sonra bir araya gelmesi, onları yurda bırakan annenin dünyası, farklı açılardan anlatılırken anne ve evlat olma kavramları yeniden sorgulanıyor.
Tarihsel perspektifle yazılan mübadele öyküsü Kanunla Çalınan, dikkate değer bir öykü. Farklı tekniklerle parçalı yapıda bir öykü evreni yaratılıyor. Parça parça insan hikâyelerinin art arda dizilmesi ya da bu parçaların dağınık düzende öykü dokusuna yerleştirilerek zaman ve mekân atlamaları yapılması ilgi uyandırıyor. İki yaka arasındaki insan akışı, mübadele gemilerindeki yaşam, iki ayrı kültür üzerinden aktarılırken, asıl gerçeğin iyi/ kötü, zayıf/ güçlü yönleriyle insan olduğuna; farklı kültürlerin insan gerçekliğinde eridiklerine işaret edilerek, ötekileştirmenin sosyopolitik dayatmalardan kaynaklandığı gerçeği sezdiriliyor.
Kulak Misafiri, öykü evreniyle, toplumsal izleklerin anlatımındaki estetik yönsemelerle, biçim/ biçem denemeleriyle, okura alternatif okumalar sunan, sıra dışı ve özgün bir yapıt.

Hülya SOYŞEKERCİ
hulyasoysekerci@yahoo.com
(RADİKAL KİTAP EKİ, 22.01.2010'da yayımlandı.)

3 Ocak 2010 Pazar

“DERSİMİZ EDEBİYAT”



“DERSİMİZ EDEBİYAT”
Yaşadığımız çağda teknolojinin getirdiği olanaklar sonucu, ‘bilgi’nin yerini ‘enformasyon’ almaya başlamış; bu değişme olgusu giderek daha etkin ve baskın bir konuma gelmiştir. Söz konusu enformasyon akışı herkesin ansiklopedik bilgiye anında ve kolayca ulaşmasını sağlarken, analitik düşünme, yorumlama ve irdeleme gibi mantıksal süreçleri arka plana atmıştır.
Yaşamdan bağımsız olamayacağını düşündüğümüz okullarda da öğretim-eğitim teknolojileri kullanımının yaygınlaşması sonucunda öğretmenin eğitim-öğretimdeki yeni rolünün ve ders müfredat programlarının sorgulanıp yeniden gözden geçirilmesi dönemi başlamıştır. Öğretmenin eğitim süreçlerindeki rolü değişmiş; öğretmen bilgi aktaran değil, öğrenciye bilgiye ulaşma metotlarını gösteren, elde edilen bilgileri analitik yorumlama süreçlerine yönlendiren, gence düşünme, araştırma ve deneylemeyi işaret eden bir rehber(yol gösterici) konumuna gelmiştir. Bu durum, bir bakıma öğretmenin de dönüşümü anlamına gelmektedir. Ansiklopedik bilgi ve enformasyona internet, eğitim CD’leri, radyo, televizyon, film, SMS vb. gibi teknolojik yöntemlerle kolayca, hızla ve anında ulaşabilen genç öğrenciye, bu bilgileri süzebilme, konuya uygun nitelikte olanlarını alabilme ve elde edilenleri yorumlayıp dönüştürebilme yollarını gösterecek kişidir öğretmen. Teknoloji, toplumların her alanını değiştirip dönüştürürken, eğitimi de şekillendirmekte; eğitim kuramcıları ve uygulayıcılarına yepyeni bakış açıları kazandırmaktadır.
Müfredatın asıl uygulayıcısı konumundaki öğretmenin eğitindeki rolünün dikkate alındığı yeni dönemlerde, insanın özüne zenginlikler kazandıran, duygu, dil ve düşünsel gelişimin temellerinden olan edebiyat derslerinin de bütün boyutlarıyla yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Edebiyat dersleri, bence, her şeyden önce metni önceleyen, odağına edebiyat metnini alan, öğrenciyi yaratıcı ve analitik yorumlara yönlendirebilen, ona okumayı sevdiren yeni bir yapılanmaya kavuşmak durumundadır. Bu anlamda metin çözümleme dersleri, ezberci ve enformatik olmayan birtakım öğrenme-eğitme aşamalarından geçilerek işlenmelidir. Yorum gücünü geliştirme, metnin katmanlarını açılımlama, metnin mimari yapısını keşfedebilme, yazılanların içerdiği düz anlamının ötesini görebilme, farklı açılardan bakabilme, estetik beğeniyi yükseltme gibi nitelikler, edebiyat derslerinin temel amaçları arasında yer almalıdır. Enformatik bilgiye, ezberciliğe, şablonculuğa ağırlık veren eğitim modeli mutlaka bırakılmalıdır; çünkü internet teknolojisi dolayısıyla, ansiklopedik-enformatik bilgilerin sınıfta öğretmen tarafından aktarımının hiçbir önem ve anlamı kalmamıştır artık. Son dönemlerde olumlu yönde bazı çabalar ve kıpırdanmalar olsa da, bu kez ölçme değerlendirmede sorunlar yaşanmakta; pek çok öğretmen, derslerini yorumsal biçimde işlemeye çabaladığı halde, değerlendirme sorularını çoğu zaman enformatik bilgiye dayandırmaktadır. Ayrıca uygulanan dört ya da beş seçenekli testler de öğrencilerin zihinsel-dilsel-estetik yaratıcı süreçlerini daraltmaktadır. Yukarıdan dayatılan bu durum, öğrencinin olduğu kadar öğretmenin de yaratıcılığını engellediği için, edebiyata, eğitime ve yaşama at gözlükleriyle bakılması sonucunu doğurmaktadır. Yarışmacı sistemle yaratıcı edebiyat derslerinin bir arada yürütülmesi ne yazık ki olanaksızdır. Eğitimde ölçme-değerlendirme çelişkisinin ya da engelinin ortadan kalkmasının, sınav ve yarışmanın edebiyat gibi yaratıcı derslerden mümkün olduğunca uzak tutulmasının; edebiyat derslerinin seminer/atölye biçiminde verilmesinin uygun olacağını düşünüyorum. Öğrencilerden de bu eğitsel sürece birtakım yaratıcı projelerle katkılarda bulunması istenmelidir. Edebiyat öğretmenlerinden, üniversitede edindikleri şablon bilgileri ya da ezberleme süreçlerini öğrencilere dayatmaları ve bunları ölçüp değerlendirmeleri istenmemelidir artık. Öğretmenler de edebiyat derslerinin enformatik olmayan yeni bakış açısıyla işlenmesi ve değerlendirilmesi konusunda yeterince aydınlatılmak durumundadırlar.
Bu kısa yazıda daha çok yöntemsel açıdan yaklaştığım edebiyat ders müfredatı, ayrıca içerik ve uygulamalar açısından da gözden geçirilmeli, yaratıcı yazarlık, okuma atölyesi, drama etkinlikleri, şiir dinletileri gibi çalışmalarla; sözlü ve yazılı kompozisyon derslerine yoğunluk/ağırlık verilerek, dersler yepyeni bir yapılanmaya kavuşturulmalıdır. Edebiyat dersleri ‘edebiyat tarihi’nin hegemonyasından ve dilbilgisi kurallarının sürekli tekrarından kurtarılarak, yaratıcı/eleştirel okuma; yaratıcı/düşünsel yazma etkinliklerini önceleyen, odağına edebiyat metinlerini alan, estetik bilimiyle el ele yürüyen dersler durumuna dönüştürülmelidir. İçerikler elbette çağa uygun olmalı, modern ya da klasik, yerli ve evrensel edebiyat yapıtlarına açılmalı, insan sevgisiyle dolu, erdemli, barışçı bireylerin yetiştirilmesine de katkı sağlanmalıdır. Edebiyat dersleri, genç öğrencinin dünyasını hem yerel hem de evrensel kültüre açarak, barış kültürü ve erdemi somutlaştırmalı, geleceği şekillendirmedeki sorumluluğu en iyi biçimde yerine getirmelidir.
Unutmamak gerekir ki, edebiyat eğitimi sağlam ve düzgün olan bireyler, etkin/yaratıcı okurlar, yorumcular (ve yazarlar) olarak geleceğin toplumsal yaşamını şekillendirir ve insanlığa yepyeni düş pencereleri açarlar.
Her şey daha güzel bir dünya için…

Hülya SOYŞEKERCİ
(LACİVERT Şiir Öykü Dergisi Kasım Aralık 2009 sayısında yayımlandı.)

20 Aralık 2009 Pazar

İZMİR KOKULU ÖYKÜLER


18/12/2009 RADİKAL KİTAP
Her öyküde bir elimden yazar, bir elimden İzmir tutmuş gibi oldum. İzmir'den güzel hikâye kişisi az bulunurmuş, onu da gördüm. Size de tavsiye ederim, güzel bir selam yollamış yirmi iki kadın İzmir'den, İzmir kokulu. Almak lazım o selamı
ASLI TOHUMCU (Arşivi)
Antoloji sevmeyen okur olur mu! İnsana edebiyatta farklı dönemlerle, başka başka yazarlarla tanışma; sevdiği ve tanıdığını düşündüğü bir yazarın lezzetini unuttuğu bir hikâyesiyle tekrar buluşma; yine edebiyatta belirli dönemleri derli toplu ve bir arada görme fırsatını verdikleri için severim ben antolojileri. Şanslıysam ve tematik bir antolojiyse, her bir yazarın o konuya ‘biricik’ bakışını görürüm. Yazarlar açısından da, bakir kaldıkları bir konuda fikir cimnastiği yapma ve kalem oynatma fırsatını verdikleri için güzel olmalıdır antolojiler, diye düşünmüşümdür.
Sel Yayınları’nın bir serisine getireceğim sözü. Hande Öğüt’ün koca bir avuç kadın yazarı bir araya getirip İstanbul gibi zorlu bir konu üzerine yazmaya ikna ederek hazırladığı Kadın Öykülerinde İstanbul ile başlayan kadın öyküleri antolojileri, güzel memleketimin farklı coğrafyalarını geziyor o günden beri. ‘Türkiye’nin kalbi’ Ankara’dan geçip ve ‘hırçın’ Karadeniz’i aştı kadın yazarlar (yoksa yazar kadın mıydık biz, kimiz, hep karıştırıyorum) Efnan Dervişoğlu’nun emekleriyle. Şimdilerde Yasemin Yazıcı’nın hazırladığı Kadın Öykülerinde İzmir kitaplığımızdaki güzel yerini aldı.
Kadın Öykülerinde İzmir’in açılış notunda ilginç bir noktaya vurgu yapıyor Yasemin Yazıcı. O da şu ki, her kuşaktan İzmirli kadın basında, sinema ve tiyatroda, müzik alanında iz bıraktığı halde, İzmir kökenli kadın yazar konusunda ciddi bir boşluk olması. Kendisi bunun nedenini, kentin yüzyıllardır bir ticaret kenti olmasına ve kentte daha çok günlük yaşama dönük bir hayat tarzının benimsenmiş olmasına bağlıyor. Bense İzmir’de hayatın daha tatlı olmasına! Şaka bir yana, edebiyatla birlikte, kadının var olma mücadelesinin ikiye katlandığını varsayarsak, çok da şaşırtıcı bir durum değil bu sanki. İzmir’den yeni yazarların müjdesini de getiren bu antolojide aşk ön planda. Ancak Yazıcı belirtmediği için hikâyelerin kaçı yayınlanmış kitaplardan seçilmiş, kaçı bu antoloji için yazılmış bilemiyoruz. Mine Söğüt’ün koyu bir hayranıyım; onun sıra dışı kokular yükselen öyküsüyle başladım o yüzden okumaya. İnci Aral, Feyza Hepçilingirler, Ayşe Kilimci, Lütfiye Aydın, Jale Sancak gibi tanıdık isimler kusuruma bakmaz umarım, nasılsa yabancı değiliz düşüncesiyle, ilk kez karşılaştığım isimlerle devam ettim okumaya. Hülya Soyşekerci’nin yazılarının takipçisiydim, kurmacaya bulaştığını gecikerek öğrendiğim için üzüldüm örneğin. Hikâyesinden taşan sıcaklık şaşırtmadı ama beni. Ferzan Gürel’le Kordon’da dolaştım aydın bir İzmirli’yle, Deniz Gezgin’le Kadifekale’ye uğradım bu defa Sosin ve Azad ile, Jale Sancak’la Güzelyalı’da bir bahçenin sırrına eğildim, Birsen Ferahlı ile İzmir’in 1920’li yıllarına konuk gittim. Her öyküde bir elimden yazar, bir elimden İzmir tutmuş gibi oldum. İzmir’den güzel hikâye kişisi az bulunurmuş, onu da gördüm.
Tekrar açarım sayfalarını, dönerim hikâyelerine Kadın Öykülerinde İzmir’in. Size de tavsiye ederim, güzel bir selam yollamış yirmi iki kadın İzmir’den, İzmir kokulu. Almak lazım o selamı!

KADIN ÖYKÜLERİNDE İZMİR
Kolektif
Hazırlayan: Yasemin Yazıcı
Sel Yayıncılık
2009
180 sayfa, 12 TL.

11 Aralık 2009 Cuma

SICAKKANLI İZMİR'DEN KADINLARIN DÜNYASI


 Cumhuriyet Kitap
10 Aralık 2009
Yazı: Gültekin Emre


Kadın Öykülerinde İstanbul, Ankara ve Karadeniz’den sonra, şimdi de İzmir. Yirmi iki kadın yazarın Ege’nin incisi ‘Aşk İzmir’e ilişkin öyküleri yer alıyor bu son kitapta. Kadınların içten bakışıyla oluşan öykülerde aşk, sevgi ağırlıkta bu kez. İzmir, her haliyle öykülerin omurgasına sımsıkı ağmış. Kadın Öykülerinde İzmir, kentin belleğine, geçmişine, bugününe, yerlisine, yabancısına, sokaklarına, yaşamına, düşlerine, anılarına, kadınına-erkeğine, çocuğuna yol alan hikâyelerle örülü.

‘Kordonboyu’nda Ferzan Gürel, İzmir’in güzel akşamlarından birinde İlhami Beyin dünyasına sokuluyor. Çok kalabalıktır Kordonboyu. ‘Yörede oturanlar, yazdan kalma bir alışkanlıkla akşam gezisine çıkmışlardı. Bu alışkanlığın nedenlerinden biri de, kıyıyı boydan boya kaplayan yüksek yapılar yüzünden akşamları esen meltemin arka sokakları pek soluklandıramamasıydı.’ Geçmişine dalıp giden İlhami Beyi evinde bir sürpriz beklemektedir. Eşinden ayrılan oğlu Oğuz hava gazıyla intihar etmek istemiş ama annesi tarafından kurtarılmış ve ambulansla hastaneye kaldırılmıştır. Yeğeni amcasını hastaneye götürürken kaza yapar. Hastane yolunda düşüncelere dalar İlhami Bey: ‘yaşamla, ölümün kıl inceliğinde bir sınırla ayrılmış olmasının gerçeği, soğuk esintiyle, bir kez daha değip geçmişti ona. Böyle bir gerçeği algılamak, oğlunun durumundan ötürü çektiği acılara da merhem oluyor gibiydi o an…

Kirlisarı’da İnci Aral, Bir tren yolculuğunu ele alıyor. Annesiyle dargın karısıyla değil de yalnız gider İzmir’e Ziya. Bayramın son günü annesinin elini öper. Sıkıntılıdır. Kasabadan İzmir’e göçüşleri aklına gelir. ‘Kentin kıyısında, eski bir ev’ edinişlerini düşünür. El arabasıyla sokaklarda sebze satarak ailesini geçindirir babası. Aynı kompartımandaki Çiğli’deki ayakkabı fabrikasında çalışan çocukla konuşmaya başlar. Evden kaçıp barlarda çalışan kız kardeşinin peşine düşen Ziya, başarısız olur, geri getiremez onu eve. Yoksul kesimin büyük kentteki sıkıntı, tedirginlik ve özlemlerine ışık düşürüyor, İnci Aral.

‘Tren hayat yönünde gider’

‘Hüznün Buruk Tadı‘nda Gülseren Engin, yaşlılar yurdundaki Sakine Teyze’nin geçmişini ağdırıyor öyküsüne. Kocası şoför Adil Amcanın huysuzluğuna, sertliğine, başka kadınlara gidişine göğüs geren Sakine Teyzenin suskun yaşamından acı kesitler çıkıyor önümüze bu öyküde: ‘Yaz aylarında bazen Adil Amcalara konuk gideriz. İzmir’in tutuşup kavrulduğu aylardır. Terasta uzun bir masa kurulur, çeşit çeşit yemeklerle donanır. Adil Amca rakısını açar. Bir yudum alır, derin bir ‘oh!’ çeker. Ardından bir tutam maydanoz. Adil Amca, biraz yaşlanmış… Hacı Teyze ölmüş birkaç yıl önce. Sakine Teyzenin yüzü gülmüş biraz.’ Zaman geçer, kent de insanlar da değişir, pek çok şey tarih olur, geçmişte kalır: ‘Yıllar sonra aynı evdeyiz… Sinema yıkılmış yerine büyük bir alışveriş merkezi yapılmış. Evin pencerelerinde körfez yok artık. İzmir’in hanımeli kokan geceleri yok…’

‘Denizin Canı’nda Zeynep Avcı, İzmir’deki Rumları konu ediniyor. ‘antika bir mücevher’e benzeyen eski bir Rum evindeki bir adamın elinden kayıp gidenlerin öyküsü, bu: ‘Çalı gibi kalın kaşları, kalın dudakları, kemerli burnu, yelken kulakları başkasından ödünç alınmış da onun kafasına eklenmiş gibi. Bakışları da şaşırtıcı. Koyu mavi gözleri dümdüz, ısrarcı, dünyayı bir çırpıda yutacakmış gibi bakıyor.’

‘Yaşlı Deniz Tanrısı’nda Feyza Hepçilingirler, kaptan olamamış, ancak ikinci kaptanlığa kadar yükselmiş bir adamın dramını seriyor gözler önüne. Halil Kaptan, evde karısına ve iki kızına göz açtırmaz. ‘Köyün öteki kızları kapı önlerinde, taraçalarda türkü söyleyip çeyiz işlerken Kaptan’ işe koşar kızlarını: ‘Börülce toplamaya bahçeye, karpuz bakmaya bostana, soğan dikmeye tarlaya; analarını artlarına tak’ar gözcü olarak. Bir yanlışlık, eksiklik görünce de eşek sudan gelene kadar döver kızlarını, karısını. Böyle sert bir adamın kızları da gönülden geçirdikleriyle değil de babalarının isteğiyle evlenirler. Hem kendine, hem de ailesine çektiren Halil’in denizde, karısının gözü önünde ölüşüyle son buluyor ekmeğini denizden çıkaran bu gaddar, zalim insanın öyküsü.

‘Özlemin Acı Tadı’nda Lütfiye Aydın, düşünde gördüğü İzmir’e vurulan, oğlu uyuşturucudan içerde yatan ve uzaklardan oğlunun ziyaretine gelen bir kadının monologunu ele alıyor: ‘Bir zamanlar avcumun içi gibi bildiğim İzmir artık ürkütüyordu beni. Yeni Otogar’dan kalkan servis minibüsü, sonradan oluşmuş semtlerden birinde beni bırakıp gidiverecekmiş ürküntüsü ile titriyordum.’ Kendi halinde ailelerin çocuklarının gençliği ‘Yokluklarla, yoksunluklarla, parasız yatılı okulların yasakları ile boğuşa boğuşa’ geçip gider. Yoktan var edilir her şey. Yoksun kalınan şeylerden çocuklar nasiplerini almasınlar diye çabalanır. İzmir’de mimarlık okumaya gelen Deniz, Buca Yarıaçık Cezaevi’nde uyuşturucudan yatan oğlunu görmeye gelen, dertli, yüreği yanık bir annenin iç sesi, iç paralayıcı.

‘Bir Evlilikten Sahneler’de Raşel Rakella Asal, birbirlerine çok bağlı karıkocanın evliliklerinin zaman içinde tükenişini, kocasının başka bir kadınla birlikte oluşunu anlatıyor şaşarak, hazmedemeyerek. Öyküsüne İzmir’i de katık ediyor. Gemileri olmayan bir İzmir’i kim düşleyebilir ki? ‘Susuz bir ev, palyaçosuz bir sirk, ya da gizemli olmayan bir labirent gibi olurdu, denizsiz İzmir.’

‘Surlarda’da Ferda İzbudak Akıncı, İzmir’e dışardan gelenlerin öyküsünü anlatıyor ironik bir biçimde. Aslında bir saatçi dükkânında uyuyakalan bir kadının düşlerinden oluşuyor öykü. İzmir’den içeri girmeye uğraşan kadın, kentin her kapısında geri çevrilir ve bunun nedenini bir türlü anlayamaz. İzmir de ‘düşleri olan bir şehirdir. Sokaklarında güpegündüz düş gören insanlar gezinir.’

‘İzmirli Yabancı’da Şükran Yücel, Kanada’dan babasının ölüsü için İzmir’e gelen kızın öyküsü yer alıyor. İzmir’den ayrı kalmaya dayanamayan bir Rum’un karısını, kızını, işini on beş yıl önce bırakıp İzmir’e gelmesinin nedenleri kentin çekiciliği ve çocukluğunu geçtiği yerlere dönme özlemidir elbette. Kızı babasını bağışlamaz ve neden kendilerini bırakıp gittiğini anlayamaz. Babasının ölümü üzerine İzmir’e gelir ve babasının kenti onun da yaşayacağı yer olur: ‘Nefret ettiğimiz şehir, belki de en sevdiğimiz yerdir.’ Babasının kendilerini bırakıp giderkenki sesi hâlâ kulaklarındadır: ‘Beni istemeyen Fransa mı vatanım, yoksa hiç benimsemediğim Kanada mı? Hollandalı annemin vatanına mı dönsem? Babaannem, Sakız adasından göçmüş. Dedemin biri, İtalyan. Atalarımın kimi İngiliz, kimi Fransız. Hangisini vatan bilmeliyim?‘ O, İzmir’i seçer ve orada da ölür.

‘Karım Öle’de Ayşe Kilimci, şoför Niyazi’nin evlilikte başına gelenleri anlatıyor. Niyazi, her türlü işi yapar ama evlenmeye fırsat bulamaz. Evlilik simsarı birisi ona Türkçeyi konuşamayan bir Kürt kızı bulur ve evlendirir. Niyazi’nin feleği şaşar! Kadının kardeşleri Niyazi’ye huzur vermezler. Karısı kocasıyla ilgilenmez. Çocuğunu alıp ailesinin yanına, gösterilere gider. Evine gelmiyor, ailesine bakmıyor diye kocasını polise şikâyet eder. Niyazi’nin başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmez! Kentin nüfusunun giderek nasıl karıştığını, bozulduğunu alaysamalı bir dille anlatıyor Ayşe Kilimci.

‘Aşkizmir’de Gönül Çatalcalı, Salih’le Nedret’in ayrılmanın eşiğinde yeniden birleşmelerini öyküleştirmiş. Salih, İzmirli değil, Doğulu. Geleneklerine bağlı bir aileden geliyor. Nedret ise ‘birkaç göbek öteden İzmirli, modern bir ailenin kızı’dır. Salih, Nedret’i tanıdığında memleketlisi bir kızla nişanlıdır. Nişanı bozması ise geleneklere aykırıdır. Bir trafik kazasında nişanlısının ölmesiyle Salih yeniden sevdiğine döner. Nedret, İzmirlilerin hoşgörülülüğünü gösterir ve sevdiği adamı bağışlar: ‘Küllerinden doğan aşkların, küllerinde boğulan sevdaların kenti’dir İzmir.

‘Tren Hangi Yöne’de Hülya Soyşekerci geçmişinin tünellerinde yol alan birinin dünyasını yansıtıyor hüzünlü bir biçimde. Değişen yaşamın, çevreye bakıştan geride kalanların öyküsünün son cümlesi ne kadar içe işleyici! ‘Tren Hayat yönüne gider. ‘

Kuytu köşelerde birbirini öpen gölgeler

‘İzmir’in Gözlerinde Hüzün, Ege’nin Kalbinde Aşk’ta Yasemin Yazıcı, Ege’yle İzmir’in aşkını öyküleştiriyor. Ne Ege İzmir’den, ne de İzmir Ege’den kopabilmiştir yüzyıllardır. Aralarındaki masalsı, mitolojik aşkı kim yadsıyabilir? ‘İzmir ve Ege, gül, hanımeli, yasemin, ful kokan sokaklarda birbirine tatlı sözler fısıldayarak imbat esintilerinde sarmaş dolaş’ıp gezip duruyorlar. ‘Kuytu köşelerde birbirini öpen gölgelerini’ bırakırlar. ‘Kemeraltı çarşısının kalabalığında bile baş başa’ kalırlar. ‘Kabataş’ın arka bahçelerinde gazozlarına nohut atıp, incir ağaçlarının kaygan dallarında şeytana inat saklambaç’ oynarlar. ‘Güzelyalı’nın kıyılarından İnciraltı’na… Klizman’a… Urla’ya… Ege gelip geçen rüzgârlardan çaldığı düşlerini‘ anlatır, ‘İzmir gülümseyerek’ dinler sevgilisinin anlattıklarını. Kaybolan güzelliklere, değerlere, değişen yaşam biçimlerine, sokaklara bir hayıflanmayı dile getiriyor Yasemin Yazıcı.

‘Güzelyalı‘daki Bahçe’de Jale Sancak, geçmişteki iyi ve güzel şeyleri anımsayınca insanın yüreği kanar ya bu öyküde de o var: ‘Peki neydi hatırladığım: Çamların tümüyle üstünü örttüğü, iğne yapraklarının tüm zemini kuşattığı serin bir bahçe, bahçenin ortasında üç katlı, boz renkli, yeşil tahta kepenkli, yüksek pencereli, geniş bir ev. Denize inen uzun, ince bir yol. Yolun bitiminde, evin önünde küçük bir çakıllık, hasır bir çardak ve bir iskele. İskeleye bağlı bir kayık.’ ‘Kaybolmuş güzel zamanlardan kalan bu görüntüler dinginliği, erinci’ çağrıştırır hep. Peki imgelemde boy veren bu ‘bahçede yaşanmış, bahçenin her yanını kuşatmış, bahçeden haz almış, bahçeyle sarmaşmış, bahçeye sevinçler, güzel telaşlar getirmiş o aşk da düş müydü acaba?’

‘Kaybedilen‘de Selma Sancı, yazlıkçı ailenin gidişiyle yalnız kalan bir köpeğin ve Alaçatı’dan ayrılıp büyük kente giden bir kadının dünyasını ele alıyor. Yalnızlık ve burukluk öykünün omurgasına ağmış: ‘Akşam oluyordu. Can çekişen ışığın titrek gölgeleri arasında günün bitmesi nerede olursa olsun dokunaklıydı. Alaçatı’da günlerin adı yoktu, boşlukta birbiri ardına sıralanışı vardı. Bu saatlerde çocuklar oyundan yorgun düşerdi, büyükler yemek telaşında olurdu, denizdekiler toplanırlardı. Verandalarda masalar donatılır, mutfaklardan kızartma kokuları gelirdi. Sanki herkese düşen bir rol vardı da o kendininkini bilmiyordu. Orada kaç çeşit yalnızlığın tanığı olmuştu. Ama bu gidişinden aklında tüylerinin arasından bakan kederlerle gölgelenmiş bir çift göz kalmıştı.’

‘Bir Deli Heves’de Birsen Ferahlı, bir ailenin içinden bakıyor İzmir ve kentin yaşamına. Varlıklı ailelerin günlük yaşamı ve dünyaları, aşkları özgün bir biçimde yansıyor öyküye.

‘Pantolon Ütüsü’nde Oya Uslu, boşanmak üzere olan bir çiftin yeniden barışmasını ve ‘yeni bir hayatın sancısını’ ele alıyor. ‘İzmir’in ilk kurulan yeri olan Bayraklı, tepeden şehre bakıyor, mağrur gözlerle körfezi’ seyrediyordur. Deniz boylu boyunca uzanıyor; mavi, dantelli, elbise giymiş cilveli bir kadın gibi kıyıya sokuluyor, bir çekiliyor, özgürlüğün tadını’ çıkarıyordur. Meltem rüzgârlarını soluyan eski evler ise yoksulluğun ve modern yaşamın sarsıntısından çatırdıyor, bazıları dayanamıyor’dur. Yıkıntıların altında ise kadınlar ve çocuklar kalıyordur en çok.

‘Deniz Kabuğu’nda Loren Edizel, 1941 yılı İzmir’inden bir kesit sunuyor. Kendisinden oldukça yaşlı, zengin biriyle evli bir kadının yasak aşkı bizi çok gerilere götürüyor. Savaş sırasında deniz ticaretiyle uğraşan bir ailenin yaşamı tümüyle gözler önüne seriliyor.

‘Pamuk Düşler Satıcısı’nda Vicdan Efe, balonların içine yazılan umut veren sözcülerin bir kadındaki etkisini kurgulamış öyküsünde. Mutsuzluğa umut, umutsuzluğa bahar düşlerle yaşama farklı ve umutlu bakmayı öneren iyimser bir balon satıcısının dünyasından yansıyanlar.

‘Işık, Sır ve Düş İzmir’de Emel Kayın, bir zamanlar azınlıklarla iç içe yaşayan İzmir’in sokaklarına dikkat çekiyor: ‘Geçim derdi, anne-baba kavgası, kocaları savaşa gitmiş ve bir daha hiç dönmemiş kadınların gözyaşları, yaşlıların sonu gelmeyen sızıldanmaları, benim gözümde hep bizim yokuş sokağımıza özgü meselelerdi. Onlar Şükriye Teyze’nin, Nurettin Amca’nın, Hatice Abla’nın, küçük Ahmet ile Halit’in sıcak, sevgi dolu, bir o kadar da sıkıcı ve boğucu hayatlarıydı. Öteki İzmir’de ise Mari’nun, Livia’nın, Niko’nun renkli yaşantıları vardı.’ İşte bu sokağın yer aldığı mahallede ‘taşra kasabalarının dingin atmosferi’ vardır. Kentin yerlilerin yaşamıyla dışardan gelenlerin farklı dünyaları iç içe geçmiştir çoğu zaman aralarında sıkı bir bağ olmasa da.

‘Aşkı Hikâye Yapan İmkânsızlıktır Değil mi Anneanne?’de Mine Söğüt, hayıflanarak geçmişine, çevresine bakanların öyküsünü paylaşıyor bizimle. Geçip gidenlerin yerine konamayan iyi şeylerin acıklı öyküsü! Kıyıda yaşayanların, kente iyice sokulamayanların parçalanmış öyküsü!

‘Su Çiçeği’nde Deniz Gezgin, İzmir’e Doğu’dan gelen Azad ile Sosin’in öyküsünü ele alıyor. Ayakta kalabilmek için çalışıp didinen ve aşkla birbirine bağlı bu iki insanın dünyalarına sokuyor bizi yazar. ‘Kadifekale’den aşağı İzmir’e doğru inmeye başladılar. Önce Azad’ın Konak dediği yere gittiler. Kalabalığın arasından ılık rüzgâra karşı yürüdüler ve denizi yakından gördüler.’ ‘Güle oynaşa Alsancak’a vardılar. Her yerde mağazalar, pastaneler, çay salonları ve hepsini dolduracak kadar insan vardı. Tıpkı memleketin damları gibi, burada da sokaklar yaşam doluydu.’

İzmir’in ve kentte yaşayanların acılı, hüzünlü, geçmişle dopdolu öykülerde anılar, gözlemler büyük yer tutuyor. Düşler, günlük yaşamın acımasız çarkı, aileler ve unutulmaz yüzler, unutulması olanaksız aşklar, çokdillilik, çokkültürlülük, masalsı yaşamlar, kırılmalar, gizler öykülerin çatısını oluşturuyor. Deniz, tarih, kentin değişik cepheleri ve aşk bir araya gelmiş Kadın Öykülerinde İzmir’de. Kitabı hazırlayan yasemin Yazıcı ise ‘İzmirli olmaksa, son zamanlarda neredeyse farklı olmakla eşanlamlı; sanki tümden kendine ait bir yurt’ diyor.

Kadın Öykülerinde İzmir/ Yayıma Hazırlayan: Yasemin Yazıcı/ Sel Yayınları/ 184 s.