26 Ocak 2009 Pazartesi

YAŞLANMAZ BİR ÇOCUK




10 Ocak 2001'de seksen yaşında kansere yenik düşerek yaşamını yitiren Necati Cumalı, çok sevdiği İzmir’in imbat rüzgârlarını selamlayan Urla ilçesinde, her yıl 10 Ocak’ta anılmaktadır. Ünlü şair Yorgo Seferis’in de çocukluk günlerine tanıklık eden şairler mekânı Urla’da bu yıl da Cumalı için bir anma günü düzenlendi. Anma etkinliklerinde sanatçının edebi kişiliğine dair konuşmalar yapıldı, şiirler okundu. Oyunlarından bazıları sahnelendi.

EGE’NİN İMBAT ESİNTİSİ
NECATİ CUMALI ŞİİRİ

Necati Cumalı’nın şiirlerini okuduğumda, yaşanmışlıktan süzülüp gelen ilginç ve çarpıcı öykü kurguları içinde yol aldığımı düşünür, bu dizelerde, anlık yaşantıları ya da yaşamdan kesitleri aktaran sıcacık öykülerin içindeymiş gibi duyumsarım kendimi.Cumalı’nın şiirlerindeki öyküselliği ya da anlatı karakterini besleyen ana damar, şairin yaşantıları ya da anılarıdır. Yoğun bir empati duygusuyla, insanların çilelerini yüreğinde duyumsayarak, ayrım gözetmeyen gerçek bir insan sevgisiyle öyküleme yapar, Güzel Aydınlık kitabında yer alan “Bir Ana” adlı şiirindeki gibi:


“Kadın çamaşırdan dönüyor olmalıydı/Kolunda bohça, sert soda kabartmış ellerini/
O yaşta bütün yahudi kadınları gibi/Sırtında eski bir siyah kadife hırka/Bir şikâyet, yorgunluk ifadesi bakışlarında
Küçük, çilli, dik kızıl saçlı/ Satılmamış gazeteleri koltuğunda/Üşüyen bütün küçük çocuklar gibi/Burnunu çeke çeke, avuçlarını hohlaya hohlaya/Sürterek eskimiş kunduralarını/Ayak uyduruyordu anasının adımlarına Onlar önde, ben arkada/Bir mart gecesi onbirden sonra/Taksim'den Tünel'e kadar yürüdük/Alçak sesle konuşuyorlardı aralarında/Sanki bir değirmen ağır ağır dönüyor/Hayat, ağır ağır akıyordu/Bulanık, kirli nehirler gibi/Büyük, karanlık binalar arasında”


Necati Cumalı, ilk şiirini 1939’da Urla Halkevi Dergisi’nde yayımladığında henüz on sekiz yaşında, dünyaya umutla bakan gencecik bir insandı. Bir süre sonra, yeryüzünün gördüğü en acımasız savaşlardan olan İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıllarda, şiirleriyle yazın yaşamına girdi. Yeni bir edebiyat anlayışını savunan dönemin tüm ilerici ve yenilikçi dergilerinde yazmayı sürdüren Necati Cumalı, şiirlerini özellikle bu anlayışın temsilcileri olan Varlık, Servet-i Fünun - Uyanış, Yeni İnsanlık gibi dergilerde yayımladı. 1943 yılında ilk kitabını çıkardı: Kızılçullu Yolu. Aynı yıl askere giden Cumalı, terhisine yakın geçirdiği ‘zehirli sıtma’ yüzünden hava değişimine gönderildi (1944), hem askerliğin hem hastalığın etkisiyle Harbe Gidenin Şarkıları adlı ikinci kitabını yazdı. Bu kitabındaki şiirler o dönemde büyük yankılar uyandırdı. (1945). İlk öykülerini de aynı yıl yayımlamaya başlayan Necati Cumalı, yaşamdan ve yaşanmışlıktan beslenen, aydınlık bir bakışla ve duru bir dille, gün ışığı dolu dizelere imzasını attı. Gücünü yalınlık ve özlülüğünden alan şiirsel dili, öykü, roman, deneme gibi düzyazı yapıtlarının ve oyunlarının temelinde yapıtaşı olarak yer aldı. Dil ve anlam oyunlarından uzak, gündelik yaşama dair konular işleyerek halka yakın olmayı önemsedi.


Orhan Veli'nin öncülüğündeki Garip hareketi ile Nâzım Hikmet'in başlattığı 'Toplumcu-gerçekçi' şiir akımı arasında kendi üslubunu yaratan Cumalı, şiirlerine açık ve net bir görünümle birey halleri, gündelik hayat, toplum ve dünya durumlarını yansıttı. Şiirimize kendine özgü bir ‘Necati Cumalı çizgisi’ getirdiğini, özgür ve özgün bir poetikayı geliştirdiğini ifade edebiliriz. Cumalı 1955'ten sonra şiirin yanında, öykü, oyun ve romanı birlikte sürdürmeye önem verdi. “Ben en güzel aşk şiirlerini hep el sürmediğim kadınlar için yazdım” diyen Cumalı'nın şiiri, kendi yatağında sükûnetle ve sabırla akan güneşli bir ırmağın akışına uyarlıydı sanki. Şiirlerinin birçoğunda yer alan Güler’in kim olduğu sorusunu Türk Dili Dergisi’nin Şubat 1981 sayısındaki söyleşide şöyle yanıtlamıştır:
“ Catullus'un Lesbia’sı var. Benim de Güler’im. Şu var ki ben o şiirleri yazarken Catullus’un adını bile duymamıştım. Aşkı somutlaştırmak istedim, etli kemikli, canlı bir görünüm vermek için ad taktım şiirlerimdeki kadına...”


İlk dönem şiirlerinde Orhan Veli ve arkadaşlarının başlattığı Garip Akımı’nın izleri olmasına karşın, bu akımın ilkelerini tam olarak uygulamamış, Garip şiirinin sağladığı olanakları genişleterek kendi sesini ve tarzını yakalamıştır. Halk söyleyişlerle yazma, günlük yaşamın içindeki şiiri yakalama; göze çarpmadan, sessizce yaşayan yoksul ve orta halli insanları anlatma, yaşama çocuk duyarlığıyla bakma, kuralcılığı ve biçimciliği aşma, yalın ve duru bir dili benimseme yönlerinden Garip Akımı’yla ruh yoldaşlığı olmasına karşın, İkinci Dünya Savaşı karşısında ironik tarzda değil de, savaşın yıkımlarından duyduğu acıyı ve içindeki kırılmaları içtenlikle yansıtan, duygu derinliğini önemseyen şiirler yazmış, bu acılarını dile getirirken umuda sürekli vurgu yapmıştır: Sözgelimi, “Güzel Aydınlık” şiirinde umut, neşe, sevinç ve aşkı yaşamaktan duyulan mutluluk vardır. Onun içinde yaşayan masum ve temiz çocuktur bu aydınlığı ona taşıyan, gözlerini güneşe açan… Bu şiirinin son dizeleri şöyledir:“Biz fakirdik ama iyi insanlardık/Bolluk yıllarında da/Felâket günlerinde de/Seni yanı başımda gördüm/Güzel aydınlık/Tatlı aydınlık” Yaşar Kemal de Necati Cumalı’nın yaşlanmaz bir çocuk olduğunu söylemiştir, şairin 70. doğum gününde.




Birey-toplum diyalektiğindeki dengeleri çok iyi gözeten Necati Cumalı, savaş yıllarında olduğu gibi tüm yaşamı boyunca umudun aydınlığını içeren şiirler yazdı. İnsanlık için yüzyıllar boyunca anlam ve önem taşıyan toplumsal ve insani değerlerle ve geleceğe duyduğu umutla bağını koparmadı. Harbe Gidenin Şarkıları’yla başlayan içten söyleyişlerle toplumsal sorunlara duyarlılığını tüm şiir serüveni boyunca sürdürdü. İkinci Dünya Savaşı’nın bunalımlı yıllarında öteki çağdaşları gibi, savaşın iç ve dış yıkımlarını, savaşın anlamsızlığını yapıtlarında yansıttı. Özgürlük, yurtseverlik ve barış izlekleri öne çıktı şiirlerinde. Evrensel duyarlılıkla kaleme aldığı şiirlerinde dünyanın acılarını omuzlamaya çalıştı. Bazen toplama kamplarındaki insanların dramını anlattı, bazen çöldeki savaşları, bazen de yoğun bir empati duygusuyla, nöbette zorunlu olarak bekleyen bir askerin çilesini yine evrensel bir bakışla dile getirdi:“Sarışın bir nöbetçiyi unutmayacağım/Hep ona bakıyorum bir saattir/Sağ eli tüfek kayışında/Demin cebindeydi/Şimdi miğferini düzeltiyor sol eli/Göz kapakları açılıp kapanıyor kendiliğinden/Havada buğulanıyor nefesi/Geziniyor alışkanlıktan/Düşünmeden bakınıyor/ Niçin bilir mi?/İşine giderdi eskiden” diyen Necati Cumalı, bu şiirinde sanki Orhan Veli’nin “Harbe Giden Sarı Saçlı Çocuk”’unu nöbetteyken gözlemlemiş gibidir. Ne yazık ki bu çocuklar savaşın acımasızlığına yenilirler genç yaşta: “Bu saçlar hiç dökülmemiş/Dalgalı, gür/Dişler lekesiz, beyaz/Bu çocuk ne kadar belli/Hayata doyamadan gitmiş.” (Saçlar ve Dişler) “Muharebe Görmüş Bir Adam Anlatıyor” adlı şiirinde dile getirdikleri içimizi acıtır:“Muharebede ne ölüm korkusu gelir/İnsanın aklına/Ne, evi barkı düşünürsün/Gezin üst kenarın ortasından/Arpacığın tepesinden/Beğendiğin yerini seçersin hedefin/Tetiği elin titremeden çekersin Artık karşındaki sana benzemez/O da küçük bir dükkân işletir memleketinde/O da karısını sever/Onun da senin gibi/Küçük bir çocuğu var/Aklına bile gelmez/Artık senin yaşaman için/Onun ölmesi lâzımdır.” Bu şiir çok yalındır; konuşma tonlamasıyla düzenlenmiş, günlük dilin kodlamalarıyla yazılmıştır. İnsani duyarlığın savaşta yok olması, kör-sağır-dilsiz kalan yürekler vardır dizelerde: “Ya ölecek ya da öldüreceksin…” demek ister ‘muharebe görmüş adam’. Savaşın, insanı robota dönüştüren acımasız gerçeğidir anlatılanlar…


“Size sunuyorum bu şiirlerimi/Ey tarihin hürriyet kavgalarında ölenler!”dizeleriyle Necati Cumalı, özgürlük aşkını dile getirdi ve bu uğurda ölenleri de selamladı. Antonio Machado’dan çevirdiği “Savaş” adlı şiir, faşizmin acımasızlığı karşısında şairin evrensel barışa, özgürlüğe tutkusunu dile getiren, duygu dolu bir çevirisidir: “Kinden garazdan bir elle, ey canım İspanya/-Denizler arası, denize inen, enli lir-/Çizildi üstüne savaş bölgeleri bir bir,/En yığılı dağlar ovalar, siper her kaya. Garaz bir fırtına, alçaklık bir toz bir duman/Dalmış öz meşeliklerine elinde balta/Senin altın salkımlarından şarap sıkmakta/Toprağının tohumudur kaldırdığı harman Bir kez daha - bir kez daha! - Ey gamlı İspanya,/Nen varsa rüzgâr taşan, denizle yıkanır ya/Hıyanete kurban, tüm kırdı geçirdi fesat Nen varsa kutsal, kirletildi unutularak/Tüm ne kaldıysa arıtmış bağrında toprak/ Sunuldu bir yağmaya, satıldı haraç mezat” Bu şiirin dokusundaki duygu, Neruda’nın “Kalbimde İspanya” ’sını anımsatır.




Necati Cumalı, bu dönemdeki şiirlerinde Garip Akımı’nın yer yer başvurduğu sürrealist tonlamalara yönelmedi. Garip şiiri, o korkunç savaşın yıkımları nedeniyle insani değerlerin/kavramların içinin boşaltılmasına, insanlığın yıkımına alaysamayla direnen bir şiir anlayışını geliştirerek kendisini var etmişti. Bu sarsıcı ortamda yaşamı bütün getirdikleriyle birlikte, günü gününe yaşamak ön plandaydı; insanlar savaşı iliklerinde duyumsuyorlardı. Orhan Veli şöyle der: “Ekmek karnesi tamam ya, / Kömür beyannamesi de verilmiş; / Düşünme artık parasızlığı/ Düşünme yapacağın yapıyı/ El tutar ömür yeter/Yarına Allah kerim/ Dayan hovarda gönlüm” Başka bir şiirindeki“Düşünme/ Arzu et sade/Bak böcekler de öyle yapıyor” dizeleri, savaşın yarattığı bunalımın farklı ve iç acıtıcı bir yansımasıdır. Bu durum, bence Garip şiirinin kendine özgü bir başkaldırısıdır. Başkaldırı duygusunu hiçlikte bulan, naif-ironik bir yoldan protestosunu söylemeye çalışan şiirdir Garip şiirleri. Orhan Veli, şöyle der “Bayram” adlı şiirinde: “Kargalar, sakın anneme söylemeyin! Bugün toplar atılırken evden kaçıp/ Harbiye Nezaretine gideceğim/ Söylemezseniz siz macun alırım/ Simit alırım, horoz şekeri alırım/ Sizi kayık salıncağa bindiririm kargalar,/ Bütün zıpzıplarımı size veririm./Kargalar, ne olur anneme söylemeyin.”


Bu yıllarda, 1940 Kuşağı Toplumcu -Gerçekçi hareketi de çok önemlidir. 1940 yılı, bir anlamda şiirimizde derin bir kırılma döneminin başladığı yıldır. Yeni bir kuşak olduklarını dile getiren genç şairler, toplumsal sistemle tarihsel bir hesaplaşma içine girdiler. Siyasal, toplumsal, kültürel değişmeler, şiir sanatında özellikle içeriksel açıdan değişmeler yarattı. “1940 şiiri, sınırlarımıza gelip dayanan faşizme öfkenin şiiridir.” 1940-1945 yılları arasında edebiyatımızda kendisini duyuran bu seste, geleneksel şiirimiz ozanlarının; Pir Sultan’ın, Dadaloğlu’nun, Köroğlu’nun başkaldıran sesi de yankılanıyordu. Toplumsal sorunların çözümünü sosyalizmde gören bu şiir anlayışı, halkın bilinç düzeyini yükseltmeyi önemseyen bir tarzın öncülüğünü yaptı. Ercüment Behzat Lav, Hasan İzzettin Dinamo, A. Kadir, Ömer Faruk Toprak, Suat Taşer, Enver Gökçe, tek parti iktidarına karşı, antiemperyalist bir görüşle yazarak, ayak sesleri duyulan faşizme direniş ve başkaldırıyı şiirin olanakları ölçüsünde yoğunlaştırdılar.


Toplumculuk ve toplumsal sorunların şiir ve yazı yoluyla dile getirilmesi, Tanzimat’tan beri yönetimlerce pek hoş karşılanmayan ve toplumsal erki elinde bulunduran güçler tarafından, şairler ve yazarlar üzerinde çeşitli baskı, ceza ve yaptırımlarla kendini ifade eden bir süreçtir. Türkiye’de yönetimler 1940 Kuşağı’nın toplumcu yazın anlayışı karşısında da ağır, baskıcı bir tutum izlemişlerdir. Nitekim Nâzım’ın ardılı saydığımız 1940 Kuşağı şairlerinden Rıfat Ilgaz, Arif Damar, A.Kadir, Şükran Kurdakul, Attila İlhan, o dönemin çeşitli baskılarına uğramış, kitapları toplatılmış, hapiste yatmış ve sürgünlere gitmişlerdir. Bu kuşaktakiler, gerçekten de kendilerinden sonraki kuşaklar adına pek çok sıkıntıya katlanmış ve çok büyük özverilerde bulunmuşlardır. 1940 Kuşağı, Nâzım'dan kökünü alarak beslenip gelişen, İkinci Dünya Savaşı öncesinin ve savaş yıllarının kuşağıdır. Bu kuşakta da bazı nüanslar oluşmuştur şairlerin yönsemelerine göre. Kimisi Ahmet Arif'te olduğu gibi yerel söz ve söyleyişler içinde toplumcu unsurları ve simgeleri kullanmıştır. Kimi şairler kırılmalı dizelerle, ölçüyü yadsıyan, belli bir uyağı, ses dizgesini tutturan toplumcu şiirlerle Nâzım tarzını devam ettirmişlerdir. A.Kadir, Enver Gökçe gibi kimi şairler de toplumculuğun daha başka özellikleriyle şiirlerini donatma özeni ve düşüncesiyle hareket etmişler, şiirlerini yeni biçim denemelerine de açık tutmuşlardır.
Necati Cumalı tam anlamıyla 1940 Kuşağı Toplumcu Gerçekçileri içinde olmasa da, onu, edebiyatımızın toplumcu şairlerinden biri saymak yerinde olur kanısındayım. Özellikle İmbatla Gelen kitabındaki “Karakolda” adlı şiiri, toplumcu anlayışla yazılan önemli bir örnektir. Ağıtlar tarzındaki bu yapıtı, şiir biçimi ve biçemindeki bir öykülemedir yine. Bir tarla sınırı kavgası yüzünden komşusu Ömer’i vuran Ali ve onların ardında kalanların ağıtları, yürekleri kavurur bu uzun şiirde. Altı bölümden oluşan şiir, öyküyle ağıtın el ele verdiği güçlü toplumsal motiflerle, Ege coğrafyasının renkleriyle bir yoksulluk destanıdır. Köylüleri bu zorlu duruma düşüren, ne yazık ki yoksulluk, yoksunluk ve toplumsal adaletsizliktir. “Karakolda” çarpıcı imgeleri ve sözün gücüyle hemen dikkati çeker girişte:“Bu sabah Özbek’te/Silah sesiyle fırladık kapımızdan/Bu sabah silah sesine açıldı/Özbek’te pencere kanatları/Ağlamaklı bir gün ışığı doldu/Evlerimize ardımızdan/Mahzun bir gök/Gözlerimizin önünde asılı kaldı” Şiirin son bölümündeki ağıtta ise şöyle söyler Özbek Köyü’nün yaşlı erkekleri:“Özbek’in Akkum mevkiinde/Cebelle deniz arasında/Bir taşlı kireçli tarla/Bir iki sıska zeytin/Bir iki bodur ahlat/Güneş vurur kavrulur/Yağmur yağar yeşerir/Ayrık otları, çakalboğanlar, devedikenleri… Hey gidi fukara Ömer/Her gidi fukara Ali”


Necati Cumalı’nın savaş karşıtlığı, insanların kardeşliği, evrensellik, yoksullara ve halk kesiminin yaşamına duyarlı konuları ve yurt gerçeklerini dile getirmedeki içtenliğiyle yer yer 1940 Toplumcu Kuşağı tarzıyla da örtüştüğü, “Karakolda” ’ya benzer birçok şiiriyle dikkat çekti. Bu eğilimini, ilk üç kitabından sonra tam anlamıyla ön plana çıkardı; toplumcu simgeleri şiirinde giderek daha fazla yoğunlaştırdı.


Necati Cumalı, halkın sorunları ve dertlerini iyi bir gözlemle ve yürek dolusu duyarlılıkla ifade edebiliyordu. Memet Fuat’ın Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi’nin Giriş yazısında belirttiği gibi:“Avukatlığı, çevresiyle çok yakın ilişkilere girmesini, kasaba insanlarını, köylüleri iç dünyalarıyla tanıyarak bir yaşantı birikimi edinmesini sağladı. Garip şiirinin çocuksu söyleyişlerinden halk söyleyişlerine geçerek toplumsal konulara yöneldi. Şiirlerine öykülemeyi getirmekten kaçınmadı. Giderek, öykü, roman, oyun türlerinde de yapıtlar verdi. Bu alanlarda yaygın bir ün kazanmasına karşın, ustalığını belirleyen rahat söyleyişlerle şiirini de sürdürdü.”




Nedir bu ‘rahat söyleyiş’le anlatılmak istenen? Bence şairin duruluk, akıcılık, içtenlik, yalınlık gibi anlatının ve şiir sanatının temel unsurlarının dokusunda gizlenmiş özü yakalaması; bu inceliği kavrayıp sezmesidir. Nasıl ki Âşık Veysel’in “Güzelliğin on par etmez/ Bu bendeki aşk olmasa” dizesi çok kolay söylenmiş gibi durur fakat içerdiği estetik-psikolojik-felsefi anlam katmanlarıyla ciltler dolusu kitaba eşdeğer bir söylemdir; aynı şekilde Necati Cumalı şiirinde de bu olguyu gözlemlemek mümkündür:“Adını yazıyorum, saçlarını çiziyorum /Eğilip düşünüyorum boş kâğıtlara/ Sensin işte, yalnız sensin sevdiğim/ Her haline ayrı bir şiir söylemeliyim.” Ya da,“Dolandım dolaştım boşandı yağmur/Saçım ıslak kunduram çamur/Eve döndüm yağmur getirdim/Ev yeşerdi ben yeşerdim” (“Eve Dönen”)dizelerindeki gibi bir rahatlık…
Necati Cumalı, şiirlerinin eksenindeki umut ve insan sevgisiyle, Garip ve 1940 Kuşağı’ndan aldığı etkileri ve edindiği şiirsel birikimi, aydınlık bir potada eriterek yalınlığın izini süren, kendine özgü lirik şiirler yazdı. Necati Cumalı şiiri bu nedenlerle bir anlamda “özgün” bir şiiri kucaklar. Kısaca, şiirlerindeki konuların toplamı; bireyin güncel kaygıları, aşkları, sevinç ve özlemleri, ayrılık ve acıları, barış, doğa sevgisi ve tüm bunların art alanını oluşturan çağın ve dönemin sorunlarıdır. Şiirsel duyarlığını sudaki halkalar gibi yerellikten evrenselliğe açabilen Necati Cumalı, yalnızca kırsal alanı değil, kentteki yaşamı da şiirlerine eklemlendirmeyi başarabilen bir şair oluşuyla da dikkati çeker.


Kendi anlatımıyla savaş yıllarını şöyle dile getiriyor Necati Cumalı: “Bizler, çelişkili koşulların yaşamını bölük pörçük, parça parça ettiği bir kuşağız. (…)Kırklı yıllarda birden kendimizi kararan gökler altında bulduk. Ekmeğimizi kazanmaya başlamamızla birlikte enflasyonun yükü altında kaldık, Oktay Akbal'ın deyimiyle önce ekmekler bozuldu, lokmalarımız ufaldı. Özel yaşayışımızı düzene koymamız zorlaştı, evlenmek, ev açmak, ekmeğimizi güven altına almak, çözülmesi güç sorunlar oldu(…)Ben bu kuşağın çilesini yaşadım. Sadece toplumsal şiirlerimle değil, yıkılan aşkları, yürek burukluğu ile de kuşağımın duygularının sözcüsü olmaya çalıştım.”


Bu sözlerinin şiirsel kanıtı gibi durur şu dizeler:
…“Bilirim yalnızlık üşütür insanı/ Kalp daima sevecek birini arar/Hatırlar bakışlarda kalan aklarını/Avuçları hafif terli, yanakları al al/Ağaçlıklı yollarda akşam dolaşmalarını İlk yıldızlar karanlık basmadan doğar/Hafif çiçek kokuları gibi uçar içiniz/Yavaşlar eve dönerken adımlarınız/Esen rüzgâra, durur, kulak verirsiniz/Bakışlarınız bütün kadınlarla karşılaşır”




Kendi kuşağını anlattığı ve Melih Cevdet Anday’a adadığı “Kısmeti Kapalı Gençlik” ’te şöyle yazar: “Üzgün kısmeti kapalı koca bir gençlik/Karşımızda canım İstanbul canım deniz/İçtik içtik kahırlandık bunca yıl dilsiz/Kimdik ki yaşamımızı berbat ettiniz/Sizlere el uzattık düşman gibi itildik (…)Kimse alamaz elimizden bu ümidi/Bunca yıl bu ümit bizleri tutan dimdik/Neydik düne kadar daha üç beş kişiydik/Çektik kapıları çıktık evlerimizden/Meydanlara sığmıyoruz kardeşler şimdi.” Şiirin adı “Kısmeti Kapalı Gençlik” olsa da toplumsal ve bireysel umudu vurgulaması, gelecek güzel günlere inancı yine kendisini gösterir.




Necati Cumalı, daha sonraları ortaya çıkan İkinci Yeni Akımı’ndan, şiirde yeni ve daha farklı konuları işleme açısından etkilenmekle birlikte, onların anlam kapalılığını ve imge yoğunluğunu esas alan şiir anlayışlarına mesafeli durmuş, bu yönlerinden pek etkilenmemiştir.


Necati Cumalı, verimliliğini dil ve gönül aydınlığından, gün ışığı sevgisinden alan bir şiiri çoğalttı yaşamı boyunca. 1968 yılında Yağmurlu Deniz adlı şiir kitabıyla TDK Şiir Ödülü’nü, bütün şiirlerini topladığı Tufandan ile 1984 Yeditepe Şiir Ödülü’nü aldı. Kızılçullu Yolu ve Harbe Gidenin Şarkıları’ndan sonra 1947’de Mayıs Ayı Notları’nı, 1951’de Güzel Aydınlık’ı, 1954’te Denizinin İlk Yükselişi’ni, 1955’te İmbatla Gelen’i, 1957’de Güneş Çizgisi’ni 1968’de Yağmurlu Deniz’i, 1970’te Başaklar Gebe’yi, 1974’te Ceylan Ağıdı’nı, 1980’de Aç Güneş’i, 1981’de Bozkırda Bir Atlı’yı, 1982’de Yarasın Beyler’i yayımladı. Yaşamı boyunca yayımladığı pek çok roman, öykü ve deneme de ayrı bir incelemenin konusudur.


Necati Cumalı, “Niçin yazıyorsunuz?” sorusunu Şubat 1981’deki Türk Dili Dergisi’nde şöyle yanıtlıyor:“Yenilmemek için. Yaşamımda mutluluklarımın yanı sıra, düş kırıklıklarım, acılarım, kırgınlıklarım oldu. Şiir, mutluluklarıma her kez yeniden yaşayabileceğim bir süreklilik kazandırdı. Acılarıma, düş kırıklıklarıma karşı zırh oldu bana. Umutsuzluğa kapılmamı önledi. (…)İlk uygarlıklardan beri insanlığın kutsal kalıtını sürdüren, kuşaktan kuşağa ulaştıran en sağlam, en soylu sanat şiirdir. Cennetini bağışlar insana. Yaşamımızın bunca çamuru, çirkinlikleri arasından arınmış olarak çıkabiliyorsak başta şiirin gücüne borçluyuz bu direncimizi. İnsanlık şiiri yaratmasaydı, her gelen yeni kuşağa mutluluğu tanıtmak, güzelin, iyinin, doğrunun yönünü göstermek olanaksızlaşırdı.” Aşktır, sevgidir, değiştirecek ve güzelleştirecek olan, dünyayı. Zulümleri bitirecektir sevgi ve güneşin sıcaklığı. Güneş ve aydınlık metaforu şairin iç dünyasından, bilinçaltından yükselmektedir. “Aşk Delisi” şiirinde şunları dillendirir:“Akan suyu severim ben/Işıldayan karı severim/Bir yeşil yaprak/Bir telli böcek/Yeşeren tohum/Güneşte görsem/Sevinç doldurur içime/Bir günü/Güzel bir günü/Güneşli bir günü/Hiçbir şeye değişmem/Onun için savaşı sevmem/Onun için zulmü sevmem/Onun için yalanı sevmem/Bilirim yaşamaz güneşte/Bilirim yaşamaz yan yana aşkla/Ne haksızlık/Ne korku/Ne açlık”
10 Ocak 2001'de seksen yaşında kansere yenik düşerek yaşamını yitiren şair, çok sevdiği İzmir’in imbat rüzgârlarını selamlayan Urla ilçesinde, her yıl 10 Ocak’ta anılmaktadır.
Yaşam-ölüm döngüselliğini ruhunun derinliklerinde sezinleyen Necati Cumalı, çevresindeki insanların birer birer azalışını, ölüp gidişlerini; artık kendisinin yalnızlığa ve toprağa daha yakın oluşunu dile getirdiği “Sonuna Geliyoruz” şiirinde, yaşanmışlıktan süzülen bir bilgelikle harmanladığı bir hüznü duyumsatır. Urla’nın, Ege’nin bir ‘toprak çocuğu’ olarak, aslına, özüne dönüyor gibidir:
“Sonuna geliyoruz dostum/Eksiliyor soframızda/Bir bir iskemleler


Duyuyorum içimde/Yeşeriyor baş verip/Toprağa vereceğim tohum


Bu yaştan sonra her şey/Uzak yakın bana eşit geliyor/Toprağı daha bir seviyorum”






Hülya SOYŞEKERCİ


Kaynaklar:


Behçet Necatigil, “Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü”, Varlık Yayınları, 1980.
Tahir Alangu, “Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman, C.III.”1965.
Türk Dili, Şubat 1981.
Türk Dili Dergisi, Ekim 1989.
Şükran Kurdakul, “Çağdaş Türk Edebiyatı”, C.III, Bilgi Yayınları, 1992.
Atilla Özkırımlı , “Türk Edebiyatı Ansiklopedisi”,C. I. Cem Yayınları,1982.
Türk Dili Dergisi, sayı: 30, Necati Cumalı Özel Sayısı, Mayıs 1992.
Memet Fuat “Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi”, Adam Yayınları ,1996.
“Kuşadası’nda Öykü ve Şiire Yolculuk-4”, (ortak kitap) A. Zeki Muslu, “Kırılma Dönemlerinin Şaire Etkisi”, 2007.
www.urlaonline.com


TARAF, Kültür Sanat Eki, 25.01.2009'da yayımlandı.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder