23 Mart 2009 Pazartesi

BİR MÜBADİLİN HATIRALARINDA GEÇMİŞİN SORGULANMASI




















Tarih bilinci, geçmiş dönemlerin muhasebesinden bugüne açılan ve geleceğe uzanan, kesintisiz bir zaman algısı üzerine kurulu bir bilinç düzeyidir. Çoğu zaman ifade edildiği gibi geçmişe bakış, geleceği de şekillendirir. Bu bakış, farklı bir tarih algısı ve dolayısıyla resmi ideoloji prizmasından geçmemiş, sivil bir tarih anlayışı üzerinden ifade bulduğunda daha derin bir anlam ve önem kazanmaktadır. Bu tarih algısının oluşmasında yerel tarih ve mikro tarih çalışmalarının büyük önemi vardır.
Bir kentin, mahallenin, sokağın, bir kitabın, bir firmanın… bir ailenin tarihi ve bir noktada tarihsel akışa katkıda bulunmuş bireylerin tarihi; anı defterlerinde, hatıratlarda, günlüklerde yaşayan kişisel tarihler, geçmişin canlı tanıklarıdırlar. Büyük tarihsel olayları devlet adamlarından çok bireyler yapar; bireyler tarihi derinlemesine yaşarlar. O döneme ait toplumsal yaşam, bireylerin yaşantılarını şekillendirdiği gibi, onların hayat enerjileri de toplumun ve tarihin akışına yön verir. Bir anlamda resmi tarihin sayfalarında donup kalan geçmiş, bireysel tarihlerde diyalektik sıçramalarla ileriye doğru akar. Bu nedenle bireysel tarihler; resim, sinema, müzik, edebiyat gibi sanatlara da esin kaynağı olmakta ve sanatın ölümsüzlüğüne açılmaktadırlar.
Yakın tarihimizin toplum vicdanı ve bireylerde yarattığı etkiler ve travmalar açısından en dikkate değer olaylarından biri de mübadeledir. Lozan Mübadilleri’nin kaynaklarında şöyle anlatılmakta mübadele: “1912-1922 yılları arasındaki savaşlar nedeniyle Balkanlar’da, Ege Adaları’nda ve Anadolu’da büyük acılar yaşandı. Balkan Savaşı sonrasında yüz binlerce Müslüman savaşta yenik düşen Osmanlı Ordusu’nun peşi sıra korku ve panik içinde doğdukları toprakları terk ederek Anadolu’ya sığındı. Benzer trajedi, 1922 yılında Kurtuluş Savaşı’nda yenik düşen Yunan Ordusu’yla beraber Anadolu’yu terk eden Ortodoks Rumların başına geldi. Bir ay gibi kısa bir süre içinde yüz binlerce Ortodoks Rum Yunanistan’a sığındı. Bu durum Yunanistan’da büyük sıkıntılara ve kaosa yol açtı. Yunanistan’ın nüfusu bir anda dörtte bir oranında arttı. Lozan Barış Konferansı toplandığında öncelikle sığınmacılar ve esirler konusu ele alındı. İngiltere temsilcisi Lord Curzon’un teklifi ve Milletler Cemiyeti görevlisi Nansen’in raporu doğrultusunda; 30 Ocak 1923 tarihinde Yunanistan’da yerleşik Müslümanlarla Türkiye’de yerleşik Ortodoks Rumların zorunlu göçünü öngören Mübadele Sözleşmesi imzalandı. Bu sözleşme uyarınca; İstanbul’daki Ortodoks Rumlar ile Batı Trakya’daki Müslümanlar hariç Yunanistan’da yerleşik bütün Müslümanlar Türkiye’ye, Türkiye’de yerleşik bütün Ortodoks Rumlar Yunanistan’a gönderildi. Mübadele sözleşmesinin kapsamına 18 Ekim 1912 tarihinden sonra yurtlarını terk etmiş olanlar da alınarak mülteciler sorununa bir çözüm bulunmuş oldu. Tarihteki ilk zorunlu göç’ü içeren bu sözleşme ile iki milyon civarında insan yurtlarından kopartılarak, yeni yerleşim bölgelerinde yaşamaya mecbur edildi. Tarihimizdeki bu kitlesel ve zorunlu göçe kısaca mübadele, bu insanlara da mübadil deniyor.”

Yaşamda birtakım değişikliklerin olması kaçınılmaz bir gerçektir, ama bu değişlikler gönüllü, istekli ve insanın kendi iradesine göre gerçekleşirse güzel ve anlamlı olur. Zorunluluklar ise çoğu zaman insanları yaralamış, yakmış ve yıkmıştır. Mübadele, ‘bireylerin tarihi’ perspektifinden bakılınca aslında zorunlu bir göç; zorunlu bir sürgündür. Emrivakiiyle bir insanın, doğup büyüdüğü toprakları terk etmeye zorlanması, kabullenilmesi oldukça güç bir durumdur. Türkiye'den 1 milyon 200 bin Rum, Yunanistan'dan da 600 bin Türk sökülüp atılmıştı doğup büyüdükleri, çocukluk sevincini yaşadıkları, ilk gençlik çılgınlıklarının peşinde koştukları, âşık oldukları, evlendikleri, çocuklarını doğurdukları, ölen yakınlarını gömdükleri topraklardan. Türkiye için Rumlardan kalan yerlerin ilgisiz kişilerce işgal edilmesi ve bilinen kentlerde göçlerin yoğunlaşmasından başka görünürde fazla sorun yoktu. Yunanistan’ın ise nüfus çokluğu ve ekonomik sıkıntı nedenleriyle göçleri karşılamakta zorlandığı bir hakikatti. Yunanistan’da bir süre Anadolu’dan gelen aileler, “Türk tohumu” denerek ötekileştirilmeye çalışıldı. Her iki taraf içinde tifo, kolera ve güç yaşam koşulları nedeniyle yollarda ölen 500.000 den fazla insan, mübadelenin bir başka boyutunu oluşturuyor. Yunanistan’dan gelen göçmenlere 7 milyon dönümü aşkın toprak dağıtıldı. Türkiye’ye gelenler oldukça kısa sürede uyum sağlarken Yunanistan’a gidenler Anadoluluklarını uzun süre korudular, Türkçeyi anadil olarak yaşattılar. (Gidenlerin üçüncü kuşakları da şu anda Türkçe konuşmaktadır.) Köylerine, mahallelerine Anadolu’da yaşadıkları yerlerin adlarını verdiler.
Kitlesel göçleri liman kentlerinde kurulan karma komisyonlar yürüttü. Mübadele, 1923’ten 1927’ye kadar sürdü. Aslında her iki halk üzerinde yaşamsal zorluklar yarattı. Mübadil bilgi kaynaklarında yer alan ve birçok yaşlı mübadille yapılan görüşmelerde, kötü koşullarda yapılan gemi yolculuklarının, ölenlerin denize atılmalarının acıyla anımsandığı dikkat çekmektedir. 89 yaşındaki Maria Küpelioğlu, Yunanistan’a yolculuğunu şöyle anlatıyor: “Ürgüp’ten çıkıp Mersin’e geldik. Bir ay vapur bekledik. Pire’ye gittik. Gelenlerin hepsinin saçını kestiler, karantinaya aldılar. İki kız kendini denize attı. Tam iki sene çadırda yaşadık. Ürgüp’te doğdum, buraya on üç yaşımda geldim. Hâlâ orayı arıyorum, oradaki kuru üzümleri, kayısıları. Buradaki üzümler ufacık. Oranın peyniri, her şeyi daha iyiydi.” Girit’ten Cunda’ya gelişlerini ise 88 yaşındaki İsmet Hanım anlatıyor: “Üç gün gemide bekledik, yanaşamazdık ki… Cunda’da liman yoktu. Sonra bizi mavnalarla kıyıya taşıdılar, davul zurna ile karşıladılar.” Giderek böyle söyleşilerin yapılması imkânsız bir duruma doğru evrildi; tarihin canlı tanıkları birer birer dünyadan göç etmeye başladılar. Sözler azalınca yazıların önemi arttı… Tam da bu noktada, eski bir mübadil olan ve mübadelede önemli çalışmalar yapan Kobakizade İsmail Hakkı’nın yeni yayımlanan hatıra defterinin de önemli bir yere sahip olduğu görülüyor.
1882 yılında Yunanistan’ın Kavala ilinin Drama ilçesinin Sarışaban köyünde doğan Kobakizade, avukat, tütün tüccarı ve vergi toplayıcısı olarak çalıştı. 1914-1924 yıllarında “Kralın Partisi” olarak bilinen Gunaris Partisi’nden Drama milletvekili olarak Yunan Parlamentosunda görev yaptı. 1922-1924 yıllarında mübadeleyi idare eden bir Lozan Mübadili olarak 1924’te, önce İstanbul’a sonra da Samsun’a yerleşti. Türkiye’de de uzun yıllar avukatlık ve tütün tüccarlığını sürdüren İsmail Hakkı Kobakoğlu, kalan ömrünü Türkiye’ye yerleşen Lozan Mübadillerinin haklarını savunmaya hayatını adadı. 1953’te Samsun’da öldü. Torunu Leyla Üstel Çağatay ve kızı Nilüfer Üstel’in girişimleriyle ve Prof. Dr. Ümit Gazilerli’nin önsözüyle yayımlanan hatıra defteri, Selahattin Galip’in eski yazıdan çevirisiyle yaşama yeniden merhaba dedi. Kobakizade’nin el yazısıyla kaleme aldığı ve bir solukta adeta roman gibi okunan hatıratını, oğlunun uzun yıllar titizlikle saklamış olduğunu da öğreniyoruz. Pek çok ailede bulunan bu türden belgeler, kâğıtlar, anı defterleri, soyağacı notları, günlükler; bireylerin tarihine ışık tuttukları kadar, dönemin yaşamından da kesitler aktarmaktadır. Önemli olan, bu belgelere tarih bilinciyle yaklaşabilmektir. Hatıraların kitaplaştırılmasıyla, yakın geçmişin; özellikle mütareke/ mübadele yıllarının, bireysel tarih bilinciyle ve sivil perspektiften algılanabilmesi için varislerin kendi paylarına düşen sorumluluğu hakkıyla yerine getirdiğini söyleyebiliriz.
İlginç olan, İsmail Hakkı Kobakizade’nin, Yunanistan’da Gunaris yani Kral’ın partisinden 1914’te seçilen 15 Türk milletvekilinden bir tanesi olmasıdır. Bu 15 Türk mebusunun Yunan tarihinde önemli yerleri olmuştur. 1914’te yapılan parlamento oylamasında, 15 milletvekilinin verdiği oyların sayesinde Yunanistan, Birinci Dünya Savaşı’na girmemiştir. Kobakizade İsmail Hakkı, dürüst, mücadeleci, haksızlıklarla savaşan, açık sözlü bir siyaset adamı olması nedeniyle her siyasi değişiklikte ters düştüğü parti yöneticileri tarafından defalarca Girit’e, Vidin kalesine sürülmüş, türlü işkencelere maruz kalmıştır. Yunan parlamentosunda Türk azınlığı mebusluğu yapmanın özellikle o dönemdeki zorluklarını da yakından yaşamıştır. Milli Mücadele’ye de destek veren Kobakizade, Yunanistan ve Anadolu arasında mekik dokumuştur. 1924’te mübadele ile Anadolu’ya gelmiş, ancak mübadillerin haklarını temin etmek için verdiği uğraş yüzünden zamanın İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile ters düşmüştür. Yunanistan’daki mal varlığına karşılık Anadolu’da aldığı mal ve servetini mücadelesi uğruna harcamıştır. Kızı Nilüfer Üstel’in de belirttiği gibi, “Bu anılar, meşakkatli bir yaşamın sadece bir özeti gibidir, oysa burada anlatılan olayların pek çoğunun derinliğine incelenmesi, konularla ilgili belgelerin araştırılıp ortaya konarak tarihe mal edilmeleri gerekmektedir. Bu konuda tarihçilere büyük iş düşmektedir.” Prof. Dr. Ümit Gazilerli ise önsözde; “Son yıllardan itibaren, gerek Türkiye’ye, gerekse Yunanistan’a göçen mübadillerin yazdıkları yaşam öyküleri, o neslin çektiği sıkıntıları, eskiye özlemlerini anlatmaktadır. Ancak yazılan bu anılarda mübadele öncesi Yunanistan’da yaşayan Türklerin siyasal yapılanmaları, siyasal mücadeleleri, uğradıkları baskılar, zaman zaman tutuklanmaları, tutuklanmalarının nedenleri, idama mahkûm edilmeleri ve bunun gerekçeleri anlatılmamıştır.” diyerek hatıra defterinde işaret edilen olayların belgeleriyle aydınlatılması için tarihçilere görevler düştüğünü dile getirmiştir. Bu noktada Murat Belge’nin İyi Tarihçi Olmak( 06.12.2008 TARAF) adlı yazısından birkaç cümleyi de eklemek gerekiyor bence: “ … dünyanın her yerinde, “iyi tarihçi” olaylara nesnel bakan ve “taraflı” olsa da olguları nesnellik içinde sunan tarihçidir. (…) gerçek tarihçilik hiçbir zaman “bağlam”ı unutamaz. Ve gerçek tarihçi tarihî olguları hiçbir zaman “melekler”le “zebaniler” arasında geçen metafizik bir ahlak mücadelesi gibi görmez. Gelgelelim, “bağlam”a bakmak, dikkat çekmek, “olay”ın önemsiz olduğu anlamına da gelmez. Bir olayın, ne gibi aşamalardan geçilerek, nelerden etkilenerek biçimlendiğini, nelerden ötürü “öyle bir olay” olduğunu anlamak başkadır, onun hakkında etik bir yargı vermek bambaşka bir şeydir.” Mübadele öncesi Yunanistan’daki Türklerin durumunun da, nesnel bakış açısıyla ele alınması gereken bir tarihsel olgu olduğu unutulmamalı.

Kobakizade’nin hatıratında ilginç pasajlar dikkati çekiyor. Sözgelimi, Balkan Savaşı dönemindeki “bedelli askerlik uygulaması” hayli ilginç bir biçimde anlatılıyor: “Balkan Harbi’nde ben de 98 doğumlularla birlikte silah altına çağrıldım. Bir Midil atım vardı. Fevkalade rahvan yürür, takımları şık, göze çarpar bir attı. Bindim, Kavala’da Bademli Çiftliği’ndeki karargâha gittim. Otuz altın bedeli yatırdım. Askerliğimi bu suretle ödedim. Kavala’nın, Eski Kavala ve Kokala köylerinin aşar mültezimi bulunuyordum, işimle meşguldüm.” (s.29) İşte Balkan Savaşı dehşeti: “Hiç unutmam, kırk bin muhacir Kavala’ya doldu. Yağmur pek müthişti. Ana baba günüydü.(…) Camilerde istif halinde bulunan muhacirlerden herkesin bir aile alıp barındırılmasına karar verildi. Ben Çarşı Camii’nden bir aile aldım. Yedi sekiz nüfusluydu.” (s.28) Balkanlardaki ateş nedeniyle önce Çanakkale’ye, oradan da Hilal-i Ahmer vapuruyla İstanbul’a geçen İsmail Hakkı, orada kendisine ve ailesine eğreti de olsa bir yaşam kurar; bir ev tutar, bir de kahvehane. Altı ay kahvehane işletir, sonra da Çatalca’dan gelen Bulgar top ateşi İstanbul’u korkutmaya başlayınca, ailesini de vapura alarak İzmir’e gider. Karataş’ta bir ev tutar, bir bakkaliye açar. Altı ay sonra durum düzelince, ailesiyle birlikte yeniden eşyalarını toplarlar ve Kavala’ya dönerler. Hatıralarda siyasete girişini de anlatan Kobakizade, sık sık ayak oyunları ve entrikalarla baş etmeye çalışır. Bulgar zulmüne de uğrayan Kobakizade sürgüne yollanır, bir toplama kampında yaşam mücadelesi verir.

Yer yer bir casusluk romanı içindeymişçesine olayları anlatıyor İsmail Hakkı Bey. Mütareke günleri onun kaleminden şöyle yansımakta: “Bizim Kavala-Sarışaban’dan gönderdiğimiz Milis askerlerinden birçok efrat bozgundan sonra perişan halde İstanbul’a gelmiş bulunuyorlardı. Bunlardan bir kısm-ı mühiminin Selimiye kışlasında bulunduklarını haber aldım. Oraya koştum, hepsini etrafıma toplayarak kendilerini teselli eden bir nutuk söyledim. Çırılçıplak denecek derecede bit, pas içindeydiler. Nihayet mütareke imzalandı. Müttefikler donanması İstanbul limanına girdi. Sabah vaktiydi, ben Galata’dan geliyordum. İngiliz, Fransız, İtalyan harp gemileri ve Yunanistan’ın Averof zırhlısı hep birlikte Dolmabahçe önünde demirlediler.” (s. 54) Savaş sonrasında mağlup Yunan ordusunun dönüşünü dile getirirken, İzmir’den, Anadolu’dan gelen Yunan askerlerinin perişan hallerini, çırılçıplak, yürek dayanmaz halde ağlayıp inlediklerini insancıl bir bakışla anlatır. Mübadele günleri gelir. Bu konuda idarecilik yapan Kobakizade, Türkiye’den Yunanistan’a firar eden muhacirlerin, müsadere memurlarıyla bir olup Kavala yakınındaki köylülerin gasp, soygun, tehditle hububat ve hayvanlarını talan ettiklerini; kendisinin bu konuda askerleri yardıma çağırarak toplanan malları iade ettirdiğini de anlatıyor. Daha sonraları, bir mübadele vapuruna bindiklerini, Samsun’da büyük bir memnuniyetle karşılandıklarını, bando getirildiğini, fotoğraflarının çekildiğini dile getiriyor. Mübadele sonrası mal haksızlıklarına uğrayan birçok kişinin yasal yollarla hakkını arayan, kendi mal varlığını da bu uğurda feda eden Kobakizade, dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Ankara’da görüşmelerini, onunla görüş ayrılıklarını ayrıntılarıyla naklediyor. Özellikle mal varlıkları konusunda mübadillerin zaman zaman yaşadıkları düzensizlik ya da haksız uygulamalar açısından hayli ilginç örnekleri görüyoruz bu anılarda.

Hatıralarında Kobakizade’nin en dikkate değer yönleri arasında o dönemde Anadolu’da çok kimsede görülmeyen ataklığı, inanılmaz ticari girişimciliği, çalışkanlığı ve liberal düşünceleri olduğu görülüyor. Bunları hem Kavala’da hem de mübadil geldiği Anadolu’da ödün vermeden, titizlikle uygulayışı dikkat çekiyor. İşte onun bir girişimcilik örneği: Mübadelenin epey öncesinde, Atina’ya gidip mebuslukta biriken iki senelik tahsisatını alan Kobakizade, Kavala’da büyük bir mağaza kiralar. On beygirlik bir motor alır, bir de kahve makinesi, tuz makinesi ve un makinesi. Bir dinamo alıp bir de Alman makinist bulan İsmail Hakkı Bey, etraftaki küçük bir muhite elektrik aydınlatması yaptığını, tuz, un ve kahve öğüttüğünü anlatıyor. Sonra bu işi Sarışaban’a nakleden İsmail Hakkı, değirmen işlerinin yanı sıra elektrik ile Sarışaban’ı aydınlattığını dile getiriyor ve Kavala’da bile elektrik olmadığı halde küçücük Sarışaban kasabasının geceleri pırıl pırıl olduğunu anlatıyor…

Bir dönemin bireysel yaşantılar üzerinden dile getirildiği bu roman tadındaki hatıra defteri, hem o dönemin tarihini inceleyenlere yeni ufuklar ve açılımlar sunuyor hem de birçok sosyal /sosyolojik gerçeğin altını çizen önemli bir belge işlevi taşıyor.
Hülya SOYŞEKERCİ

(BİR MÜBADİLİN HATIRALARI, Kobakizade İsmail Hakkı, YKY, Kasım 2008, 80 sayfa.)

MEKÂNIN YAZARI YA DA YAZARIN MEKÂNI OLMAK








“Boşluk, bakışımın biçimini alıyor.”
(Paul Eluard’ın bir dizesi üzerine Hubert Reeves’nin serbest yorumu)




Mekân, insanla anlam ve değer kazanan boşlukların özlü bir anlatımıdır; mekân, zamanın ikiz kardeşi ve onun bütünleyicisi bir kavramdır, ya da şöyle düşünebiliriz; zaman da mekândır bir anlamda. Mekân kavramı, dar ve geniş mekânlar olarak yaşantılarımıza damgasını vurur, hayatın akışını şekillendirir. Yaşadığımız sürece içinde ‘en çok kendimiz’ olduğumuz somut mekânlar, evlerimizdir. Bize en uzak gelen mekânlar, -sanırım- mezarlıklar ve mezardır. Bir gün orada yer alacağımızın bilgisine sahip olduğumuz halde, mezarın da bir mekân olduğu algısı, yaşadığımız anlarda çoğu zaman bizden epeyce uzaklardadır.

Muhteşem bir mekân olan dünyaya yolculuğumuza, anne rahminde büyüyerek hazırlık yaparız; rahim, koruyan, kollayan, kuşatandır; yaratan, gözeten ve esirgeyendir. O, annenin hazırladığı biyolojik bir mekândır; yaratılışın sunduğu bir yaşam armağanıdır. İnsanların dünyadan bunaldıkça anne karnına dönme özlemleri çeşitli simgelerle ifade bulur; sanat bu türden bunalım ve kaotik ruhsal durumların dillendirildiği, dışa vurulduğu en özgür alandır. Sanatta simgeler konuşur; insan bu simgeler aracılığıyla yaşamı sanatın içinde şekillendirir ve dönüştürür. Bir anlamda, sanat (dolayısıyla edebiyat), hem mekânlarda oluşarak o mekândan pek çok izler ve etkiler taşır hem de sanat yapıtını yaratan sanatçının yaşam mekânı olarak var olur. Sanatçıların ve yazarların asıl mekânları, kuşkusuz ki onların yapıtlarıdır; sanatçı, yapıtında tüm bir yaşamı kristalize eder…

Mekânların edebiyat yapıtlarına da yansıması ve onlarda soluk alması önemli bir hakikattir. Evler, balkonlar, odalar, sofalar, pencereler, sokaklar, kaldırımlar, mahaller, binalar, gökdelenler… yazarın dünyasında yepyeni bir gerçekliğe dönüşürler. Beton kentlerin ruhu, apartmanlarda birbirine çok yakın dairelerdeki çok uzak komşuluklarda, apartman boşluklarında dile gelir. Parklar, bulvarlar, müzeler, sinemalar, tiyatrolar, kütüphaneler, kentsel mekânların farklı farklı formlarıdır… Kasaba-köy gerçekleri ise, kırsal yaşamın kendine özgü dünyasını yaratır. Arabalar, trenler, vapurlar, uçaklarla hızın içindeki yolculuklar, hayatımızın önemli bir boyutunu oluşturur. Yol da başka bir mekândır. Ada, insanın içe dönüşünü, yalıtılmışlık ve yalnızlığını simgeleyen özel mekânlar arasındadır. Deniz; öteleri, ileriyi, özgürlüğü anlatan başka bir mekândır. Bütün mekânlara asıl anlamını veren, insanın kendine özgü varlığıdır, evrensel yaşam enerjisinin içinde soluk almasıdır. Bu yaşam enerjisi, soluk ve titreşimlerdir mekânları anlamlı kılan.

Bir roman ya da öykünün içindeki mekân da önemlidir. Mekânsızlık ve zamansızlık daha çok masallar ve mitoslar dünyasına özgü kavramlar arasındadırlar. İnsanda gerçeklik duygusu uyandıran kurmaca yapıtlarda mekânın özel bir önem ve değere sahip olduğu da dikkati çeker.

Edebiyatta mekânları işleyen, mekân-insan ilişkilerini ele alan yapıtlar arasındaki bir geziyi kapsıyor bu yazı. Evler, odalar, sofalar, balkonlar, sokaklar, kaldırımlar, bulvarlar, çarşılar, binalar, apartmanlar, kentler, köyler, kasabalar, yollar, adalar, sıra dışı kentler, kent duyarlılığı taşıyan yapıtlar… Yolumuz uzun, mekânlarımızsa pek çok… O nedenle, genel bir değini/anımsatma yazısı sunmak durumundayım şimdilik.
Evler
İnsana en yakın mekân olan evler, Behçet Necatigil’in Evin Halleri şiirini akla getiriyor önce:
Evin yalın haliİster cüce, ister dev Camlarında perde yokBomboş, ev.Evin -i hali, sabah,Geciktiniz haydi!Uykuların tatlandığı sulardaBıracaksınız evi.Evin -e hali, gün boyu,Ha gayret emektar deve!Sırtınızda yılların yorgunluğuAkşam erkenden eve…Evin -de hali, saadet,Isınmak ocaktaki alevdeSönmüş yıldızlara karşıIşıklar varsa evde.Evin -den hali, uzaksınız,Hattâ içinde yaşarkenAşkların, ölümlerin omzundaAyrılmak varken evden.
Mekânların insanla anlam kazanması izleğinin, dil yaratıcılığıyla yorumlanmış güzel bir halidir Evin Halleri. Evler adında bir kitap dolusu şiire imza atmış olan Necatigil en iyi mekân şairlerimiz arasındadır.
Evin Odalar’ı ve Sofalar’ında ise bizi Sabri Esat Siyavuşgil gibi duyarlı şairler gezdirir:
Evler, bir nara benzer,
Nar tanesi, sofalar,
Akşam, yol gibi gezer;
Sükûn, su gibi odalar.


Balkon konusunda yazılmış en ince hüzünlü şiir Sezai Karakoç’a aittir:
Çocuk düşerse ölür çünkü balkon
Ölümün cesur körfezidir evlerde
Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların
Anneler anneler elleri balkonların demirinde


Bana sormayın böyle nereye
Koşa koşa gidiyorum
Alnından öpmeye gidiyorum
Evleri balkonsuz yapan mimarların

Ahmet Muhip Dıranas’ın Serenad şiirinde pencereler önemlidir:
Yeşil pencerenden bir gül at bana Işıklarla dolsun kalbimin içi. Geldim işte mevsim gibi kapına, Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.
Dıranas’ın Olvido şiirinde anlattığı ev, çocukluktaki bir mekândır; anılar ve unutuluşlar arasından süzülüp gelir:
İşte, doğduğun eski evdesin birdenYolunu gözlüyor lamba ve merdiven,Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşikVe cümle yitikler, mağlûplar, mahzunlar...

Anılarda mekân olarak evin büyük bir önemi vardır. Özellikle çocukluk anılarını, yazarlar, bir ev/aile ortamıyla birlikte ifade ederler. Halide Edib Adıvar’ın Mor Salkımlı Ev’i de böyle bir eserdir. Mor salkımlarla süslü, ahşap evlerini anlatırken, bütün içtenliğiyle çocukluğuna merhaba der Halide Edib.
Ev konusunda duyarlı yazarlardan biri de Ayfer Tunç’tur. Suzan Defter öyküsündeki karakterleri agorafobik’tir. Dışarıya çıkma korkusu, hastalıklı bir biçimdedir öykü kişilerinde. Hayattan, dış dünyadan korkar bu kişiler, çünkü hayat onları sürekli incitmiştir. Her ikisi için ev rahimdir. Şefkatli, sevecen bir biçimde sarar, esirger onları. O nedenle ev güvenlidir; dışarısının kötülükleri eve giremez. Acıtan dış gerçekler ulaşamaz. Ana olayın ev ortamlarında geçmesi, yazarın öykü kişilerine uygun, kapalı ve dar mekâna bu öyküde özel bir önem vermesinden kaynaklanır. Düşsel bir rahim içinde hareket eder öykü kişileri; ama bu şefkat algılaması ne yazık ki bir yanılsamadır. Ekmel Bey, ev içinden şöyle söz eder: “İçeride ise başka bir zaman vardı, kalp atışlarımıza ayarlı.” Bu söz soyut anlamıyla sevgiyi, somut anlamıyla rahmi çağrıştırmaktadır. Başka bir yerde de şöyle der: “Yeniden annemin rahmine-evine- geldim. Ama baktım ki olmuyor; doku tutmuyor artık.” Ayfer Tunç, Suzan Defter’de mekânla kişi arasındaki sancılı, gerilimli ilişkinin altını çok iyi çizer. Ekmel’in anlatımına göre, karşı kutbunu bulmamış bir aşk dolaşır baba evinde. Bu aşk öfke, acı ve kin olarak dolanır eşyaların arasında, duygular eşyaya sirayet eder. Abajurlar çarpar, bardaklar çatlar, duvardaki çiviler yerinden oynar. Babası evden uzaklaşıp bir yolculuğa çıkınca evdeki eşyanın öfkesi yatışır. Ekmel’e göre aşk olmayan evde eşyanın ruhu da yok oluyor, bir parfüm gibi azalıp buharlaşıyor, yok oluyor. Geriye maddenin sert anlamı kalıyor. Kendi gibi tek başına yaşayan bir adamın evindeyse eşya evin efendisi oluyor, musluklar bozuluyor, koltuklar giderek küçülüyor. Eşya yalnızlıkta çok ses veriyor. Çünkü artık doku uymamaktadır... Başka bir yerde de mekân şöyle anlatılır: “Salonda iki takım koltuk vardı. Eşyası epeyce eski, perdeler kadife, yemek masası büyük, ceviz. Evde ağır hayatlar yaşanmış olduğunu hissettirerek gözdağı veriyor her şey.”


Sokaklar, Kaldırımlar, Bulvarlar

Necip Fazıl Kısakürek, Kaldırımlar’da kentin sokaklarını kimsesizlik ve yalnızlık metaforu olarak kullanıyor:
Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta.
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta,
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!

Sisler Bulvarı’nda Attila İlhan, derin aşk ve ayrılık duygularını kentin bulvarları içinden geçiriyor:
sisler bulvarı'na akşam çökmüştüomuzlarımıza çoktan çökmüştükesik birer kol gibi yalnızdıkdağlarda ateşler yanmıyordudeniz fenerleri sönmüştübirbirimizin gözlerini arıyorduk
Apartmanlar, Binalar
Modernleşmenin timsali olduğu kadar onunla birlikte gelen bireysel yalnızlıkların da alanı olan apartman, günümüzde kentsel mekânların kurucu öğelerinden biri. Belirli sayıdaki insan toplulukları, göğe uzanan bu dar mekânlara yığılmış/sıkıştırılmış durumda, zorunlu olarak yaşıyor. Yüzlerce, binlerce “darmekân apartmanlar” yer alıyor metropollerde. Modern zamanlar, iletişimin yerini iletişimsizliğe bırakırken, bireyler kendi yalnızlıklarını ve yabancılaşma duygularını, en çok apartman yaşamında hissediyorlar. Genç yazar Hakan Bıçakcı’nın Apartman Boşluğu adlı romanı, kentteki bireyin yabancılaşması ve yalnızlığı trajedisini işleyen bir yapıt. Burada apartman boşluğu, roman kahramanı için boşluktan öte bir durum alarak, onun şizoid dünyasında yepyeni anlamlar kazanıyor. Son zamanlarda apartman konusunda yazılmış etkileyici romanlar arasında Apartman Boşluğu.


Kent Duyarlılığı
Pek çok şair, kentlerin şiirini yazmış; o kentin ruhunu anlamaya, içindeki insan yaşamlarından kesitler aktarmaya önem vermiştir. Kent şairleri arasında Yahya Kemal ilk akla gelenlerdendir.“Sana dün bir tepeden baktım ey aziz İstanbul”, kuşaklar boyunca yaşayan ünlü dizeler arasındadır.
Orhan Veli’nin İstanbul tutkusu ise bambaşkadır:
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;Serin serin Kapalıçarşı,Cıvıl cıvıl MahmutpaşaGüvercin dolu avlular,Çekiç sesleri geliyor doklardanGüzelim bahar rüzgârında ter kokuları;İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Her şair doğup büyüdüğü ve acı- tatlı günlerini geçirdiği kentlere duyarlılıkla bakmayı önemsemiştir. Kentler konusunda edebiyatımızın ünlü eserlerinden biri de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir adlı denemesidir. Bu kitabında yazar, Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul'u anlatmıştır. Tanpınar, eserinin konusunu “hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyak” olarak ifade etmiştir. Beş Şehir, eski ile yeninin sürekli çatışmasıdır; bir hesaplaşma, bir karşılaştırma söz konusudur. Bu eserinde kentsel duyarlılıklarının yanı sıra değerlerin yitimi karşısında duyduğu hüznü dillendirmiştir Tanpınar.
Yollar
Yol, başlı başına bir mekân olduğu gibi kişinin yaşantıları içinde ilerleyen mekân-zaman sürecinin başka bir ifadesidir. Kamyon arkasına “Ömür biter yol bitmez” diye yazan halk insanı, asl’olanın yol ve gitmek olduğunu, yaşamın her daim ilerleyen bir yol olma hakikatini veciz bir biçimde özetlemiştir. Belirli bir mekâna sığamayan ve yaşamın özünü “gitmek, gitmek, gitmek” olarak özetleyen yazar, Tezer Özlü’dür. Onun için yol, yaşamın temel gerçeği; asıl mekânıdır. Sevdiği yazarların yaşadıkları kentlere giderek onlarla ruh ortaklığı kuran Tezer Özlü, sanatın ve yaşamın anlamını “gitmek” ediminde bulur.
Ada
Mekân olarak ada, çoğu zaman bir izolasyon simgesi durumundadır. Kendi yalnızlıklarına, bireyselliklerine sığınmak isteyen insanların başlıca seçimleri arasında ada yaşamı gelmektedir. Zorunlu olarak da bir adada bulunan insan, kendi içine doğru çekilmekte, “ıssızlığın ortasında” yaşamı sorgulamaktadır. Mehmet Eroğlu Kıbrıs’ta yedek subay olarak görev yaparken yazdığı Issızlığın Ortasında adlı romanında böyle bir yaşantı içindedir. Anlatıcısının bakış açısından kendi içsel adalarına keşif yolculuğuna çıkar yazar. Edebiyatta mekân olarak ada, başlı başına bir inceleme konusudur. Birçok ütopik yapıt bir adada kurulan düşsel ülkeleri anlatır. Yazarların başta gelen gönüllü ya da zorunlu sürgün mekânları adalardır. İngiliz yazar Lawrence Durrell, romanlarında İngiltere’yi değil, Girit, Rodos, Kıbrıs gibi Akdeniz adalarını anlatır. Adalarda yaşayan yerleşik yabancı imgesini çoğaltır eserlerinde. Virginia Woolf’un Deniz Feneri de etkileyici ve güzel bir ada romanıdır. Bu konuda Selim İleri şöyle yazıyor: “Virginia Woolf, önce ulaşılamayan, ulaşılamadığı için de daha çok özlenen, daha çok düşlenen, sonra da, üstelik nice zaman geçince, ulaşılınca, anlamını o kadar yitiren bir fener adasından, bir tür hayal kırıklığı adasından söz açar. Bir gelgit söz konusudur: Ulaşılmadıkça, fener adası, iyimser ütopyanın izindeyken; ulaşılır ulaşılmaz, kötümser ütopyanın tutsağı olur.”





Kırsal Mekânlar





Köy ve kasaba mekânları konusunda da yerli ve yabancı edebiyatlardaki pek çok nitelikli yapıttan söz edebiliriz. Bence, bizde köyün ruhunu Yaşar Kemal; kasabanın ruhunu da Sabahattin Ali ölümsüzleştirmiştir. Köy- kasaba, bu yazarlarca yalnızca dıştan görünen yüzüyle değil, kır insanının kolektif bilinçaltını oluşturan efsaneler boyutuyla da işlenmiştir.




Sıra Dışı Kentler




Yeniden kentlere dönersek, bu konuda en sıra dışı yapıtın Italo Calvino tarafından yazılmış olduğunu ifade edebiliriz. Hiçbir atlasta bulunmayan kentlere yapılan yolculukların anlatısı vardır Görünmez Kentler'de. Coğrafi ve tarihsel bir yabancılaşmanın satır satır işlendiği bu kitapta her kent bir kadın adı taşır. Bu kentlerin hangi geçmişe, hangi şimdiye ve hangi geleceğe ait olduğunu bilmek olanaksızdır. Satırlar ilerledikçe göstergeler yavaş yavaş değişir. Yerküreyi giderek örten çağdaş metropollerin ortasında buluruz kendimizi ve düş kentleri, gölgelerini imgelem perdemizin üzerine düşürdükçe kentler çizgilere, noktalara dönüşür ve görünmez olur.




Aylaklık ve Kent

Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam'ında büyük bir kentin; İstanbul'un, ara sokakları, caddeleri, pastaneleri, otelleri, sinemaları, meyhaneleri, ressam atölyeleri, plajları, kuleleri; kalabalığı- çalışan, koşuşturan insanların, akıp giden kalabalığın farklı yaşamları ve daha birçok yönüyle, romanın izleğine ve roman kahramanı C.’nin yapısına uyumlu büyük bir mekânsal alan oluşturduğunu, dolayısıyla; Aylak Adam'ın 'psikolojik roman' olmasının yanında bir 'kent romanı' olduğunu da düşünmek mümkün. Aylak Adam'la birlikte kent de soluk alıyor, acı çekiyor, kent de yabancılaşmayı duyumsuyor gibidir. Kentin de yüreği vardır; kentin yürek atışını duymak için 'Aylak Adam' gibi olmak gerekir. Bir iş güç peşinde koşuşturmadan yaşamın akışına katılmak, akışa katılmayıp kıyıda durunca bütün ayrıntıları görebilmek, duyulmayan sesleri duyabilmek, görülmeyen renkleri görebilmektir bu. Kentin sinemalarına gidebilmek, pastanelerinde, meyhanelerinde, lokantalarında özgürce oturabilmek; tramvaya ya da otobüslere iş gerilimi olmadan binebilmek; bir insanın ardına düşüp onun yaşamını gözlemleyebilmek, onu gerçekten tanıyabilmek… Gördüğü insanların yaşamından yeni öyküler kurmak, yeni yeni öykülere açılabilmek… Bir 'flaneur'dür 'Aylak Adam C.'; kenti gözlemleyen, kent sokaklarını belirli bir amacı olmadan gezen kimsedir. Bu noktada, yazarın kahramanının mekânı da kenttir.

Hastaneler
Hastaneler kentlerin sancılı mekânlarıdır. Oğuz Atay’ın günlüklerinde onun hastane günleri de dikkati çekiyor. Günlüğünde son sayfa 3 Ekim 1977 tarihini taşıyor. Sonra yeni bir deftere başlıyor. Bundan sonraki sayfalarda, Atay’ın Londra’daki ameliyattan sonra, sadece ameliyat ve hastane izlenimleri yer alıyor. Ölümünden kısa bir süre öncesine kadar bu izlenimlerini yazmış Oğuz Atay.




Mutfak’ta Ölüm





Ölümünü kendi kararıyla gerçekleştirmeyi tercih eden yazarların yaşamında, ölüm de bir mekân olarak yer bulur. Nilgün Marmara Sylvia Plath’in inanılmaz trajedisini açıklarken, ‘Sırça Fanus’ta dile getirdiği şu cümleyi alıntılıyor önce: “Günün birinde üniversitede, Avrupa’da, bir yerlerde, herhangi bir yerde… sırça fanusun boğucu çarpıtmalarıyla birlikte üstüme tekrar inip inmeyeceğini nerden bilebilirdim ki?...” ve sonra şöyle yorumluyor Nilgün Marmara: “Sırça fanusun en son kez bir gaz ocağı şeklinde inmesi ve Plath’ın intiharının, benzer bir soruyu bir kez daha sorması olasılığını ortadan kaldırması ne acıdır.” Plath’ın ölümünün gerçekleştiği mekânın, evinin mutfağı olması trajik bir durumdur.
***
Bu yazıda değiniler ve anımsatmalarla, mekân-yazar-yapıt ilişkisinin yer yer gerilimli serüvenini dile getirmeye çalıştım. Sonuçta, yazarın asıl mekânının yapıtları olduğundan hareketle, zamanın ölümsüzleştiği bir dünyaya (mekâna) açılmamızın olabilirliğini; böylece sanatın ve edebiyatın sonsuza açılan dünyasında olanaksızlıkların yerini olabilirliklerin aldığını belirtebilirim.
Hülya SOYŞEKERCİ








DELİLER TEKNESİ Sanat Edebiyat Dergisinde yayımlandı. (Ocak Şubat 2009)

21 Mart 2009 Cumartesi

AYNALI GÖL'E YANSIYAN YAŞAMLAR


(“Aynalı Göl”, Ferda İzbudak Akıncı, öyküler, Everest Yayınları, 112 sayfa, 8 TL)
Öyküye uzun yıllar emek veren ve bu türde başarılı yapıtlara imzasını atan Ferda İzbudak Akıncı’nın yeni öykü kitabının adı Aynalı Göl. Yaşamın canlı renklerinin yansımalarını içeren öyküler bütünüyle karşılaşıyoruz Aynalı Göl’de. Yayımlanmamış dosya olarak 2005 Orhan Kemal Öykü Yarışması’nda birincilik ödülünü alan yapıtta, yazarın Orhan Kemal çizgisinde ilerlerken aynı zamanda yeni yaratımlar ve farklı kurgu tekniklerini denemesi dikkat çekiyor. Bütün öykülerinde bireyin toplumdan ayrı bir varlık olmadığının bilinciyle hareket eden yazar, yarattığı öykü kahramanlarını ait oldukları toplumsal çevre ve toplumsal ilişkiler sistemi içindeki yerine oturtuyor öncelikle. Birey-toplum dengesini öykü metnine sindirdikten sonra öykü kişilerinin kendine özgü bireysel gerçekliklerini ortaya koyuyor. Bu gerçeklikler, belirli bir olayın ya da durumun odağında can buluyor. Öykülerdeki olay ya da durumlardaki toplumsallık bağlamında insan halleri, zengin, akıcı ve şiirsel bir anlatımla dile getiriliyor. Öykülerde imgeli- şiirsel dilin yarattığı canlı betimlemeler okuyanların mekân algılarını genişletirken, öykü kişilerinin metnin atmosferinde soluk aldıkları, insan sıcaklığı taşıdıkları görülüyor. Yer yer diyaloglarla örülen öykülerde konuşmaların doğallığı ve canlılığı, onları kendimize yakın kılıyor; yaşamdan beslenen ve yine yaşama dönerek onu zenginleştiren öyküler okuyoruz. Okuma yolculuğu boyunca, kendi insanımıza ve toplumumuza ait birçok gerçeğin öykü sanatına dönüştürülmüş çelişkili bütünlüğünün Aynalı Göl’e yansıdığına tanık oluyoruz. Bu tanıklık, kitabın öykülerinden ‘edebiyat tadı’ almayı da kapsıyor.
Yarasalar, İzmir’in ‘göl suları gibi sığ ve kıpırtısız’ bir semtinde geçiyor. Yoksul sokaklardan kentin sahte ışıltılı semtlerindeki uyuşturucu ve fuhuş tuzaklarına düşen üç genç kızının acısını, mahalledeki kilisenin zangocuyla paylaşan bir annedir Elmas. Zamanı donduran bir dostluk vardır Elmas ile Dimitri’nin arasında. Sanki kızlar hep çocukmuş gibi anlatır eski günleri Elmas. Kenardaki yoksul insanların ilişkilerini, mahalle baskısı ve dedikodu çarkını, her şeye karşın yaşamın sürekliliğini dile getiriyor yazar. Orhan Kemal’in dünyasında bir mahalledeymiş izlenimi uyanıyor okurda. Yazar, bunu, ustaya selam gönderen tutumuyla, bilinçli bir dikkat ve farkındalıkla gerçekleştiriyor.
Kitaba adını veren Aynalı Göl, Nehir’in Göl’e kavuşmasını anlatıyor. Bu kavuşma, ölümü içeren bir metafordur aynı zamanda. Amansız hastalığın pençesinde ölümüne az zaman kalan Nehir, Aynalı Göl’ün kıyısına; doğup büyüdüğü topraklarda ölmeye gelir. Yeşilırmak’la Nehir’i özdeşleştiren cümleler okuyoruz: “Böylece yola yalnız çıkar görünmüştün. Aslında nasıl da kalabalıktın. Gürül gürül bir ırmak akıyordu usundan… Yaşamına binlerce yaşamı katmış, büyüyerek gidiyordun. Yükünü çekmek zordu aslında, yine de sen onların hepsini birden istiyordun.” Paragraflar boyunca, anlatıcının ‘sen’ söylemli sesi, yazardan bağımsız bir ses olarak kendini ifade ediyor. Yazar da bir öykü kişisi olarak metne dâhil oluyor Aynalı Göl’de. Nehir’in Aynalı Göl’e gitmesi, onun geçmişe, çocukluğuna yaptığı yolculuğu da kapsamaktadır. Metinde bir yandan da Nehir’in sevgilisi Sıla’nın öyküsü sürer yazarın bakış açısından. ‘Sen’ söylemiyle konuşan anlatıcılardan birinin Sıla; ötekinin de metne katılan yazar olduğunu anlarız okudukça. Aynalı Göl, zamansal katmanlardan oluşan yolculuklar öyküsüdür. Şubatta Nehir’in Aynalı Göl’e gelişi birinci yolculuk (Sıla’nın bakışından), baharda Sıla’nın Göl’e gidişi ikinci yolculuk (yazarın bakışından), ve asıl öykü zamanını oluşturan, yazarla Sıla’nın Aynalı Göl’e gidip Nehir’in izini sürmeleri.(Sıla’nın bakışından) Öykünün asıl anlatıcısı konumundaki Sıla, yazara tavırlıdır biraz da: “Yazarın konuşulmayanları bile yazanlardan oluşu” ürkütücü gelir ona. Bazen yazar seslenir Sıla’ya. Ölmeye gelen Nehir, öykünün sonunda asıl adına kavuşur: Yabat. Aynalı Göl, kurgusal denemeleri, etkileyici doğa betimlemeleri, şiirsel dili ile kitabın odağında yer alan öykü. Yazarın öykü mekânı olarak Yeşilırmak’ın döküldüğü gölün kenarında bir köyü seçmesi, öteki öykülerin arka planını oluşturan İzmir fotoğrafından ayrıksı bir durum sergiliyor; bu seçim, öykü atmosferine farklı ve gizemli bir özellik kazandırıyor. Aynalı Göl öyküsünde toplumsal çelişkilerden çok, insan ruhunun gizemli labirentlerinde yolculuğa çıkıyoruz. Bu içsel yolculuğu da dikkate aldığımızda Aynalı Göl’ün birbiri içinde ilerleyen kurgusal-kırılmalı zamanlarda dört ayrı yolculuktan oluştuğunu söyleyebiliriz. Gölde son bulan yaşam ırmağı, farklı farklı zamanlarda akmaktadır, aynı ırmakta iki kez yıkanamayacağımızı yeniden anlarız; çünkü hep başka sulardır akıp giden…
Yeniden Başlamak öyküsünde insanımızın güncel ekonomik sıkıntılarını, işsizlik, yoksulluk, borçlanma… gibi toplumsal olguları okumaktayız. Ete kemiğe bürünmüş canlı karakterler, yaşamdan yansıyan güçle yer alıyorlar öykünün sözsel evreninde. Maskeler’de köyden kente gelen saf ve doğal bir insanın kente uyum sıkıntısını okuyoruz; içtenliği kent yaşamına uymuyor, çünkü kent, maskeli insanlarla dolu. Kırsala dönmeye çalıştığında oralara da uyum sağlamadığını görüyor. Bu arada kalmışlık yaşantısı, onun içtenlikli yüreğinde derin bir kırılma yaratmış durumda. Sonuçta o da maskeli biri oluyor ama yazarlar, maskeleri söküp atan kişiler olduğu için burada da yazar metne dâhil olarak, kurmaca ile gerçekliği buluşturuyor. Sabaha Karşı adlı öykü atmosferiyle dikkat çekiyor. Dışarıda kar fırtınası eserken işçi aileleri üzerinde yoksulluk fırtınası eser. Burada ‘gece’ metaforuyla zorlu günler anlatılırken, öykünün adındaki ‘sabaha karşı’ ifadesi, zorlukların sona ereceği umudunu vermektedir. İşçilerin grevle fırtına gibi esmeleri İlya Ehrenburg’un Fırtına’sını çağrıştırırken, umudun vurgulanması Orhan Kemal’in ‘Aydınlık Gerçekçiliği’ni anımsatır.
Kokinalar’da çalışan kadınlara yönelik cinsel taciz, öksüz bir kızın sevgisiz dünyası ve onun iş yaşamındaki yükselişi bağlamında anlatılıyor. Yazar, öykü kahramanını Alsancak’ta çiçek alırken görüyor. Aslında öykü burada başlıyor yazarın zihninde. Kurmaca ile gerçekliğin buluşması ilgi uyandırıyor. Gecenin Kırılma Noktası da gece metaforuna yaslanan ve umudun kapılarını zorlayan bir öykü. Üçlü kurgu yapısıyla, birbirine çok yakın oturan üç ayrı insanın dünyalarına ışık tutuluyor. Hey Gidi Günler’de otobüs içinden yaşama bakan insanların yaşantılarını gözlemlerken, önceki öykü kahramanlarından bazılarının akıbetini bu öykü içinde okumaktayız. Hüzünlü Menekşe de önceki üçlü kurgudan doğan bir öykü. Yüzlerdeki İzler, kitabın final öyküsü olarak dikkati çekiyor; kitaptaki bütün öykü kişileri bu öyküde yer alıyor; öykü kurgusu içinde bir araya geliyorlar. Yazarla birlikte, ’gece’nin simgelediği toplumsal çürümenin, acının ve yoksulluğun kırılma noktasını zorluyorlar; sabah yakındır…
Yaşamın zorlu, karanlık yüzünün umuda ve aydınlığa dönüşümünü, canlı karakterlerle, öykünün yazınsal tadıyla duyumsatan Aynalı Göl’deki öyküler, insanımızın dünyasına yabancı olmayan okurlar açısından gerçek bir edebiyat şöleni…
Hülya SOYŞEKERCİ
hulyasoysekerci@yahoo.com
RADİKAL KİTAP EKİ (20.03.2009 tarihinde yayımlandı.)

20 Mart 2009 Cuma


























Duvar resimleri ressam İhsan Arı'ya aittir:
http://www.art-arinim.com/

NALAN YILMAZ' ın "Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar" adlı kitabım hakkındaki tanıtma yazısı

İnceleme ve eleştiri yazılarıyla adından sıkça söz ettiren Hülya Soyşekerci’nin ilk kitabı günce türünde yayımlandı. “Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar” kitabı, yazarın 2004–2007 yılları arasında edebiyat, sanat, duygu ve düşünce düzleminde tuttuğu günlüklerinden oluşmakta ve okuyucuyla pek çok yazarı buluşturmakta.
Soyşekerci, yazarın çevresiyle bir bütün olduğunun bilinciyle, eserlerini okuduğu kişilerin öz yaşamları hakkında bilgi toplarken, yaşamları ile yapıtları arasında köprü kuruyor, yaşadıkları dönemin ekonomik, sosyal, kültürel yansımalarının, kişilik özelliklerinin, ruh hallerinin yapıtları üzerindeki etkilerini araştırıyor ve bu yöntemle yazma edimine çok daha geniş açıdan bakıyor.
Kitabın başında, yazarın günce tutmaya başlamadan önce bu edebiyat türü hakkında yaptığı titiz araştırma ve okumalar yer alıyor. Divan edebiyatındaki yerinden ve bizdeki ilk örneklerinden söz ettikten sonra günümüze kadar olan gelişim çizgisini aktarıyor ve bu araştırmanın ardından günceleri başlıyor. Kitabın yazım türünün yanı sıra, onu ilginç kılan bir diğer özellik de, inceleme ve eleştiri konusunda emek veren yazarın, okuma tercihindeki etkenlerin neler olduğunu gösteriyor olması.
Kitapta Oğuz Atay, Julio Cortazar, Pablo Neruda, Bilge Karasu, Louis Aragon, Stefan Zweig, Şükran Yücel, George Lukacs, Füruğ Ferruhzad, Jean Paul Sartre, Tezer Özlü, Cesare Pavese, Duygu Asena, Andreas Fava, Virginia Woolf, Orhan Kemal, Sylvia Plath, Nilgün Marmara, Italo Svevo ve Yusuf Atılgan isimli yazarlarla ilgili çalışmalar yer alıyor. Ayrıca Şükran Yücel’in “Yalancı Dolma” öyküsü ve Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam” romanı için yazılmış olan incelemelerin, bu türleri seven okurlar için sürpriz niteliğinde olduğunu da söyleyebiliriz.
Günce türü, gerek dünyada gerekse ülkemizde her zaman ilgiyle karşılanmış olup özellikle yazarların hayatlarına, düşünsel yanlarına ışık tutmuştur. Soyşekerci, günceler aracılığıyla okuduğu yazarların yaşanmışlıklarının izini sürerken, biz de elimizdeki kitapla Soyşekerci’nin izini sürerek çok keyifli, çok katmanlı bir süreç yaşıyoruz.

“Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar” kitabı; “Yaşamın neresinden dönülse kardır” diyen Nilgün Marmara’yı, “Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de /Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm” diyen Aragon’u, İranlı cesur kadın şair Füruğ Ferruhzad’ı, “İnsanlık her yerde var ama bu her yer çok az…” diyen Stefan Zweig’ı, “Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İşyerlerinizle… Ölmek istedim dirittiniz…” diyen Tezer Özlüyü’yü, “Kendimi yalnız bırakmamak için bütün gece aynanın karşısında oturdum” notunu günlüğüne düşen Cesare Pavese’yi ve daha pek çok sıradışı yazarı okumak, haklarında bilgi edinmek isteyenler için okunması gereken bir kitap, “Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar”

“Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar”
Günlük (2004-2007)
Hülya Soyşekerci
Kanguru Yayınları
Mart 2008


NALAN YILMAZ
LACİVERT Sanat Edebiyat Dergisi MART NİSAN 2009 sayısında yayımlandı.

13 Mart 2009 Cuma








KLASİKLERİN OKUNMA SÜRECİ ÜZERİNE
(eğitim açısından)

Yüzyıllardan bu yana okullarda, çeşitli eğitim kurumlarında, aile içindeki okumalarda klasiklerin belirli bir önemi ve değeri olduğu anlayışı süregelmiş ve çocuklarla gençlerin eğitiminde klasik yapıtlar her zaman için ön plana alınmıştır. Bu durum, ülkemizdeki ve dünyadaki eğitim ve okuma ilişkisinin buluştuğu ortak bir zemindir.
Bacon bu konuda şöyle der: “Edebiyatta en eski yapıtları, bilimde ise en yeni yapıtları okumak gerekir.” Aktardığım sözün işaret ettiği gerçek; edebiyatta klasiklerin vazgeçilmez yapıtlar olduğu ve yazınsal okumalarda klasik yapıtların öncelenmesinin gerekliliğidir. Klasikler, akıp giden zaman içinde kalıcı izler bırakabilmiş, tüm insanlığa seslenen ve insanlığın temel değerlerini işleyen, geleceğe kalma olasılığı yüksek yapıtlardır. Edebiyatta bu yapıtların kaynağı Klasisizm akımıdır. Klasisizmin temel öğeleri kendi içinde soyluluk, akılcılık, uyum, açıklık, sınırlılık, evrensellik, idealizm, denge, ölçülülük, güzellik ve görkemliliktir. Bir eserin klasik sayılabilmesi için bu özellikleri barındırması gerekmektedir. Klasik bir eser, bir üslubun en yetkin ve en uyumlu ifadesini bulduğu eserdir. Klasisizm, gücünü yeni versiyonlara açık oluşundan (sinema, fotoğraf, çizgi film…), eğiticiliğinden ve erdeme, değerlere dayanmasından alır. Italo Calvino’nun, ünlü “Klasikleri Niçin Okumalıyız?” başlıklı yapıtında belirttiği gibi, klasikleri şöyle tanımlamak, açıklayıcı nitelikte olacaktır: “İnsanların daima ‘tekrar okuyorum’ dediği fakat asla ‘okuyorum’ demediği yapıtlar. Çünkü her klasik, okur için bir ‘yeniden okuma’dır.”
Klasik adlandırmasının kaynağında bulunan “classe” sözcüğü hem “birinci sınıf yapıt” oldukları sezgisini hem de bu yapıtların okullarda (sınıflarda) okunmasının uygunluğunu da içinde barındırmaktadır. Dünya klasikleri terimi Goethe’nin “Weltliteratur” (dünya edebiyatı) kavramına dayanmaktadır. Hocası Herder ise “Volkslieder”den söz eder. Bu söz halk edebiyatını değil, halkların edebiyatını işaret eder ve çok çeşitli ulusların edebiyatlarından örnekleri kapsar. Bu bağlamda düşünüldüğünde, klasik yapıtların nüvesini “evrensellik” oluşturmaktadır.
Edebiyatta sınırları aşmak, evrenselliğe açılmak; düşünce ufuklarını genişletmek anlamına gelir. Bu durum, eğitimde önemli bir aşamadır. Yalnızca kendi kültürüyle sınırlı kalmayan, başka kültür ve edebiyat yapıtlarına açılabilen bireyler, hem insanın özünü kavramada hem de hoşgörü ve barış ideallerine yaklaşmada daha başarılı olurlar. Prof Gürsel Aytaç’ın klasiklere dair bir yazısında belirttiği gibi “ Edebiyat, dünya görüşlerini, hayat felsefelerini soyut bilgiler olarak değil, ete kemiğe bürünmüş ‘canlandırılmış’ şekliyle sunar. Bu bakımdan edebiyat, Doğu’suyla Batı’sıyla ve klasikleri esas alarak eğitim öğretim sisteminde yer almalıdır. Bu, bir bakıma duyguların eğitimine hizmet eden estetik eğitimin önemli bir parçası olduğundan, günümüzde teknolojinin baskın varlığını bir parça olsun dengeleme gayretidir.” Prof. Gürsel Aytaç’a göre Doğu klasiklerinde hayat bilgeliği, Batı klasiklerinde ise sorgulayıcı ve eleştirel bir tavır söz konusudur. Eğitimsel okumalarda Doğu ve Batı klasiklerini birlikte düşünmek gerekir.
Ülkemizde eğitim kurumlarında verilen edebiyat eğitimi çeşitli boyutlarıyla tartışılmaya açık bir konudur. Bu konunun klasiklerin okutulması boyutu ele alınacak olursa, söylenecek pek çok söz bulunduğu kanısındayım. Her şeyden önce klasik yapıtların ders kitaplarında sunulma biçimi yeterli sayılamaz. Kısa bir özet ve metinden alınan küçük bir bölümün okutulmasından sonra, sorulan birkaç soruyla klasik yapıt üzerindeki çalışma yeterli görülebilmektedir. Edebiyat derslerinde başlı başına bir kitap okuma ve yorumlama saatinin yer almaması, bu durumun olumsuzluğunu artırmaktadır. Burada elbette öğretmenin klasik yapıtı algılama biçimi, klasiklere bakış açısı, kendine özgü yaratıcılığı ve dersi sunuş biçimi de büyük önem taşımaktadır.
Öğrenci, okuma ödevi olarak verilen yapıtlara, yarışmacı sistemden kaynaklanan nedenlerden dolayı yeterince zaman ayıramamakta; çoğunlukla internetten klasiklerin özetlerini indirip bu özetleri bile yeterince okumadan, ödev olarak öğretmenine vermektedir. Okul ya da Üniversite Giriş Sınavında alacağı puanı yükseltme derdinde olan, başkalarını geçmek, sürekli koşmak durumunda kalan gençler, bu hızlı koşudayken, içindeki olaylarda zamanın ağır bir tempoda aktığı, insani değerlerin yüceltildiği klasikleri okumaya zaman ve zemin bulamamaktadır ne yazık ki… Kısacası eğitim sisteminin sonucu olan hız, yarış, stres ve koşu, gencin klasik yapıtları yeterince görmeden geçmesine neden olmaktadır ki bu durum gerçek bir kayıptır. Bundan sonra yaşamının hangi döneminde klasikleri okuma fırsatı bulacağı da şüphelidir.
Öğrencilerin zaman sorunundan dolayı klasik yapıtlar bazı yayıncılar tarafından kısaltılarak piyasaya sunulmaktadır. Klasik yapıtları öğretmenin isteği nedeniyle mutlaka okumak durumunda olan öğrenciler, çoğu zaman kötü çeviriler ya da komprime haline getirilmiş kitaplarla ödev yapmaktadırlar. Bu kitapların hem sayfa sayısı az hem fiyatı çok ucuzdur. Genç, bilinçli yönlendirmelerden yoksun kalırsa, bu tarzda hazırlanmış klasikleri okuyacaktır doğal olarak. Metin Celal, Cumhuriyet Kitap Eki’ndeki bir yazısında (20.07.2006-Sayı: 857) piyasada en az 27 çeşit Savaş ve Barış’ın bulunduğunu, bir çevirinin 112 sayfa; başka bir çevirinin ise 2168 sayfa olduğunu; Don Kişot’un 41 çevirisi olduğunu en ucuzunun 2.5 en pahalısının 55 YTL olduğunu belirterek ilginç bir tablo ortaya koyuyor. Hızlı yaşam koşullarına ve sınavlara yoğunlaşan gencin gereksinmelerini de karşılayan bir tablodur bu. Ayrıca klasiklerin toplu özetlerini içeren kitaplar piyasada cirit atmaktadır. Nitelikli ile niteliksizin ayırt edilemediği tam bir kaos ortamıdır yaratılan.
Bu durumun aşılabilmesi için bilinçli yönlendirmeler yapılmalı, gence kitap okuması ve yorumlayabilmesi için daha fazla zaman tanınmalı ve her şeyden önce yanıtları dört ya da beş seçeneğe indirgenmiş bir test sınavına dayalı yarışmacı eğitim modeli terk edilmelidir.
Şu an içinde bulunulan koşullarda olumlu anlamda ne yapılabilir, sorusunun yanıtı bana göre, yine iyi edebiyat yapıtlarına, yapıtın ruhuna girebilen tam metin çevirilere önem vermek olacaktır. Genç, bilgisayar oyunlarına, sinema ve televizyona ayırdığı zamanın bir kısmını klasiklerin tam metnini okumaya da ayırabilir. Bu okumalar, onun kişilik gelişimi sürecine olumlu katkı yapabilecek birçok unsuru da beraberinde getirecektir. Zamanı planlama, okumaya zaman ayırma konusunda, ailenin ve okulun gence yeterince rehberlik edebileceği kanısındayım.
Klasik yapıtlarda yaş düzeyi de çok önemlidir. Pinokyo’yu ya da Aya Yolculuk’’u tam metin olarak okuyabilen ilköğretim ikinci kademe öğrencisi, elbette Savaş ve Barış’ın ya da Karamazov Kardeşler’in tam metninden hoşlanmayacak ve yapıtı anlayamadığını düşünecektir. Bu nedenlerle okumalarda yaş düzeyine uygun tam metin öncelenmelidir. Bence hiçbir özet, yapıtın bütününü yansıtamaz. Klasik yapıtların insan ruhunu ne denli derin anlattığını keşfetmek ve yapıtın atmosferinde soluk alabilmek için kısaltılmış metinlerden uzak durmak gerektiği kanısındayım.
Unutmamak gerekir ki eğitim; insana, insanı tanıma ve insan olma bilincini kazandıran evrensel bir süreçtir. Bu süreçte klasik yapıtlar yaşam boyu kişinin yanında yer alabilecek en değerli arkadaşlardır. Kısa ve yüzeysel bir arkadaşlığın, insanın kişiliğine fazla bir şey katmadığı, onu ruhen çoğaltamadığı da bilinen bir gerçektir…


LACİVERT Sanat Edebiyat’ta yayımlandı. (2006)