
“Boşluk, bakışımın biçimini alıyor.”
(Paul Eluard’ın bir dizesi üzerine Hubert Reeves’nin serbest yorumu)
Mekân, insanla anlam ve değer kazanan boşlukların özlü bir anlatımıdır; mekân, zamanın ikiz kardeşi ve onun bütünleyicisi bir kavramdır, ya da şöyle düşünebiliriz; zaman da mekândır bir anlamda. Mekân kavramı, dar ve geniş mekânlar olarak yaşantılarımıza damgasını vurur, hayatın akışını şekillendirir. Yaşadığımız sürece içinde ‘en çok kendimiz’ olduğumuz somut mekânlar, evlerimizdir. Bize en uzak gelen mekânlar, -sanırım- mezarlıklar ve mezardır. Bir gün orada yer alacağımızın bilgisine sahip olduğumuz halde, mezarın da bir mekân olduğu algısı, yaşadığımız anlarda çoğu zaman bizden epeyce uzaklardadır.
Muhteşem bir mekân olan dünyaya yolculuğumuza, anne rahminde büyüyerek hazırlık yaparız; rahim, koruyan, kollayan, kuşatandır; yaratan, gözeten ve esirgeyendir. O, annenin hazırladığı biyolojik bir mekândır; yaratılışın sunduğu bir yaşam armağanıdır. İnsanların dünyadan bunaldıkça anne karnına dönme özlemleri çeşitli simgelerle ifade bulur; sanat bu türden bunalım ve kaotik ruhsal durumların dillendirildiği, dışa vurulduğu en özgür alandır. Sanatta simgeler konuşur; insan bu simgeler aracılığıyla yaşamı sanatın içinde şekillendirir ve dönüştürür. Bir anlamda, sanat (dolayısıyla edebiyat), hem mekânlarda oluşarak o mekândan pek çok izler ve etkiler taşır hem de sanat yapıtını yaratan sanatçının yaşam mekânı olarak var olur. Sanatçıların ve yazarların asıl mekânları, kuşkusuz ki onların yapıtlarıdır; sanatçı, yapıtında tüm bir yaşamı kristalize eder…
Mekânların edebiyat yapıtlarına da yansıması ve onlarda soluk alması önemli bir hakikattir. Evler, balkonlar, odalar, sofalar, pencereler, sokaklar, kaldırımlar, mahaller, binalar, gökdelenler… yazarın dünyasında yepyeni bir gerçekliğe dönüşürler. Beton kentlerin ruhu, apartmanlarda birbirine çok yakın dairelerdeki çok uzak komşuluklarda, apartman boşluklarında dile gelir. Parklar, bulvarlar, müzeler, sinemalar, tiyatrolar, kütüphaneler, kentsel mekânların farklı farklı formlarıdır… Kasaba-köy gerçekleri ise, kırsal yaşamın kendine özgü dünyasını yaratır. Arabalar, trenler, vapurlar, uçaklarla hızın içindeki yolculuklar, hayatımızın önemli bir boyutunu oluşturur. Yol da başka bir mekândır. Ada, insanın içe dönüşünü, yalıtılmışlık ve yalnızlığını simgeleyen özel mekânlar arasındadır. Deniz; öteleri, ileriyi, özgürlüğü anlatan başka bir mekândır. Bütün mekânlara asıl anlamını veren, insanın kendine özgü varlığıdır, evrensel yaşam enerjisinin içinde soluk almasıdır. Bu yaşam enerjisi, soluk ve titreşimlerdir mekânları anlamlı kılan.
Bir roman ya da öykünün içindeki mekân da önemlidir. Mekânsızlık ve zamansızlık daha çok masallar ve mitoslar dünyasına özgü kavramlar arasındadırlar. İnsanda gerçeklik duygusu uyandıran kurmaca yapıtlarda mekânın özel bir önem ve değere sahip olduğu da dikkati çeker.
Edebiyatta mekânları işleyen, mekân-insan ilişkilerini ele alan yapıtlar arasındaki bir geziyi kapsıyor bu yazı. Evler, odalar, sofalar, balkonlar, sokaklar, kaldırımlar, bulvarlar, çarşılar, binalar, apartmanlar, kentler, köyler, kasabalar, yollar, adalar, sıra dışı kentler, kent duyarlılığı taşıyan yapıtlar… Yolumuz uzun, mekânlarımızsa pek çok… O nedenle, genel bir değini/anımsatma yazısı sunmak durumundayım şimdilik.
Evler
İnsana en yakın mekân olan evler, Behçet Necatigil’in Evin Halleri şiirini akla getiriyor önce:
Evin yalın haliİster cüce, ister dev Camlarında perde yokBomboş, ev.Evin -i hali, sabah,Geciktiniz haydi!Uykuların tatlandığı sulardaBıracaksınız evi.Evin -e hali, gün boyu,Ha gayret emektar deve!Sırtınızda yılların yorgunluğuAkşam erkenden eve…Evin -de hali, saadet,Isınmak ocaktaki alevdeSönmüş yıldızlara karşıIşıklar varsa evde.Evin -den hali, uzaksınız,Hattâ içinde yaşarkenAşkların, ölümlerin omzundaAyrılmak varken evden.
Mekânların insanla anlam kazanması izleğinin, dil yaratıcılığıyla yorumlanmış güzel bir halidir Evin Halleri. Evler adında bir kitap dolusu şiire imza atmış olan Necatigil en iyi mekân şairlerimiz arasındadır.
Evin Odalar’ı ve Sofalar’ında ise bizi Sabri Esat Siyavuşgil gibi duyarlı şairler gezdirir:
Evler, bir nara benzer,
Nar tanesi, sofalar,
Akşam, yol gibi gezer;
Sükûn, su gibi odalar.
Balkon konusunda yazılmış en ince hüzünlü şiir Sezai Karakoç’a aittir:
Çocuk düşerse ölür çünkü balkon
Ölümün cesur körfezidir evlerde
Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların
Anneler anneler elleri balkonların demirinde
…
Bana sormayın böyle nereye
Koşa koşa gidiyorum
Alnından öpmeye gidiyorum
Evleri balkonsuz yapan mimarların
Ahmet Muhip Dıranas’ın Serenad şiirinde pencereler önemlidir:
Yeşil pencerenden bir gül at bana Işıklarla dolsun kalbimin içi. Geldim işte mevsim gibi kapına, Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.
Dıranas’ın Olvido şiirinde anlattığı ev, çocukluktaki bir mekândır; anılar ve unutuluşlar arasından süzülüp gelir:
İşte, doğduğun eski evdesin birdenYolunu gözlüyor lamba ve merdiven,Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşikVe cümle yitikler, mağlûplar, mahzunlar...
Edebiyatta mekânları işleyen, mekân-insan ilişkilerini ele alan yapıtlar arasındaki bir geziyi kapsıyor bu yazı. Evler, odalar, sofalar, balkonlar, sokaklar, kaldırımlar, bulvarlar, çarşılar, binalar, apartmanlar, kentler, köyler, kasabalar, yollar, adalar, sıra dışı kentler, kent duyarlılığı taşıyan yapıtlar… Yolumuz uzun, mekânlarımızsa pek çok… O nedenle, genel bir değini/anımsatma yazısı sunmak durumundayım şimdilik.
Evler
İnsana en yakın mekân olan evler, Behçet Necatigil’in Evin Halleri şiirini akla getiriyor önce:
Evin yalın haliİster cüce, ister dev Camlarında perde yokBomboş, ev.Evin -i hali, sabah,Geciktiniz haydi!Uykuların tatlandığı sulardaBıracaksınız evi.Evin -e hali, gün boyu,Ha gayret emektar deve!Sırtınızda yılların yorgunluğuAkşam erkenden eve…Evin -de hali, saadet,Isınmak ocaktaki alevdeSönmüş yıldızlara karşıIşıklar varsa evde.Evin -den hali, uzaksınız,Hattâ içinde yaşarkenAşkların, ölümlerin omzundaAyrılmak varken evden.
Mekânların insanla anlam kazanması izleğinin, dil yaratıcılığıyla yorumlanmış güzel bir halidir Evin Halleri. Evler adında bir kitap dolusu şiire imza atmış olan Necatigil en iyi mekân şairlerimiz arasındadır.
Evin Odalar’ı ve Sofalar’ında ise bizi Sabri Esat Siyavuşgil gibi duyarlı şairler gezdirir:
Evler, bir nara benzer,
Nar tanesi, sofalar,
Akşam, yol gibi gezer;
Sükûn, su gibi odalar.
Balkon konusunda yazılmış en ince hüzünlü şiir Sezai Karakoç’a aittir:
Çocuk düşerse ölür çünkü balkon
Ölümün cesur körfezidir evlerde
Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların
Anneler anneler elleri balkonların demirinde
…
Bana sormayın böyle nereye
Koşa koşa gidiyorum
Alnından öpmeye gidiyorum
Evleri balkonsuz yapan mimarların
Ahmet Muhip Dıranas’ın Serenad şiirinde pencereler önemlidir:
Yeşil pencerenden bir gül at bana Işıklarla dolsun kalbimin içi. Geldim işte mevsim gibi kapına, Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.
Dıranas’ın Olvido şiirinde anlattığı ev, çocukluktaki bir mekândır; anılar ve unutuluşlar arasından süzülüp gelir:
İşte, doğduğun eski evdesin birdenYolunu gözlüyor lamba ve merdiven,Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşikVe cümle yitikler, mağlûplar, mahzunlar...
Anılarda mekân olarak evin büyük bir önemi vardır. Özellikle çocukluk anılarını, yazarlar, bir ev/aile ortamıyla birlikte ifade ederler. Halide Edib Adıvar’ın Mor Salkımlı Ev’i de böyle bir eserdir. Mor salkımlarla süslü, ahşap evlerini anlatırken, bütün içtenliğiyle çocukluğuna merhaba der Halide Edib.
Ev konusunda duyarlı yazarlardan biri de Ayfer Tunç’tur. Suzan Defter öyküsündeki karakterleri agorafobik’tir. Dışarıya çıkma korkusu, hastalıklı bir biçimdedir öykü kişilerinde. Hayattan, dış dünyadan korkar bu kişiler, çünkü hayat onları sürekli incitmiştir. Her ikisi için ev rahimdir. Şefkatli, sevecen bir biçimde sarar, esirger onları. O nedenle ev güvenlidir; dışarısının kötülükleri eve giremez. Acıtan dış gerçekler ulaşamaz. Ana olayın ev ortamlarında geçmesi, yazarın öykü kişilerine uygun, kapalı ve dar mekâna bu öyküde özel bir önem vermesinden kaynaklanır. Düşsel bir rahim içinde hareket eder öykü kişileri; ama bu şefkat algılaması ne yazık ki bir yanılsamadır. Ekmel Bey, ev içinden şöyle söz eder: “İçeride ise başka bir zaman vardı, kalp atışlarımıza ayarlı.” Bu söz soyut anlamıyla sevgiyi, somut anlamıyla rahmi çağrıştırmaktadır. Başka bir yerde de şöyle der: “Yeniden annemin rahmine-evine- geldim. Ama baktım ki olmuyor; doku tutmuyor artık.” Ayfer Tunç, Suzan Defter’de mekânla kişi arasındaki sancılı, gerilimli ilişkinin altını çok iyi çizer. Ekmel’in anlatımına göre, karşı kutbunu bulmamış bir aşk dolaşır baba evinde. Bu aşk öfke, acı ve kin olarak dolanır eşyaların arasında, duygular eşyaya sirayet eder. Abajurlar çarpar, bardaklar çatlar, duvardaki çiviler yerinden oynar. Babası evden uzaklaşıp bir yolculuğa çıkınca evdeki eşyanın öfkesi yatışır. Ekmel’e göre aşk olmayan evde eşyanın ruhu da yok oluyor, bir parfüm gibi azalıp buharlaşıyor, yok oluyor. Geriye maddenin sert anlamı kalıyor. Kendi gibi tek başına yaşayan bir adamın evindeyse eşya evin efendisi oluyor, musluklar bozuluyor, koltuklar giderek küçülüyor. Eşya yalnızlıkta çok ses veriyor. Çünkü artık doku uymamaktadır... Başka bir yerde de mekân şöyle anlatılır: “Salonda iki takım koltuk vardı. Eşyası epeyce eski, perdeler kadife, yemek masası büyük, ceviz. Evde ağır hayatlar yaşanmış olduğunu hissettirerek gözdağı veriyor her şey.”
Sokaklar, Kaldırımlar, Bulvarlar
Necip Fazıl Kısakürek, Kaldırımlar’da kentin sokaklarını kimsesizlik ve yalnızlık metaforu olarak kullanıyor:
Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta.
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta,
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!
Sisler Bulvarı’nda Attila İlhan, derin aşk ve ayrılık duygularını kentin bulvarları içinden geçiriyor:
sisler bulvarı'na akşam çökmüştüomuzlarımıza çoktan çökmüştükesik birer kol gibi yalnızdıkdağlarda ateşler yanmıyordudeniz fenerleri sönmüştübirbirimizin gözlerini arıyorduk
Apartmanlar, Binalar
Modernleşmenin timsali olduğu kadar onunla birlikte gelen bireysel yalnızlıkların da alanı olan apartman, günümüzde kentsel mekânların kurucu öğelerinden biri. Belirli sayıdaki insan toplulukları, göğe uzanan bu dar mekânlara yığılmış/sıkıştırılmış durumda, zorunlu olarak yaşıyor. Yüzlerce, binlerce “darmekân apartmanlar” yer alıyor metropollerde. Modern zamanlar, iletişimin yerini iletişimsizliğe bırakırken, bireyler kendi yalnızlıklarını ve yabancılaşma duygularını, en çok apartman yaşamında hissediyorlar. Genç yazar Hakan Bıçakcı’nın Apartman Boşluğu adlı romanı, kentteki bireyin yabancılaşması ve yalnızlığı trajedisini işleyen bir yapıt. Burada apartman boşluğu, roman kahramanı için boşluktan öte bir durum alarak, onun şizoid dünyasında yepyeni anlamlar kazanıyor. Son zamanlarda apartman konusunda yazılmış etkileyici romanlar arasında Apartman Boşluğu.
Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta.
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta,
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!
Sisler Bulvarı’nda Attila İlhan, derin aşk ve ayrılık duygularını kentin bulvarları içinden geçiriyor:
sisler bulvarı'na akşam çökmüştüomuzlarımıza çoktan çökmüştükesik birer kol gibi yalnızdıkdağlarda ateşler yanmıyordudeniz fenerleri sönmüştübirbirimizin gözlerini arıyorduk
Apartmanlar, Binalar
Modernleşmenin timsali olduğu kadar onunla birlikte gelen bireysel yalnızlıkların da alanı olan apartman, günümüzde kentsel mekânların kurucu öğelerinden biri. Belirli sayıdaki insan toplulukları, göğe uzanan bu dar mekânlara yığılmış/sıkıştırılmış durumda, zorunlu olarak yaşıyor. Yüzlerce, binlerce “darmekân apartmanlar” yer alıyor metropollerde. Modern zamanlar, iletişimin yerini iletişimsizliğe bırakırken, bireyler kendi yalnızlıklarını ve yabancılaşma duygularını, en çok apartman yaşamında hissediyorlar. Genç yazar Hakan Bıçakcı’nın Apartman Boşluğu adlı romanı, kentteki bireyin yabancılaşması ve yalnızlığı trajedisini işleyen bir yapıt. Burada apartman boşluğu, roman kahramanı için boşluktan öte bir durum alarak, onun şizoid dünyasında yepyeni anlamlar kazanıyor. Son zamanlarda apartman konusunda yazılmış etkileyici romanlar arasında Apartman Boşluğu.
Kent Duyarlılığı
Pek çok şair, kentlerin şiirini yazmış; o kentin ruhunu anlamaya, içindeki insan yaşamlarından kesitler aktarmaya önem vermiştir. Kent şairleri arasında Yahya Kemal ilk akla gelenlerdendir.“Sana dün bir tepeden baktım ey aziz İstanbul”, kuşaklar boyunca yaşayan ünlü dizeler arasındadır.
Orhan Veli’nin İstanbul tutkusu ise bambaşkadır:
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;Serin serin Kapalıçarşı,Cıvıl cıvıl MahmutpaşaGüvercin dolu avlular,Çekiç sesleri geliyor doklardanGüzelim bahar rüzgârında ter kokuları;İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Her şair doğup büyüdüğü ve acı- tatlı günlerini geçirdiği kentlere duyarlılıkla bakmayı önemsemiştir. Kentler konusunda edebiyatımızın ünlü eserlerinden biri de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir adlı denemesidir. Bu kitabında yazar, Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul'u anlatmıştır. Tanpınar, eserinin konusunu “hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyak” olarak ifade etmiştir. Beş Şehir, eski ile yeninin sürekli çatışmasıdır; bir hesaplaşma, bir karşılaştırma söz konusudur. Bu eserinde kentsel duyarlılıklarının yanı sıra değerlerin yitimi karşısında duyduğu hüznü dillendirmiştir Tanpınar.
Yollar
Yol, başlı başına bir mekân olduğu gibi kişinin yaşantıları içinde ilerleyen mekân-zaman sürecinin başka bir ifadesidir. Kamyon arkasına “Ömür biter yol bitmez” diye yazan halk insanı, asl’olanın yol ve gitmek olduğunu, yaşamın her daim ilerleyen bir yol olma hakikatini veciz bir biçimde özetlemiştir. Belirli bir mekâna sığamayan ve yaşamın özünü “gitmek, gitmek, gitmek” olarak özetleyen yazar, Tezer Özlü’dür. Onun için yol, yaşamın temel gerçeği; asıl mekânıdır. Sevdiği yazarların yaşadıkları kentlere giderek onlarla ruh ortaklığı kuran Tezer Özlü, sanatın ve yaşamın anlamını “gitmek” ediminde bulur.
Ada
Mekân olarak ada, çoğu zaman bir izolasyon simgesi durumundadır. Kendi yalnızlıklarına, bireyselliklerine sığınmak isteyen insanların başlıca seçimleri arasında ada yaşamı gelmektedir. Zorunlu olarak da bir adada bulunan insan, kendi içine doğru çekilmekte, “ıssızlığın ortasında” yaşamı sorgulamaktadır. Mehmet Eroğlu Kıbrıs’ta yedek subay olarak görev yaparken yazdığı Issızlığın Ortasında adlı romanında böyle bir yaşantı içindedir. Anlatıcısının bakış açısından kendi içsel adalarına keşif yolculuğuna çıkar yazar. Edebiyatta mekân olarak ada, başlı başına bir inceleme konusudur. Birçok ütopik yapıt bir adada kurulan düşsel ülkeleri anlatır. Yazarların başta gelen gönüllü ya da zorunlu sürgün mekânları adalardır. İngiliz yazar Lawrence Durrell, romanlarında İngiltere’yi değil, Girit, Rodos, Kıbrıs gibi Akdeniz adalarını anlatır. Adalarda yaşayan yerleşik yabancı imgesini çoğaltır eserlerinde. Virginia Woolf’un Deniz Feneri de etkileyici ve güzel bir ada romanıdır. Bu konuda Selim İleri şöyle yazıyor: “Virginia Woolf, önce ulaşılamayan, ulaşılamadığı için de daha çok özlenen, daha çok düşlenen, sonra da, üstelik nice zaman geçince, ulaşılınca, anlamını o kadar yitiren bir fener adasından, bir tür hayal kırıklığı adasından söz açar. Bir gelgit söz konusudur: Ulaşılmadıkça, fener adası, iyimser ütopyanın izindeyken; ulaşılır ulaşılmaz, kötümser ütopyanın tutsağı olur.”
Pek çok şair, kentlerin şiirini yazmış; o kentin ruhunu anlamaya, içindeki insan yaşamlarından kesitler aktarmaya önem vermiştir. Kent şairleri arasında Yahya Kemal ilk akla gelenlerdendir.“Sana dün bir tepeden baktım ey aziz İstanbul”, kuşaklar boyunca yaşayan ünlü dizeler arasındadır.
Orhan Veli’nin İstanbul tutkusu ise bambaşkadır:
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;Serin serin Kapalıçarşı,Cıvıl cıvıl MahmutpaşaGüvercin dolu avlular,Çekiç sesleri geliyor doklardanGüzelim bahar rüzgârında ter kokuları;İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Her şair doğup büyüdüğü ve acı- tatlı günlerini geçirdiği kentlere duyarlılıkla bakmayı önemsemiştir. Kentler konusunda edebiyatımızın ünlü eserlerinden biri de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir adlı denemesidir. Bu kitabında yazar, Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul'u anlatmıştır. Tanpınar, eserinin konusunu “hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyak” olarak ifade etmiştir. Beş Şehir, eski ile yeninin sürekli çatışmasıdır; bir hesaplaşma, bir karşılaştırma söz konusudur. Bu eserinde kentsel duyarlılıklarının yanı sıra değerlerin yitimi karşısında duyduğu hüznü dillendirmiştir Tanpınar.
Yollar
Yol, başlı başına bir mekân olduğu gibi kişinin yaşantıları içinde ilerleyen mekân-zaman sürecinin başka bir ifadesidir. Kamyon arkasına “Ömür biter yol bitmez” diye yazan halk insanı, asl’olanın yol ve gitmek olduğunu, yaşamın her daim ilerleyen bir yol olma hakikatini veciz bir biçimde özetlemiştir. Belirli bir mekâna sığamayan ve yaşamın özünü “gitmek, gitmek, gitmek” olarak özetleyen yazar, Tezer Özlü’dür. Onun için yol, yaşamın temel gerçeği; asıl mekânıdır. Sevdiği yazarların yaşadıkları kentlere giderek onlarla ruh ortaklığı kuran Tezer Özlü, sanatın ve yaşamın anlamını “gitmek” ediminde bulur.
Ada
Mekân olarak ada, çoğu zaman bir izolasyon simgesi durumundadır. Kendi yalnızlıklarına, bireyselliklerine sığınmak isteyen insanların başlıca seçimleri arasında ada yaşamı gelmektedir. Zorunlu olarak da bir adada bulunan insan, kendi içine doğru çekilmekte, “ıssızlığın ortasında” yaşamı sorgulamaktadır. Mehmet Eroğlu Kıbrıs’ta yedek subay olarak görev yaparken yazdığı Issızlığın Ortasında adlı romanında böyle bir yaşantı içindedir. Anlatıcısının bakış açısından kendi içsel adalarına keşif yolculuğuna çıkar yazar. Edebiyatta mekân olarak ada, başlı başına bir inceleme konusudur. Birçok ütopik yapıt bir adada kurulan düşsel ülkeleri anlatır. Yazarların başta gelen gönüllü ya da zorunlu sürgün mekânları adalardır. İngiliz yazar Lawrence Durrell, romanlarında İngiltere’yi değil, Girit, Rodos, Kıbrıs gibi Akdeniz adalarını anlatır. Adalarda yaşayan yerleşik yabancı imgesini çoğaltır eserlerinde. Virginia Woolf’un Deniz Feneri de etkileyici ve güzel bir ada romanıdır. Bu konuda Selim İleri şöyle yazıyor: “Virginia Woolf, önce ulaşılamayan, ulaşılamadığı için de daha çok özlenen, daha çok düşlenen, sonra da, üstelik nice zaman geçince, ulaşılınca, anlamını o kadar yitiren bir fener adasından, bir tür hayal kırıklığı adasından söz açar. Bir gelgit söz konusudur: Ulaşılmadıkça, fener adası, iyimser ütopyanın izindeyken; ulaşılır ulaşılmaz, kötümser ütopyanın tutsağı olur.”
Kırsal Mekânlar
Köy ve kasaba mekânları konusunda da yerli ve yabancı edebiyatlardaki pek çok nitelikli yapıttan söz edebiliriz. Bence, bizde köyün ruhunu Yaşar Kemal; kasabanın ruhunu da Sabahattin Ali ölümsüzleştirmiştir. Köy- kasaba, bu yazarlarca yalnızca dıştan görünen yüzüyle değil, kır insanının kolektif bilinçaltını oluşturan efsaneler boyutuyla da işlenmiştir.
Sıra Dışı Kentler
Yeniden kentlere dönersek, bu konuda en sıra dışı yapıtın Italo Calvino tarafından yazılmış olduğunu ifade edebiliriz. Hiçbir atlasta bulunmayan kentlere yapılan yolculukların anlatısı vardır Görünmez Kentler'de. Coğrafi ve tarihsel bir yabancılaşmanın satır satır işlendiği bu kitapta her kent bir kadın adı taşır. Bu kentlerin hangi geçmişe, hangi şimdiye ve hangi geleceğe ait olduğunu bilmek olanaksızdır. Satırlar ilerledikçe göstergeler yavaş yavaş değişir. Yerküreyi giderek örten çağdaş metropollerin ortasında buluruz kendimizi ve düş kentleri, gölgelerini imgelem perdemizin üzerine düşürdükçe kentler çizgilere, noktalara dönüşür ve görünmez olur.
Aylaklık ve Kent
Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam'ında büyük bir kentin; İstanbul'un, ara sokakları, caddeleri, pastaneleri, otelleri, sinemaları, meyhaneleri, ressam atölyeleri, plajları, kuleleri; kalabalığı- çalışan, koşuşturan insanların, akıp giden kalabalığın farklı yaşamları ve daha birçok yönüyle, romanın izleğine ve roman kahramanı C.’nin yapısına uyumlu büyük bir mekânsal alan oluşturduğunu, dolayısıyla; Aylak Adam'ın 'psikolojik roman' olmasının yanında bir 'kent romanı' olduğunu da düşünmek mümkün. Aylak Adam'la birlikte kent de soluk alıyor, acı çekiyor, kent de yabancılaşmayı duyumsuyor gibidir. Kentin de yüreği vardır; kentin yürek atışını duymak için 'Aylak Adam' gibi olmak gerekir. Bir iş güç peşinde koşuşturmadan yaşamın akışına katılmak, akışa katılmayıp kıyıda durunca bütün ayrıntıları görebilmek, duyulmayan sesleri duyabilmek, görülmeyen renkleri görebilmektir bu. Kentin sinemalarına gidebilmek, pastanelerinde, meyhanelerinde, lokantalarında özgürce oturabilmek; tramvaya ya da otobüslere iş gerilimi olmadan binebilmek; bir insanın ardına düşüp onun yaşamını gözlemleyebilmek, onu gerçekten tanıyabilmek… Gördüğü insanların yaşamından yeni öyküler kurmak, yeni yeni öykülere açılabilmek… Bir 'flaneur'dür 'Aylak Adam C.'; kenti gözlemleyen, kent sokaklarını belirli bir amacı olmadan gezen kimsedir. Bu noktada, yazarın kahramanının mekânı da kenttir.
Hastaneler
Hastaneler kentlerin sancılı mekânlarıdır. Oğuz Atay’ın günlüklerinde onun hastane günleri de dikkati çekiyor. Günlüğünde son sayfa 3 Ekim 1977 tarihini taşıyor. Sonra yeni bir deftere başlıyor. Bundan sonraki sayfalarda, Atay’ın Londra’daki ameliyattan sonra, sadece ameliyat ve hastane izlenimleri yer alıyor. Ölümünden kısa bir süre öncesine kadar bu izlenimlerini yazmış Oğuz Atay.
Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam'ında büyük bir kentin; İstanbul'un, ara sokakları, caddeleri, pastaneleri, otelleri, sinemaları, meyhaneleri, ressam atölyeleri, plajları, kuleleri; kalabalığı- çalışan, koşuşturan insanların, akıp giden kalabalığın farklı yaşamları ve daha birçok yönüyle, romanın izleğine ve roman kahramanı C.’nin yapısına uyumlu büyük bir mekânsal alan oluşturduğunu, dolayısıyla; Aylak Adam'ın 'psikolojik roman' olmasının yanında bir 'kent romanı' olduğunu da düşünmek mümkün. Aylak Adam'la birlikte kent de soluk alıyor, acı çekiyor, kent de yabancılaşmayı duyumsuyor gibidir. Kentin de yüreği vardır; kentin yürek atışını duymak için 'Aylak Adam' gibi olmak gerekir. Bir iş güç peşinde koşuşturmadan yaşamın akışına katılmak, akışa katılmayıp kıyıda durunca bütün ayrıntıları görebilmek, duyulmayan sesleri duyabilmek, görülmeyen renkleri görebilmektir bu. Kentin sinemalarına gidebilmek, pastanelerinde, meyhanelerinde, lokantalarında özgürce oturabilmek; tramvaya ya da otobüslere iş gerilimi olmadan binebilmek; bir insanın ardına düşüp onun yaşamını gözlemleyebilmek, onu gerçekten tanıyabilmek… Gördüğü insanların yaşamından yeni öyküler kurmak, yeni yeni öykülere açılabilmek… Bir 'flaneur'dür 'Aylak Adam C.'; kenti gözlemleyen, kent sokaklarını belirli bir amacı olmadan gezen kimsedir. Bu noktada, yazarın kahramanının mekânı da kenttir.
Hastaneler
Hastaneler kentlerin sancılı mekânlarıdır. Oğuz Atay’ın günlüklerinde onun hastane günleri de dikkati çekiyor. Günlüğünde son sayfa 3 Ekim 1977 tarihini taşıyor. Sonra yeni bir deftere başlıyor. Bundan sonraki sayfalarda, Atay’ın Londra’daki ameliyattan sonra, sadece ameliyat ve hastane izlenimleri yer alıyor. Ölümünden kısa bir süre öncesine kadar bu izlenimlerini yazmış Oğuz Atay.
Mutfak’ta Ölüm
Ölümünü kendi kararıyla gerçekleştirmeyi tercih eden yazarların yaşamında, ölüm de bir mekân olarak yer bulur. Nilgün Marmara Sylvia Plath’in inanılmaz trajedisini açıklarken, ‘Sırça Fanus’ta dile getirdiği şu cümleyi alıntılıyor önce: “Günün birinde üniversitede, Avrupa’da, bir yerlerde, herhangi bir yerde… sırça fanusun boğucu çarpıtmalarıyla birlikte üstüme tekrar inip inmeyeceğini nerden bilebilirdim ki?...” ve sonra şöyle yorumluyor Nilgün Marmara: “Sırça fanusun en son kez bir gaz ocağı şeklinde inmesi ve Plath’ın intiharının, benzer bir soruyu bir kez daha sorması olasılığını ortadan kaldırması ne acıdır.” Plath’ın ölümünün gerçekleştiği mekânın, evinin mutfağı olması trajik bir durumdur.
***
Bu yazıda değiniler ve anımsatmalarla, mekân-yazar-yapıt ilişkisinin yer yer gerilimli serüvenini dile getirmeye çalıştım. Sonuçta, yazarın asıl mekânının yapıtları olduğundan hareketle, zamanın ölümsüzleştiği bir dünyaya (mekâna) açılmamızın olabilirliğini; böylece sanatın ve edebiyatın sonsuza açılan dünyasında olanaksızlıkların yerini olabilirliklerin aldığını belirtebilirim.
Hülya SOYŞEKERCİ
DELİLER TEKNESİ Sanat Edebiyat Dergisinde yayımlandı. (Ocak Şubat 2009)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder