23 Mart 2009 Pazartesi

BİR MÜBADİLİN HATIRALARINDA GEÇMİŞİN SORGULANMASI




















Tarih bilinci, geçmiş dönemlerin muhasebesinden bugüne açılan ve geleceğe uzanan, kesintisiz bir zaman algısı üzerine kurulu bir bilinç düzeyidir. Çoğu zaman ifade edildiği gibi geçmişe bakış, geleceği de şekillendirir. Bu bakış, farklı bir tarih algısı ve dolayısıyla resmi ideoloji prizmasından geçmemiş, sivil bir tarih anlayışı üzerinden ifade bulduğunda daha derin bir anlam ve önem kazanmaktadır. Bu tarih algısının oluşmasında yerel tarih ve mikro tarih çalışmalarının büyük önemi vardır.
Bir kentin, mahallenin, sokağın, bir kitabın, bir firmanın… bir ailenin tarihi ve bir noktada tarihsel akışa katkıda bulunmuş bireylerin tarihi; anı defterlerinde, hatıratlarda, günlüklerde yaşayan kişisel tarihler, geçmişin canlı tanıklarıdırlar. Büyük tarihsel olayları devlet adamlarından çok bireyler yapar; bireyler tarihi derinlemesine yaşarlar. O döneme ait toplumsal yaşam, bireylerin yaşantılarını şekillendirdiği gibi, onların hayat enerjileri de toplumun ve tarihin akışına yön verir. Bir anlamda resmi tarihin sayfalarında donup kalan geçmiş, bireysel tarihlerde diyalektik sıçramalarla ileriye doğru akar. Bu nedenle bireysel tarihler; resim, sinema, müzik, edebiyat gibi sanatlara da esin kaynağı olmakta ve sanatın ölümsüzlüğüne açılmaktadırlar.
Yakın tarihimizin toplum vicdanı ve bireylerde yarattığı etkiler ve travmalar açısından en dikkate değer olaylarından biri de mübadeledir. Lozan Mübadilleri’nin kaynaklarında şöyle anlatılmakta mübadele: “1912-1922 yılları arasındaki savaşlar nedeniyle Balkanlar’da, Ege Adaları’nda ve Anadolu’da büyük acılar yaşandı. Balkan Savaşı sonrasında yüz binlerce Müslüman savaşta yenik düşen Osmanlı Ordusu’nun peşi sıra korku ve panik içinde doğdukları toprakları terk ederek Anadolu’ya sığındı. Benzer trajedi, 1922 yılında Kurtuluş Savaşı’nda yenik düşen Yunan Ordusu’yla beraber Anadolu’yu terk eden Ortodoks Rumların başına geldi. Bir ay gibi kısa bir süre içinde yüz binlerce Ortodoks Rum Yunanistan’a sığındı. Bu durum Yunanistan’da büyük sıkıntılara ve kaosa yol açtı. Yunanistan’ın nüfusu bir anda dörtte bir oranında arttı. Lozan Barış Konferansı toplandığında öncelikle sığınmacılar ve esirler konusu ele alındı. İngiltere temsilcisi Lord Curzon’un teklifi ve Milletler Cemiyeti görevlisi Nansen’in raporu doğrultusunda; 30 Ocak 1923 tarihinde Yunanistan’da yerleşik Müslümanlarla Türkiye’de yerleşik Ortodoks Rumların zorunlu göçünü öngören Mübadele Sözleşmesi imzalandı. Bu sözleşme uyarınca; İstanbul’daki Ortodoks Rumlar ile Batı Trakya’daki Müslümanlar hariç Yunanistan’da yerleşik bütün Müslümanlar Türkiye’ye, Türkiye’de yerleşik bütün Ortodoks Rumlar Yunanistan’a gönderildi. Mübadele sözleşmesinin kapsamına 18 Ekim 1912 tarihinden sonra yurtlarını terk etmiş olanlar da alınarak mülteciler sorununa bir çözüm bulunmuş oldu. Tarihteki ilk zorunlu göç’ü içeren bu sözleşme ile iki milyon civarında insan yurtlarından kopartılarak, yeni yerleşim bölgelerinde yaşamaya mecbur edildi. Tarihimizdeki bu kitlesel ve zorunlu göçe kısaca mübadele, bu insanlara da mübadil deniyor.”

Yaşamda birtakım değişikliklerin olması kaçınılmaz bir gerçektir, ama bu değişlikler gönüllü, istekli ve insanın kendi iradesine göre gerçekleşirse güzel ve anlamlı olur. Zorunluluklar ise çoğu zaman insanları yaralamış, yakmış ve yıkmıştır. Mübadele, ‘bireylerin tarihi’ perspektifinden bakılınca aslında zorunlu bir göç; zorunlu bir sürgündür. Emrivakiiyle bir insanın, doğup büyüdüğü toprakları terk etmeye zorlanması, kabullenilmesi oldukça güç bir durumdur. Türkiye'den 1 milyon 200 bin Rum, Yunanistan'dan da 600 bin Türk sökülüp atılmıştı doğup büyüdükleri, çocukluk sevincini yaşadıkları, ilk gençlik çılgınlıklarının peşinde koştukları, âşık oldukları, evlendikleri, çocuklarını doğurdukları, ölen yakınlarını gömdükleri topraklardan. Türkiye için Rumlardan kalan yerlerin ilgisiz kişilerce işgal edilmesi ve bilinen kentlerde göçlerin yoğunlaşmasından başka görünürde fazla sorun yoktu. Yunanistan’ın ise nüfus çokluğu ve ekonomik sıkıntı nedenleriyle göçleri karşılamakta zorlandığı bir hakikatti. Yunanistan’da bir süre Anadolu’dan gelen aileler, “Türk tohumu” denerek ötekileştirilmeye çalışıldı. Her iki taraf içinde tifo, kolera ve güç yaşam koşulları nedeniyle yollarda ölen 500.000 den fazla insan, mübadelenin bir başka boyutunu oluşturuyor. Yunanistan’dan gelen göçmenlere 7 milyon dönümü aşkın toprak dağıtıldı. Türkiye’ye gelenler oldukça kısa sürede uyum sağlarken Yunanistan’a gidenler Anadoluluklarını uzun süre korudular, Türkçeyi anadil olarak yaşattılar. (Gidenlerin üçüncü kuşakları da şu anda Türkçe konuşmaktadır.) Köylerine, mahallelerine Anadolu’da yaşadıkları yerlerin adlarını verdiler.
Kitlesel göçleri liman kentlerinde kurulan karma komisyonlar yürüttü. Mübadele, 1923’ten 1927’ye kadar sürdü. Aslında her iki halk üzerinde yaşamsal zorluklar yarattı. Mübadil bilgi kaynaklarında yer alan ve birçok yaşlı mübadille yapılan görüşmelerde, kötü koşullarda yapılan gemi yolculuklarının, ölenlerin denize atılmalarının acıyla anımsandığı dikkat çekmektedir. 89 yaşındaki Maria Küpelioğlu, Yunanistan’a yolculuğunu şöyle anlatıyor: “Ürgüp’ten çıkıp Mersin’e geldik. Bir ay vapur bekledik. Pire’ye gittik. Gelenlerin hepsinin saçını kestiler, karantinaya aldılar. İki kız kendini denize attı. Tam iki sene çadırda yaşadık. Ürgüp’te doğdum, buraya on üç yaşımda geldim. Hâlâ orayı arıyorum, oradaki kuru üzümleri, kayısıları. Buradaki üzümler ufacık. Oranın peyniri, her şeyi daha iyiydi.” Girit’ten Cunda’ya gelişlerini ise 88 yaşındaki İsmet Hanım anlatıyor: “Üç gün gemide bekledik, yanaşamazdık ki… Cunda’da liman yoktu. Sonra bizi mavnalarla kıyıya taşıdılar, davul zurna ile karşıladılar.” Giderek böyle söyleşilerin yapılması imkânsız bir duruma doğru evrildi; tarihin canlı tanıkları birer birer dünyadan göç etmeye başladılar. Sözler azalınca yazıların önemi arttı… Tam da bu noktada, eski bir mübadil olan ve mübadelede önemli çalışmalar yapan Kobakizade İsmail Hakkı’nın yeni yayımlanan hatıra defterinin de önemli bir yere sahip olduğu görülüyor.
1882 yılında Yunanistan’ın Kavala ilinin Drama ilçesinin Sarışaban köyünde doğan Kobakizade, avukat, tütün tüccarı ve vergi toplayıcısı olarak çalıştı. 1914-1924 yıllarında “Kralın Partisi” olarak bilinen Gunaris Partisi’nden Drama milletvekili olarak Yunan Parlamentosunda görev yaptı. 1922-1924 yıllarında mübadeleyi idare eden bir Lozan Mübadili olarak 1924’te, önce İstanbul’a sonra da Samsun’a yerleşti. Türkiye’de de uzun yıllar avukatlık ve tütün tüccarlığını sürdüren İsmail Hakkı Kobakoğlu, kalan ömrünü Türkiye’ye yerleşen Lozan Mübadillerinin haklarını savunmaya hayatını adadı. 1953’te Samsun’da öldü. Torunu Leyla Üstel Çağatay ve kızı Nilüfer Üstel’in girişimleriyle ve Prof. Dr. Ümit Gazilerli’nin önsözüyle yayımlanan hatıra defteri, Selahattin Galip’in eski yazıdan çevirisiyle yaşama yeniden merhaba dedi. Kobakizade’nin el yazısıyla kaleme aldığı ve bir solukta adeta roman gibi okunan hatıratını, oğlunun uzun yıllar titizlikle saklamış olduğunu da öğreniyoruz. Pek çok ailede bulunan bu türden belgeler, kâğıtlar, anı defterleri, soyağacı notları, günlükler; bireylerin tarihine ışık tuttukları kadar, dönemin yaşamından da kesitler aktarmaktadır. Önemli olan, bu belgelere tarih bilinciyle yaklaşabilmektir. Hatıraların kitaplaştırılmasıyla, yakın geçmişin; özellikle mütareke/ mübadele yıllarının, bireysel tarih bilinciyle ve sivil perspektiften algılanabilmesi için varislerin kendi paylarına düşen sorumluluğu hakkıyla yerine getirdiğini söyleyebiliriz.
İlginç olan, İsmail Hakkı Kobakizade’nin, Yunanistan’da Gunaris yani Kral’ın partisinden 1914’te seçilen 15 Türk milletvekilinden bir tanesi olmasıdır. Bu 15 Türk mebusunun Yunan tarihinde önemli yerleri olmuştur. 1914’te yapılan parlamento oylamasında, 15 milletvekilinin verdiği oyların sayesinde Yunanistan, Birinci Dünya Savaşı’na girmemiştir. Kobakizade İsmail Hakkı, dürüst, mücadeleci, haksızlıklarla savaşan, açık sözlü bir siyaset adamı olması nedeniyle her siyasi değişiklikte ters düştüğü parti yöneticileri tarafından defalarca Girit’e, Vidin kalesine sürülmüş, türlü işkencelere maruz kalmıştır. Yunan parlamentosunda Türk azınlığı mebusluğu yapmanın özellikle o dönemdeki zorluklarını da yakından yaşamıştır. Milli Mücadele’ye de destek veren Kobakizade, Yunanistan ve Anadolu arasında mekik dokumuştur. 1924’te mübadele ile Anadolu’ya gelmiş, ancak mübadillerin haklarını temin etmek için verdiği uğraş yüzünden zamanın İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile ters düşmüştür. Yunanistan’daki mal varlığına karşılık Anadolu’da aldığı mal ve servetini mücadelesi uğruna harcamıştır. Kızı Nilüfer Üstel’in de belirttiği gibi, “Bu anılar, meşakkatli bir yaşamın sadece bir özeti gibidir, oysa burada anlatılan olayların pek çoğunun derinliğine incelenmesi, konularla ilgili belgelerin araştırılıp ortaya konarak tarihe mal edilmeleri gerekmektedir. Bu konuda tarihçilere büyük iş düşmektedir.” Prof. Dr. Ümit Gazilerli ise önsözde; “Son yıllardan itibaren, gerek Türkiye’ye, gerekse Yunanistan’a göçen mübadillerin yazdıkları yaşam öyküleri, o neslin çektiği sıkıntıları, eskiye özlemlerini anlatmaktadır. Ancak yazılan bu anılarda mübadele öncesi Yunanistan’da yaşayan Türklerin siyasal yapılanmaları, siyasal mücadeleleri, uğradıkları baskılar, zaman zaman tutuklanmaları, tutuklanmalarının nedenleri, idama mahkûm edilmeleri ve bunun gerekçeleri anlatılmamıştır.” diyerek hatıra defterinde işaret edilen olayların belgeleriyle aydınlatılması için tarihçilere görevler düştüğünü dile getirmiştir. Bu noktada Murat Belge’nin İyi Tarihçi Olmak( 06.12.2008 TARAF) adlı yazısından birkaç cümleyi de eklemek gerekiyor bence: “ … dünyanın her yerinde, “iyi tarihçi” olaylara nesnel bakan ve “taraflı” olsa da olguları nesnellik içinde sunan tarihçidir. (…) gerçek tarihçilik hiçbir zaman “bağlam”ı unutamaz. Ve gerçek tarihçi tarihî olguları hiçbir zaman “melekler”le “zebaniler” arasında geçen metafizik bir ahlak mücadelesi gibi görmez. Gelgelelim, “bağlam”a bakmak, dikkat çekmek, “olay”ın önemsiz olduğu anlamına da gelmez. Bir olayın, ne gibi aşamalardan geçilerek, nelerden etkilenerek biçimlendiğini, nelerden ötürü “öyle bir olay” olduğunu anlamak başkadır, onun hakkında etik bir yargı vermek bambaşka bir şeydir.” Mübadele öncesi Yunanistan’daki Türklerin durumunun da, nesnel bakış açısıyla ele alınması gereken bir tarihsel olgu olduğu unutulmamalı.

Kobakizade’nin hatıratında ilginç pasajlar dikkati çekiyor. Sözgelimi, Balkan Savaşı dönemindeki “bedelli askerlik uygulaması” hayli ilginç bir biçimde anlatılıyor: “Balkan Harbi’nde ben de 98 doğumlularla birlikte silah altına çağrıldım. Bir Midil atım vardı. Fevkalade rahvan yürür, takımları şık, göze çarpar bir attı. Bindim, Kavala’da Bademli Çiftliği’ndeki karargâha gittim. Otuz altın bedeli yatırdım. Askerliğimi bu suretle ödedim. Kavala’nın, Eski Kavala ve Kokala köylerinin aşar mültezimi bulunuyordum, işimle meşguldüm.” (s.29) İşte Balkan Savaşı dehşeti: “Hiç unutmam, kırk bin muhacir Kavala’ya doldu. Yağmur pek müthişti. Ana baba günüydü.(…) Camilerde istif halinde bulunan muhacirlerden herkesin bir aile alıp barındırılmasına karar verildi. Ben Çarşı Camii’nden bir aile aldım. Yedi sekiz nüfusluydu.” (s.28) Balkanlardaki ateş nedeniyle önce Çanakkale’ye, oradan da Hilal-i Ahmer vapuruyla İstanbul’a geçen İsmail Hakkı, orada kendisine ve ailesine eğreti de olsa bir yaşam kurar; bir ev tutar, bir de kahvehane. Altı ay kahvehane işletir, sonra da Çatalca’dan gelen Bulgar top ateşi İstanbul’u korkutmaya başlayınca, ailesini de vapura alarak İzmir’e gider. Karataş’ta bir ev tutar, bir bakkaliye açar. Altı ay sonra durum düzelince, ailesiyle birlikte yeniden eşyalarını toplarlar ve Kavala’ya dönerler. Hatıralarda siyasete girişini de anlatan Kobakizade, sık sık ayak oyunları ve entrikalarla baş etmeye çalışır. Bulgar zulmüne de uğrayan Kobakizade sürgüne yollanır, bir toplama kampında yaşam mücadelesi verir.

Yer yer bir casusluk romanı içindeymişçesine olayları anlatıyor İsmail Hakkı Bey. Mütareke günleri onun kaleminden şöyle yansımakta: “Bizim Kavala-Sarışaban’dan gönderdiğimiz Milis askerlerinden birçok efrat bozgundan sonra perişan halde İstanbul’a gelmiş bulunuyorlardı. Bunlardan bir kısm-ı mühiminin Selimiye kışlasında bulunduklarını haber aldım. Oraya koştum, hepsini etrafıma toplayarak kendilerini teselli eden bir nutuk söyledim. Çırılçıplak denecek derecede bit, pas içindeydiler. Nihayet mütareke imzalandı. Müttefikler donanması İstanbul limanına girdi. Sabah vaktiydi, ben Galata’dan geliyordum. İngiliz, Fransız, İtalyan harp gemileri ve Yunanistan’ın Averof zırhlısı hep birlikte Dolmabahçe önünde demirlediler.” (s. 54) Savaş sonrasında mağlup Yunan ordusunun dönüşünü dile getirirken, İzmir’den, Anadolu’dan gelen Yunan askerlerinin perişan hallerini, çırılçıplak, yürek dayanmaz halde ağlayıp inlediklerini insancıl bir bakışla anlatır. Mübadele günleri gelir. Bu konuda idarecilik yapan Kobakizade, Türkiye’den Yunanistan’a firar eden muhacirlerin, müsadere memurlarıyla bir olup Kavala yakınındaki köylülerin gasp, soygun, tehditle hububat ve hayvanlarını talan ettiklerini; kendisinin bu konuda askerleri yardıma çağırarak toplanan malları iade ettirdiğini de anlatıyor. Daha sonraları, bir mübadele vapuruna bindiklerini, Samsun’da büyük bir memnuniyetle karşılandıklarını, bando getirildiğini, fotoğraflarının çekildiğini dile getiriyor. Mübadele sonrası mal haksızlıklarına uğrayan birçok kişinin yasal yollarla hakkını arayan, kendi mal varlığını da bu uğurda feda eden Kobakizade, dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Ankara’da görüşmelerini, onunla görüş ayrılıklarını ayrıntılarıyla naklediyor. Özellikle mal varlıkları konusunda mübadillerin zaman zaman yaşadıkları düzensizlik ya da haksız uygulamalar açısından hayli ilginç örnekleri görüyoruz bu anılarda.

Hatıralarında Kobakizade’nin en dikkate değer yönleri arasında o dönemde Anadolu’da çok kimsede görülmeyen ataklığı, inanılmaz ticari girişimciliği, çalışkanlığı ve liberal düşünceleri olduğu görülüyor. Bunları hem Kavala’da hem de mübadil geldiği Anadolu’da ödün vermeden, titizlikle uygulayışı dikkat çekiyor. İşte onun bir girişimcilik örneği: Mübadelenin epey öncesinde, Atina’ya gidip mebuslukta biriken iki senelik tahsisatını alan Kobakizade, Kavala’da büyük bir mağaza kiralar. On beygirlik bir motor alır, bir de kahve makinesi, tuz makinesi ve un makinesi. Bir dinamo alıp bir de Alman makinist bulan İsmail Hakkı Bey, etraftaki küçük bir muhite elektrik aydınlatması yaptığını, tuz, un ve kahve öğüttüğünü anlatıyor. Sonra bu işi Sarışaban’a nakleden İsmail Hakkı, değirmen işlerinin yanı sıra elektrik ile Sarışaban’ı aydınlattığını dile getiriyor ve Kavala’da bile elektrik olmadığı halde küçücük Sarışaban kasabasının geceleri pırıl pırıl olduğunu anlatıyor…

Bir dönemin bireysel yaşantılar üzerinden dile getirildiği bu roman tadındaki hatıra defteri, hem o dönemin tarihini inceleyenlere yeni ufuklar ve açılımlar sunuyor hem de birçok sosyal /sosyolojik gerçeğin altını çizen önemli bir belge işlevi taşıyor.
Hülya SOYŞEKERCİ

(BİR MÜBADİLİN HATIRALARI, Kobakizade İsmail Hakkı, YKY, Kasım 2008, 80 sayfa.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder