15 Eylül 2009 Salı

13 Eylül 2009 Pazar

HÜCRE


Yeni Çıkanlar (Radikal Kitap/ 11.09.2009)

HÜCRE
Fadhil al-Azzawi,
Çeviren: Gökhan Soyşekerci,
Pupa Yayınları,
roman, 110 sayfa
Iraklı edebiyatçı Fadhil al-Azzawi ‘Hücre’de, baş kahramanı Aziz Mahmud Sayid’in bir hücreye düşmesini ve burada tanık olduğu olayları hikâye ediyor. Sayid, hiç hesapta olmadığı halde, kendini hapishanede bulur. Hapishanenin politik suçluların yer aldığı bölümünde tutulan Sayid, burada örgüt liderleri ve entelektüel tutuklularla tanışarak hiç alışık olmadığı bir dünyaya adım atar. Sayid’in, işkence ve hücreyle tanışması da, bu döneme denk gelir. Fakat daha kötü günler, gelmekte gecikmeyecektir. Zira hapishane yönetimi ona, işlemediği bir suçu üstlenmesi için baskı yapacaktır. Sayid, suçu kabul etmekle, işkenceye maruz kalmak arasında seçim yapmak zorundadır.

DAMLADA GİZLİ DENEMELER



(“Damlada Gizli Duran”, Avram Ventura, Şenocak Yayınları, Şubat 2009,136 s. 7 TL)
Deneme, özgür düşünceyi odağına alan, zihnin dar kalıplarını kırmaya çalışan yazı türlerinden biri olarak, yüzyıllar boyunca özgür aklın, sorgulama ve yüzleşmelerin, eleştiri ve öz eleştirinin yazınsal alandaki temsilcisi oldu. Düşünceler geliştikçe denemeler yazıldı; denemeler yazıldıkça düşünceler açılım kazandı ve yeni ufuklar yarattı.
Avram Ventura bu deneme kitabında, okura yeni düşünce pencereleri açıyor; edebiyat ve felsefe dünyasından bazı ustaların sözlerini kendi düşüncelerini temellendirmede yapı taşı olarak kullanıyor. Düşünce ve çıkarsamalarını dillendirirken, okurunu özgür bırakmaya; kendi düşüncelerini oluşturması için serbest alan yaratmaya özen gösteriyor. Denemede önemli olan; düşünce dayatmadan yeni düşünceler oluşturmak, okuru düşünmeye çağırmaktır. Demokratik katılımcılığın asli unsurlarındandır bu; insanların düşünceler yaratmasını sağlamak, kanaatlerinde özgür olduklarını duyumsatmak; yaratıcı ve özgür bir alan içinde, kendi varoluşlarının bilincine ulaştırmak.
Avram Ventura, Damlada Gizli Duran’da dünyasına süzülen yaşantı parçacıklarını dönüştürerek, onları zihninin kıvrımlarında yeniden biçimlendirerek özgün/özgür bir düşünce dünyası oluşturuyor. Denemenin ben’in ülkesine ait olduğunun bilinciyle, kendi düşünsel dünyasını içtenlikle sergiliyor. Yazan öznenin, kendini örtülemeden ifade ettiği yazın türlerinin bir ayağı şiir öteki ayağı denemedir diyebiliriz. Avram Ventura, duyarlılık ve bilinçle kaleme aldığı denemelerinde, yazma sanatından yazarlar dünyasına, sanatsal yaratma sürecindeki sancılardan yalnızlığın gizemine, kötücüllüğün karanlığından umudun gün ışığına atlayarak, düşünceden düşünceye geçiyor. İnsanı odağına alan bu denemelerinde, insanın/insanlığın tükenmediği sürece sanatın, edebiyatın ve yaşamın güzelliklerinin tükenmeyeceğini vurguluyor. Aşkın büyüsünden dostluğun kadim zamanlardan gelen sıcaklığına, şiirin iç anlamlarından savaşların anlamsız ve acımasız seslerine dikkat çekiyor. Yazar ve düşünürlerin geçit resmine tanık oluyoruz bir yandan: Maupassant, Kafka, Zweig, Rilke, Çehov, Gorki, Aragon, Voltaire, Shaw, Brecht, Borges, Cibran, Oktay Akbal, Fethi Naci, Melih Cevdet Anday, Orhan Veli… daha pek çok yazar, yapıtlarından cümlelerle, yaşamlarından birtakım kesitlerle bu kitaptaki denemelerin dokusunda yer alıyor; yazara yeni düşünce ufukları açıp okurun dünyasını zenginleştiriyor. Deneme yazarı, düşünceler ve yorumlar üretirken aynı anda okuru da kendi bağımsız düşünme ve yaratma sürecini oluşturmaya çağırıyor.
Denemeler, göreceli bakışla yazıldığından dayatmacı düşünce zincirlerini kırarlar; aynı zamanda düşünceleri taşıyan akışkan bir yol; bir ırmak gibidirler. Hep başka suların akıp geçmesi gibi hep başka düşünceler akar deneme ırmağından. Bu kitaptaki denemelerde insan sevgisini, dayanışmayı, sanatı, özgür düşünceyi önemseyen Türkiyeli bir aydının, duru ve akıcı bir Türkçe içinde yarattığı düşünce alanlarına tanık oluyor, orada kendi dünyamızın izdüşümlerini buluyoruz.
HÜLYA SOYŞEKERCİ
(Radikal Kitap Eki'nde yayımlandı.)

GENÇLİK ROMANLARINDA MUZAFFER İZGÜ USTALIĞI





Ne zordur gençler için yazınsal yapıtlar üretmek; ne zordur gençlerin dünyasını anlamaya ve anlatmaya çalışmak… Hiçbir kalıba ve kurala sığmayan, doğası gereği itaat etmekten hoşlanmayan, her türlü dayatmaya karşı çıkan, bir an yerinde duramayan genç kuşağa seslenmek; didaktikliğe düşmeden, keyifli, anlamlı ve dolu dolu romanlar yaratabilmek zorlu bir çaba gerektirir. Büyümenin sancılarını yaşayan genç, yoğun, karmaşık ve çelişkili duygularıyla, yaşamda bir birey olarak var olma yolculuğuna başladığının sezgisi içindedir. Onun için en önemli kavram; özgürlüktür. Bir yazarın gençliğe seslenebilen yapıtlar yazması için, gençlerin dünyasını yakından tanıması, bu dönemin çalkantılarını yüreğinin içinde duyumsaması gerekir. Böylece yazar, duygudaşlık ve gözlem gücüyle, ergen ve genç psikolojisinin derinliklerine inerek, o zorlu dünyaya seslenebilen yapıtlar üretebilir; bu yapıtlar yoluyla gence yeni ufuklar açabilir.
Muzaffer İzgü’nün gençlik romanlarının didaktik unsurlardan arınmış olduğunu; gencin dünyasına ‘içeriden’ bakan; doğru/dan bakış açısıyla oluşturulduğunu görüyor, bu romanlarda birçok gencin kendi yaşantılarını bulabileceği konuların işlendiğine tanık oluyoruz. Mizah pırıltılarıyla ördüğü tüm yapıtlarında topluma ve insana eleştiri oklarını yöneltmekten çekinmeyen, sürekli soran, sorgulayan bir yazar olarak Muzaffer İzgü, bütün yazınsal serüveninde otoriteye boyun eğmeyen bir genç duruş ve tavır sergiler. Gençliğin gözlem gücü, enerjisi, bireysel ve toplumsal dikkati, Muzaffer İzgü edebiyatının atar damarlarına yayılmıştır diyebiliriz. Bu genç bakış, ayrıksı ve genç duruş, Muzaffer İzgü’nün yapıtlarında gençlerin dünyasını anlatması ve o dünyaya yepyeni anlam pencereleri açması çabasına önemli bir işlev kazandırmaktadır. Eğitimciliğinden getirdiği birçok veriyi, gençlik(ergen) psikolojisinin rehberliğinde gelişen bir duygudaşlıkla; yazın estetiği ve duru, akıcı bir Türkçenin olanakları içinde harmanlayan Muzaffer İzgü’nün, bugüne kadar yayımlanmış üç gençlik romanı var: Kaçak Kız (ilk basım: 1997), İçimde Çiçekler Açınca(ilk basım: 2000), Bütün sabahlarım Senin Olsun (ilk basım: 2003)
Üç romanda da lise gençliğinin; on altı, on yedi yaşlardaki gençlerin yaşamının odağa alındığını görüyoruz. Bu yaş grubu gençlerin dünyasını dikkatle gözlemleyen yazar, gençlerin yaşadığı çeşitli sorunları, romanlarındaki temel çelişki ya da çatışmaların eksenine oturtuyor. Kuşak çatışması, sosyal çevrenin ve ailelerin gençler üzerindeki görünür ya da görünmez baskıları, ÖSS ve eğitim sorunları gibi konularla; test çözmeye mahkûm edilen, ezberci eğitim sisteminin yaşamla örtüşmeyen dersleri arasında bunalan bir gençlik var bu kitaplarda. Özellikle Kaçak Kız ve İçimde Çiçekler Açınca’da otorite karşıtı, özgür ruhlu gençlerin ebeveynleriyle yaşadığı sorunlar ayrıntılarıyla işleniyor. Bütün Sabahlarım Senin Olsun’da baskıdan bunalan bir genç yerine, bu baskılara neden olan toplumsal ve psikolojik etmenleri irdeleyen, sorgulayan, bunları yer yer ti’ye alan; ironik bakabilen farklı bir genç karakterin varlığı söz konusu.
Muzaffer İzgü’nün üç gençlik romanında da asıl karakterler genç kızlardan oluşuyor. Kaçak Kız’da Üzüm; İçimde Çiçekler Açınca’da Sevda; Bütün Sabahlarım Senin Olsun’da Çiçek adlı genç kızlar, romanlardaki olayları sürükleyen, romanların odağında yer alan kişiler. Üç romanda da genç kızların asıl karakter olmaları, Çalıkuşu’ndan beri toplumumuzda yükselen ‘genç kız edebiyatı’ olgusunun önemli bir görünümü olarak dikkat çekiyor. Prof. Dr. Necdet Neydim, Türkiye'de Çeviri ve Telif Eserlerde Genç Kız Edebiyatı başlığı altında ilginç bir akademik çalışma yapmış; ülkemizdeki genç kız edebiyatı olgusunu farklı örnekler bağlamında göstermiş ve irdelemiştir. (Bu Yayınevi, İstanbul, Ağustos 2005) Gerçekten, ülkemizde roman okurlarının önemli bir kısmının kadın okurlar oluşu dikkate alınırsa, gençlik romanı okurlarının da önemli bir kısmının genç kızlardan oluştuğu belirtilebilir. Muzaffer İzgü, bu potansiyeli hem deneyimli bir yazar hem de eğitimci olarak fark etmiş; genç kız okurların dünyasına daha fazla eğildiğini belirtebileceğimiz bu üç romanını, daha çok “genç kız penceresinden” bakarak işlemiştir. Muzaffer İzgü’nün üç gençlik romanının, özellikle karakterler boyutuyla mevcut genç kız edebiyatına eklemlenmiş olduğunu ifade edebiliriz.
Bu üç genç kızın temel çelişkileri, toplumla; aile, okul, eğitim sistemi gibi otoriter yapılanmalarladır. Gençliğin her zamanki muhalif tutumu, her türlü sınırlayıcı, engelleyici otoriter gücün karşısında yer alır. Bir anlamda gençlik itaatsizlik demektir; “hayır!” demektir. Bu romanlarda, yeni ve özgür davranış biçimlerini çevrelerine kabul ettirmeye çalışan gençler/genç kızlar, toplumun otoriter kurumlarıyla çelişkiye düşer ve sık sık onlarla mücadele ederler.
Kaçak Kız’da tiyatro eğitimi almak isteyen ama ailesinden destek göremeyen, ÖSS testlerinden bunalan ve “yarış atı” olmaktan nefret eden Üzüm, çözümü evden kaçmakta buluyor. Meraklı ve heyecan dolu bir hikâye içinde, canlı ve etkili İzmir betimlemeleriyle ilerleyen roman, yer yer yaşama sevinciyle örülü maceralı yapısıyla dikkat çekiyor. Evden kaçma gibi sarsıcı bir olgu, yazar tarafından yer yer ironik ve mizahi boyutlarda işleniyor ve böylelikle bu olgunun şiddeti azaltılmaya çalışılıyor. Üzüm’ün bir sinemaya girip kaçak olarak gece orada kalmak istemesi; film makinisti olan dürüst bir gençle aralarında sevgi dolu bir dostluğun başlaması da anlatılıyor romanda. Elbette genç, ona, durmadan evine dönmesini telkin ediyor; bu sinema serüveni de bir iki gün içinde bitiyor zaten. Sinema imgesinin, içinde yaşanan bir mekân olarak yer alması, romana düşsel ve farklı bir boyut kazandırıyor.
İçimde Çiçekler Açınca, lise gençleri arasındaki duygusal konulara, yaşanan ilk aşklara ve çevre baskısına odaklı bir roman. On altı yaşında, lise öğrencisi Sevda, yaşadığı monoton yaşamdan, öğrenciye bir birey olarak değer vermeyen ezberci ve dayatmacı eğitim sisteminden bezmiş durumdadır. Buna rağmen derslerde başarılıdır. Yaşadığı sorunlar sürerken, ilk aşk, tüm masumiyeti ve içtenliğiyle görünüverir genç kıza. Aşkın pek çok hallerini yaşar Sevda; kıskanmayı, dalgınlığı, hayal kurmayı, sevdiğiyle birlikte bir günlüğüne okuldan kaçmayı… Sevda, Kaçak Kız’daki Üzüm’e ve Bütün Sabahlarım Senin Olsun’daki Çiçek’e göre daha içe dönük bir genç kızdır. Yaşadıklarını ve duyumsadıklarını annesiyle paylaşamaz; ona, içinde çiçekler gibi açan ilk aşkından söz edemez; ancak yaşıtı ve arkadaşı olan iki genç kızla paylaşır duygularını. Sumru adlı başka bir genç kızın, kıskançlık nedeniyle bu aşka düşman olması, çelişkileri yoğunlaştırmaktadır. Bu arada hem okul yönetiminin baskıları hem de Sevda’nın babasının Atila’yı tehdit eder tarzda konuşması, akrabalarının iki genci birlikte görüp Sevda’nın babasına duyurması… gibi feodal davranış kalıpları ya da kalıntılarının İzmir gibi bir metropolde bile var olabildiğine tanık oluyoruz. Yazarın, gençlik enerjisini, coşkusunu, yürek kıpırtılarını, birlikte gerçekleştirilen bisiklet gezilerini de dikkatli bir gözlemle dile getirmesini ilgiyle okuyoruz bir taraftan.
Bütün Sabahlarım Senin Olsun’da da okul, dershane, ev arasında sıkışan genç yaşamlara odaklanıyoruz. Burada, önceki iki romandan hayli farklı bir bakış açısı söz konusu. İlk iki roman, 3. tekil kişi anlatımıyla yazıldığı halde bu roman,1. tekil kişi (ben öyküsel) anlatımla kaleme alınmış. Bu yapılanma, roman kişisine okur olarak daha içeriden bakmamızı sağlıyor. Yazar, kahramanına ruhsal derinlik kazandırmış durumda. Sistemi, yaşamı sorgulayan genç kız Çiçek, öteki kahramanlara göre daha güçlü ve oldukça iyi canlandırılmış bir karakter olarak yansıyor okura. Soran, tartışan ve cesur bir kız olan Çiçek, ailesinden ve sevgilisi Furkan’dan hiçbir şey gizlemeden yaşayan, dürüst bir kişilik olarak dikkati çekiyor. Bu romanda da ilk gençlik aşklarının tüm saflığına, derinliğine, duruluğuna, çıkar gözetmeden yaşanıyor oluşuna tanık oluyoruz. Çiçek cıvıl cıvıl, neşeli, yaşama sevinci ve coşkusuyla dolu bir genç kız; nükteleriyle, ironik konuşmalarıyla her türlü baskıyı ve olumsuz durumu ti’ye alabiliyor. Bütün Sabahlarım Senin Olsun’da da, üniversiteyi kazamayan, gün boyunca gitar çalıp şarkı söyleyen Cem, üçüncü şahıs olarak yer alıyor romanda. Kitap okumadan şiir yazması ironik bir çelişki olarak görünüyor; yazdıkları da şiire benzemiyor zaten…
Yazarın, bu romanına ötekilerden farklı olarak daha fazla gizem ve macera boyutu eklediği görülüyor. İnsan kaçakçılığı yapan karanlık kişilere ait bir tekneye, rastlantı sonucu düşen Çiçek, Furkan ve Kaptan Enişte, zor anlar yaşıyorlar. Yazarın, bilinçli olarak, bir film sahnesindeymişiz gibi romanda bazı görsel klişeleri tekrarlaması oldukça ilginç. Böylece, okuduklarının bir film sahnesine benzediği vurgusu yapılarak, genç okurun metne biraz olsun yabancılaşması sağlanıyor; bu yolla, ona, şiddete dönüşebilecek bazı sahnelerin (söz gelimi, başa tabanca dayanması vb.) film karesiymiş gibi izlemesi mesajı, örtük biçimde veriliyor. Burada yazarın ustalığı devreye giriyor; kendine özgü bir “yarı yabancılaştırma” tekniği uygulayarak, genç okurun şiddete dönüşebilecek bazı sahnelere mesafeli durmasını ve mizahi bir bakışla, bu sahnelere yabancılaşmasını, dışarıda kalmasını, onlarla özdeşleşmemesini sağlıyor.
Son olarak, üç romanda da mekânın bütün canlılığı ve güzelliğiyle İzmir kenti olduğunu belirtmek gerekir. İzmir’in pek çok yerinin bu üç romana etkili bir arka plan oluşturması, gerek bu görünümlerin gerekse gençlerin iç dünyasındaki fırtınaların duru, akıcı bir anlatımla dile getirilmesi, genç okurların dil sevgisi ve bilincini de güçlendirecek nitelikte. Wittgenstein’ın “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.” sözünü anımsatırcasına, yazar, dünyaya dilin içinden bakarak, Türkçenin olanaklarına ve söz gücüne yaratıcı/estetik bir dönüşüm kazandırmayı gözetiyor; giderek genişleyen ve zenginleşen anlamlar aracılığıyla genç okurlara yazınsal bir evrenin kapılarını açıyor. Bu evrende genç ve özgür imge kuşları sonsuzluğa kanat çırpıyorlar…
Hülya SOYŞEKERCİ
hulyasoysekerci@yahoo.com

İncelenen Metinler:
Muzaffer İzgü, Kaçak Kız, Bilgi Yayınevi, Ankara, Nisan 2007, on birinci basım.
Muzaffer İzgü, İçimde Çiçekler Açınca, Bilgi Yayınevi, Ankara, Şubat 2008, beşinci basım.
Muzaffer İzgü, Bütün Sabahlarım Senin Olsun, Bilgi Yayınevi, Ankara, Şubat 2007, üçüncü basım.
(Bu yazım AFRODİSYAS SANAT Dergisi,Temmuz Ağustos 2009 sayısında yayımlanmıştır)

GEMİCİLERİN BÜYÜK SERÜVENİ



ARGO GEMİCİLERİNİN DESTANI
(Argo Gemicilerinin Destanı, Rodoslu Apollonius, Hazırlayan ve çeviren: Bilgin Adalı, Resimleyen: Mustafa Delioğlu, YKY, Doğan Kardeş, büyük boy,( 17 x 22.5 cm) 128 sayfa; Ekim 2008, 14 TL; küçük boy, (13.5 x 19.5 cm) 120 sayfa, Mart 2009, 9 TL)
Çok eski dönemlerde, bilinmeyen karşısındaki duygularını fantastik yaratımlarla anlamlandırmaya çalışan, korkularını aşan insan, mitoslar evrenini yarattı kendisine. Rasyonalist çağın henüz başlamadığı, insanlığın çocukluk dönemi sayılan o zamanlarda mitoslara ve destanlara bir çocuğun masal gerçekliğine inanması gibi inanırdı insanlar. Günümüzde ise çocuklar, düşlerden gerçeklere, gerçeklerden düşlere kolayca geçiş yapabildikleri için; destanlar ve mitoslar evrenine rasyonel dünyada yaşayan büyüklerden daha fazla yakınlıkduyarlar.
Rodoslu Apollonios’un Argo Gemicileri’nin Destanı bu bağlamda önemli bir yapıt olarak dikkat çekiyor. Argo Gemicilerinin serüvenleri, dilimize ilk kez bütün olarak ve şiir diliyle aktarılıyor. Bu metnin yalnızca bir çeviri değil, gençler için yalınlaştırarak yeniden yazma çabası olduğu da belirtilebilir. Bilgin Adalı 2300 yıl önceki destanı dilimize kazandırırken aslına uygun bir atmosfer yaratmaya; söyleyişte destan biçemini korumaya dikkat ediyor. Açıklamalar içeren dipnotları fazla tutmamaya özen gösteriyor.
Temel anlatı biçimlerinden olan ‘yol’, bu destanın da ana motifini oluşturuyor. Kutsal Altın Post’u ele geçirmek için uzun yollar kat eden Argo Gemicilerinin yol boyu karşılaştıkları zorluk ve engellere, yaşadıkları yoğun kederlere, ölümlere tanık oluyor; bazen de dev dalgalarla boğuşan gemicileri sanki yanımızda hissediyoruz. Altın Post’a ulaştıktan sonra, gemicilerin çektikleri çilelerin bitmediğini görüyor, başka bir gün geminin mucizevî biçimde çölde ilerlediğini okuyoruz.
Argo Gemicilerine bu zorlu yolculuklarında tanrılar eşlik ediyor; rüzgârları estiriyor, yelkenlerin rüzgârla dolup gemilerin ilerlemesini sağlıyorlar. Mucizelerini, sunaklardaki adakları gördükten sonra gerçekleştiriyorlar. Yol boyu, tanrıların insanın yazgısını belirlemelerini ve oynadıkları hayat oyunlarını görüyor; böylelikle ilkçağ insanının hayat ve evren algılamasını yoğun bir merak duygusuyla keşfediyoruz. Olympos’taki tanrılar ve ölümlüler arasında ilerliyor, Orpheus’un lir eşliliğindeki şarkılarını işitiyoruz. Akhalı kahramanların önderleri İason’un; Herakles, Kastor, Peleus gibi mitolojik kişilerin yiğitlikleri karşısında heyecana kapılıyor, Troya Savaşı’ndan çok önceki bu yolculukta Argo Gemicilerinin serüvenleri paralelinde gizemli bir okuma yolculuğu gerçekleştiriyoruz.
Cesaret, yiğitlik, inanç, azim, kararlılık, dürüstlük, mertlik gibi izleklerde ilerleyen destan anlatısı, bir hayat yolculuğu gibi yürek ve zihinlerde iz bırakıyor. Bir hedef uğruna girişilen zorlu yolculuk, dostluk ve özveri motifleriyle zenginleşiyor.
Bu düşsel destan yolculuğunda, birçok mitolojik ve tarihsel bilgiyi keyifli bir okuma süreci içinde edinebiliyor küçük okurlar. Argo Gemicilerinin yolculuğu İolkos kentinden başlıyor ve sonunda Kolkhis’e (Bugünkü Abhazya) geliniyor. Mücadeleler sonucunda Altın Post’u ele geçiren İason ve arkadaşları, dönüş yolunda birçok tuzakla karşılaşıyor; Sicilya açıklarından Libya’ya savruluyor ve nihayet kendi yurtlarına ulaşıyorlar. Sonuçta yolculuğun başladığı yere dönüyor gemiciler. Bu döngünün son noktasına ulaşan Argo Gemicileri, çok şey öğrenmiş ve yaşamış olarak, kendilerini aşmış bir düzeye yükseliyorlar. Bu zorlu yolculuk, böylelikle bir iç yolculuğa evriliyor.
Şair Apollonios’un ara sıra esin perisiyle konuşması, anlatıya derinlik ve şiirsellik kazandırıyor. Metni oluşturma sürecini ya da yazma anını anlatısında dile getiren günümüzün post modern bir yazarı var sanki karşımızda:
“Söyle şimdi esin perisi kendi tanrısal sözlerinle/ Çektiği acıları Kolkhisli genç kızın./Konuş ey güzel kızı yüce Zeus’un, /dili sürçüyor ozanının, anlatamıyor olup bitenleri./Neden karar verdi ayrılmaya yurdundan o güzel kız?/ Bir aşk çılgınlığı mıydı bu?/Yoksa bir korku mu?/ Hadi anlat esin perisi…”
Argo Gemicilerinin Destanı, çocuk ve genç okurları henüz keşfedilmemiş düş ülkelerine çağıran, etkileyici bir kitap.
Hülya SOYŞEKERCİ
hulyasoysekerci@yahoo.com
(Radikal Kitap Eki)

YILDIZLARA BASMADAN...


(İsmail ve Babamın 68 Kuşağı, Çizmeli Kedi Yayınları, 2009,80 sayfa,4,50TL.)
Çocuk edebiyatı alanındaki çevirileri, kuramsal yazıları, akademik araştırmalarıyla bu alana önemli katkılarda bulunan Necdet Neydim’in yazdığı çocuk öyküleri, en az öteki çalışmaları kadar dikkate değer nitelikte: İsmail ve Babamın 68 Kuşağı çocuk dünyasını düşlerle kuran bir öykü.
Günümüzde çocuk olmanın zorlu yönlerini öykü kahramanı İsmail’in yaşamına odaklanarak anlatıyor yazar. Okul-ev-dershane arasında tekdüze bir yaşam sürdüren İsmail, bir akşamüstü okul çıkışında servise binmez. İşten çıktıktan sonra onu gelip alacağını söyleyen annesini bekleyen İsmail, ani bir kararla okulun bahçesinden çıkar, caddelerden geçip deniz kıyısına doğru yürür. Deniz onu çağırmaktadır sanki. Babaannesinin anlattıklarını düşünür; geçtiği sokakların önceki hallerini hayal eder. Ahşap ev yıkılmış, yerine çok katlı ve kötü görünümlü bir apartman yapılmıştır. Babasından da, sokağın bitimindeki parkın ve deniz kıyısının öyküsünü dinlemiştir. İsmail, çevresine baktığında arabasıyla hız yapanları, teybin sesini sonuna kadar açanları görür. Her şey zamanla çok değişmiş ve bozulmuştur. Kalamış’ta deniz kıyısında kuytu bir yer bulan İsmail, çantasını bir kenara bırakır, önlüğünü çıkarıp yere serer. Güneşin batışını seyretmeye koyulur. Özgürlüğü yudum yudum içmektedir kahramanımız. Arkasına takılan bir köpekle arkadaş olur; dertleşirler. Başarılı olmak için sürekli koşuşturan ve oyun oynamaya zaman bulamayan İsmail, sonunda deniz kıyısında derin bir soluk alabilmiştir. Ailesinin görünmeyen baskılarıysa onu gerçekten yormuştur. Okuldaki sorunlar da ayrıdır; kalabalık sınıflar, bahçede oynayacak yer kalmaması, zamanın hep dar oluşu... Tüm arkadaşları gibi o da ancak hafta sonları oyun salonlarında bilgisayar oynayabilmektedir. Bahçeler, oyun alanları azalmıştır ve çok kalabalıktır. İsmail, büyük kentlere sıkışıp kalan çocukların sözcüsü gibidir. Oyun alanları giderek daralan ve tükenen çocuklara, sadece sanal oyun alanları kalmıştır ne yazık ki… Çevrenin ve doğal yaşamın tükenişi, hayatı iyice zorlaştırmaktadır. Deniz kıyısında Akkanat adlı bir martı ve Fadime adlı bir yunusla arkadaş olan İsmail onların dünyasını tanırken evrensel sorunları, savaşların acımasızlığını da yakından öğrenir.
Her bölümün sonunda yazar, bir cümleyle İsmail’e seslenir. Yazarın kendi kahramanına seslenmesi, okurun İsmail’e seslenmesiyle buluşur gibidir. Bu sesleniş ve yorumlar, metni, çocuk okur açısından ilginç kılmaktadır. İç içe geçen pek çok öykü var kitapta. Yunusun, köpeğin ve martının öyküleri sarmal halde kuşatır İsmail’in öyküsünü. Yunus, Alâeddin’in sihirli lambasını denizin derinliklerinden çıkarıp İsmail’e verir. Gizemli bir düş yolculuğu içinde bulur kendini çocuk. Böylece öyküde fantastik açılımlar başlar. Zamanı durduran İsmail, geçmiş ve gelecek zamanda birtakım düzenlemeler yapar; her şey çocukların mutluluğu içindir. Küçük İsmail’in daracık dünyası öylesine genişler ki kahramanımız düşlerle sonsuza açılır, yıldızlara basmadan saman yolunda koşar. Düşler ütopyalara dönüşür ve Sevgi Gezegeni çıkar karşımıza.
Peki, İsmail’in babasının 68 Kuşağı bu öykünün neresinde yer alıyor? Sevgi, barış ve kardeşlik mesajlarının kaynağı 68 Kuşağı, İsmail’in düşlerine göre, tüm dünyanın çevresine sarılıp dolanıyor. Çocukların soyut kavramları somutlaştıran algıları, “kuşak” kavramını en sevimli haliyle bu öyküde ortaya çıkarıyor. Böylece güzellikleri paylaşıyor çocuklar…
İsmail’i deniz kıyısında güneşin batışını izlediği sırada bıraktığımızı anımsıyoruz birden. Başa döndüğümüzde, İsmail’in yaşadıklarının gizemli bir düş mü, yoksa gerçek mi olduğunu soruyoruz kendimize. Duru, akıcı anlatımı ve ilginç diyaloglarıyla çocuk okurların ilgisini çekecek nitelikteki bu yapıt, çocuk düşlerinin güzelliğinde, günümüzü, geçmişi ve geleceği yeniden yorumlayıp anlamlandırmak için güzel bir fırsatı içinde taşıyor. Kurgu katmanları, yazarın kahramanına seslenmesi ve metinler arası göndermeleriyle günümüz yazın anlayışıyla örtüşen İsmail ve Babamın 68 Kuşağı, iyi çocuk okurlara seslenen; ya da çocuk okurları iyi okurlara dönüştürecek nitelikte, etkili ve derinlikli bir kitap.
Hülya SOYŞEKERCİ
hulyasoysekerci@yahoo.com
Radikal Kitap Eki 11.09.2009

5 Eylül 2009 Cumartesi

HÜCRE




Yazar: Fadhil al-Azzawi
Çevirmen: Gökhan Soyşekerci


Pupa Yayınları;
İstanbul, 2009, 14 x 20 cm, 110 sayfa, Türkçe, Karton Kapak.
ISBN No: 9786055765194

Iraklı Aziz Mahmud Sayid hiç olmadık şekilde kendisini, içinde politik suçluların bulunduğu bir hapishanede buluverir. Orada, örgüt liderleriyle, farklı kültürlerle yetişmiş entelektüellerle, ardından işkence kurumuyla tanışır. Adaletin körlüğü hesapsız acılara yol açar. Üstüne üstlük işin içine bir de aşk karışır. Kafkaesk bir labirentin karanlığını andıran hapishanenin bürokrasisi ondan yapılması kolay bir fedakarlık daha ister: Basit bir suçu üstlenmek. Ve Aziz, yaşadığımız ve şekillendirdiğimiz kusurlu dünyayla uzlaşma ya da onu reddetme arasında, Hücrede sıkışıp kalır.

"Diğer odadan gelen yanık et kokusunu alabiliyordum. Bana baharda yeşeren otların kokusunu hatırlatmıştı. "Bazen insanlar ölümü seçer mi?" diye düşündüm. Gerçekten bilmiyordum. Ama, bir adam hayatı tamamen yaşanılamaz hale gelmeden böyle bir şeyi asla düşünemez diyordum kendi kendime."

Tanıtım Yazısı'ndan

GENÇ ÖYKÜ




Öykü türünün son yıllarda kazandığı önem ve değerin ardında birçok nedenin yer aldığını düşünüyorum. Her şeyden önce, öykü türü, alışılagelen anlam ve içeriğinden uzaklaşarak kısalığı ve yoğunluğu ile şiire daha yakın duran bir tür haline dönüşmüştür. Öyküler, birkaç sayfaya dünyaları sığdıran yoğun anlamlarıyla, çağın insanının yaşam biçimine ve gereksinmelerine de yanıt verebilmektedir.

Yoğunluk; sözcüklerin, dolayısıyla sesin azaltılıp anlamın çoğaltılmasını gerektirmektedir. Sözcüklerin anlamsal değerlerinin çoğaltılması durumu da, imgeler yoluyla dilin olanaklarının geliştirilmesini sağlamaktadır. Öykülerin yoğunluk ve derinliği, bu yazınsal türü, şiir vadilerine taşımıştır. Öyküler, dramatik yapı içindedir; yaşamın karşıtlık süreçlerinin yansımalarını içlerinde barındırır. Dolayısıyla öyküler, insanı ve yaşamı dönüştüren potansiyel güçler taşır.

Öyküler, aynı zamanda, modern yaşamın hızı içinde durup soluk almaya ve yaşamın farkındalığını duyumsamaya fırsat bulamayan çağımızın tedirgin ve kırılgan insanının giderek daralan yaşam alanlarına genişlikler katar ve yaşamın hızını yavaşlatır. Az sözcükle, boşluklarla, sessizlikle yazılır günümüzün öyküleri. Öykülerdeki boşluklar, okur tarafından yaşam alanlarıyla doldurulur. Öykü ile yaşam bütünleşir; öykü ve yaşam birbirine dönüşür.

Modern zamanlarda sürekli ileti ve söz yağmuru altında kalan genç insanların anlatacak çok öyküleri olduğunu, bunları sözel yolla ifade edecek yeterli alanların olmaması nedeniyle yazıya dönüştürmeyi yeğlediklerini düşünüyorum. İletişim(sizlik) çağında, insan ruhları öykülerle dolmuştur. İçindeki öyküleri anlatarak kendini ifade etmek istemektedir günümüz insanı. Bu durum, kimileri için neredeyse bir varoluş sorununa dönüşmüştür.

Günümüzde sinema ve fotoğraf gibi görsel sanatların gelişmesi nedeniyle, insanların içindeki öykülerin kurguya bürünmesi ve yeni bakış açılarıyla anlatılması, bu süreci hızlandırmıştır. Film ve fotoğraf karesinden taşan yaşamlar, öykülerde yeniden şekillenmektedir. Günümüz öykücülüğü, sinema sanatındaki kurgu tekniklerinden ve onların verdiği esinlerden sonuna kadar yararlanmaktadır.

Gençlerin bir araya gelerek öyküler yaratıp ürettikleri, bunları paylaştıkları öykü atölyelerinin ve yaratıcı yazma seminerlerinin, öykücülüğümüze önemli katkıları olduğu kanısındayım. Usta yazarlar yönetimindeki kuramsal ve uygulamalı çalışmalarla, doğru eleştiri yöntemleriyle kendini geliştiren genç yazar adaylarından bir kısmı, öyküyü “uğraşı” olmaktan öteye taşıyacak ve yazmanın kendileri için yaşamsal önemde olduğunu kavrayıp, bütün yaratıcılıklarını öykü alanına aktaracaktır. Bu durum, kuşkusuz, yazınımız için de önemli bir kazanım olacaktır.