20 Aralık 2009 Pazar

İZMİR KOKULU ÖYKÜLER


18/12/2009 RADİKAL KİTAP
Her öyküde bir elimden yazar, bir elimden İzmir tutmuş gibi oldum. İzmir'den güzel hikâye kişisi az bulunurmuş, onu da gördüm. Size de tavsiye ederim, güzel bir selam yollamış yirmi iki kadın İzmir'den, İzmir kokulu. Almak lazım o selamı
ASLI TOHUMCU (Arşivi)
Antoloji sevmeyen okur olur mu! İnsana edebiyatta farklı dönemlerle, başka başka yazarlarla tanışma; sevdiği ve tanıdığını düşündüğü bir yazarın lezzetini unuttuğu bir hikâyesiyle tekrar buluşma; yine edebiyatta belirli dönemleri derli toplu ve bir arada görme fırsatını verdikleri için severim ben antolojileri. Şanslıysam ve tematik bir antolojiyse, her bir yazarın o konuya ‘biricik’ bakışını görürüm. Yazarlar açısından da, bakir kaldıkları bir konuda fikir cimnastiği yapma ve kalem oynatma fırsatını verdikleri için güzel olmalıdır antolojiler, diye düşünmüşümdür.
Sel Yayınları’nın bir serisine getireceğim sözü. Hande Öğüt’ün koca bir avuç kadın yazarı bir araya getirip İstanbul gibi zorlu bir konu üzerine yazmaya ikna ederek hazırladığı Kadın Öykülerinde İstanbul ile başlayan kadın öyküleri antolojileri, güzel memleketimin farklı coğrafyalarını geziyor o günden beri. ‘Türkiye’nin kalbi’ Ankara’dan geçip ve ‘hırçın’ Karadeniz’i aştı kadın yazarlar (yoksa yazar kadın mıydık biz, kimiz, hep karıştırıyorum) Efnan Dervişoğlu’nun emekleriyle. Şimdilerde Yasemin Yazıcı’nın hazırladığı Kadın Öykülerinde İzmir kitaplığımızdaki güzel yerini aldı.
Kadın Öykülerinde İzmir’in açılış notunda ilginç bir noktaya vurgu yapıyor Yasemin Yazıcı. O da şu ki, her kuşaktan İzmirli kadın basında, sinema ve tiyatroda, müzik alanında iz bıraktığı halde, İzmir kökenli kadın yazar konusunda ciddi bir boşluk olması. Kendisi bunun nedenini, kentin yüzyıllardır bir ticaret kenti olmasına ve kentte daha çok günlük yaşama dönük bir hayat tarzının benimsenmiş olmasına bağlıyor. Bense İzmir’de hayatın daha tatlı olmasına! Şaka bir yana, edebiyatla birlikte, kadının var olma mücadelesinin ikiye katlandığını varsayarsak, çok da şaşırtıcı bir durum değil bu sanki. İzmir’den yeni yazarların müjdesini de getiren bu antolojide aşk ön planda. Ancak Yazıcı belirtmediği için hikâyelerin kaçı yayınlanmış kitaplardan seçilmiş, kaçı bu antoloji için yazılmış bilemiyoruz. Mine Söğüt’ün koyu bir hayranıyım; onun sıra dışı kokular yükselen öyküsüyle başladım o yüzden okumaya. İnci Aral, Feyza Hepçilingirler, Ayşe Kilimci, Lütfiye Aydın, Jale Sancak gibi tanıdık isimler kusuruma bakmaz umarım, nasılsa yabancı değiliz düşüncesiyle, ilk kez karşılaştığım isimlerle devam ettim okumaya. Hülya Soyşekerci’nin yazılarının takipçisiydim, kurmacaya bulaştığını gecikerek öğrendiğim için üzüldüm örneğin. Hikâyesinden taşan sıcaklık şaşırtmadı ama beni. Ferzan Gürel’le Kordon’da dolaştım aydın bir İzmirli’yle, Deniz Gezgin’le Kadifekale’ye uğradım bu defa Sosin ve Azad ile, Jale Sancak’la Güzelyalı’da bir bahçenin sırrına eğildim, Birsen Ferahlı ile İzmir’in 1920’li yıllarına konuk gittim. Her öyküde bir elimden yazar, bir elimden İzmir tutmuş gibi oldum. İzmir’den güzel hikâye kişisi az bulunurmuş, onu da gördüm.
Tekrar açarım sayfalarını, dönerim hikâyelerine Kadın Öykülerinde İzmir’in. Size de tavsiye ederim, güzel bir selam yollamış yirmi iki kadın İzmir’den, İzmir kokulu. Almak lazım o selamı!

KADIN ÖYKÜLERİNDE İZMİR
Kolektif
Hazırlayan: Yasemin Yazıcı
Sel Yayıncılık
2009
180 sayfa, 12 TL.

11 Aralık 2009 Cuma

SICAKKANLI İZMİR'DEN KADINLARIN DÜNYASI


 Cumhuriyet Kitap
10 Aralık 2009
Yazı: Gültekin Emre


Kadın Öykülerinde İstanbul, Ankara ve Karadeniz’den sonra, şimdi de İzmir. Yirmi iki kadın yazarın Ege’nin incisi ‘Aşk İzmir’e ilişkin öyküleri yer alıyor bu son kitapta. Kadınların içten bakışıyla oluşan öykülerde aşk, sevgi ağırlıkta bu kez. İzmir, her haliyle öykülerin omurgasına sımsıkı ağmış. Kadın Öykülerinde İzmir, kentin belleğine, geçmişine, bugününe, yerlisine, yabancısına, sokaklarına, yaşamına, düşlerine, anılarına, kadınına-erkeğine, çocuğuna yol alan hikâyelerle örülü.

‘Kordonboyu’nda Ferzan Gürel, İzmir’in güzel akşamlarından birinde İlhami Beyin dünyasına sokuluyor. Çok kalabalıktır Kordonboyu. ‘Yörede oturanlar, yazdan kalma bir alışkanlıkla akşam gezisine çıkmışlardı. Bu alışkanlığın nedenlerinden biri de, kıyıyı boydan boya kaplayan yüksek yapılar yüzünden akşamları esen meltemin arka sokakları pek soluklandıramamasıydı.’ Geçmişine dalıp giden İlhami Beyi evinde bir sürpriz beklemektedir. Eşinden ayrılan oğlu Oğuz hava gazıyla intihar etmek istemiş ama annesi tarafından kurtarılmış ve ambulansla hastaneye kaldırılmıştır. Yeğeni amcasını hastaneye götürürken kaza yapar. Hastane yolunda düşüncelere dalar İlhami Bey: ‘yaşamla, ölümün kıl inceliğinde bir sınırla ayrılmış olmasının gerçeği, soğuk esintiyle, bir kez daha değip geçmişti ona. Böyle bir gerçeği algılamak, oğlunun durumundan ötürü çektiği acılara da merhem oluyor gibiydi o an…

Kirlisarı’da İnci Aral, Bir tren yolculuğunu ele alıyor. Annesiyle dargın karısıyla değil de yalnız gider İzmir’e Ziya. Bayramın son günü annesinin elini öper. Sıkıntılıdır. Kasabadan İzmir’e göçüşleri aklına gelir. ‘Kentin kıyısında, eski bir ev’ edinişlerini düşünür. El arabasıyla sokaklarda sebze satarak ailesini geçindirir babası. Aynı kompartımandaki Çiğli’deki ayakkabı fabrikasında çalışan çocukla konuşmaya başlar. Evden kaçıp barlarda çalışan kız kardeşinin peşine düşen Ziya, başarısız olur, geri getiremez onu eve. Yoksul kesimin büyük kentteki sıkıntı, tedirginlik ve özlemlerine ışık düşürüyor, İnci Aral.

‘Tren hayat yönünde gider’

‘Hüznün Buruk Tadı‘nda Gülseren Engin, yaşlılar yurdundaki Sakine Teyze’nin geçmişini ağdırıyor öyküsüne. Kocası şoför Adil Amcanın huysuzluğuna, sertliğine, başka kadınlara gidişine göğüs geren Sakine Teyzenin suskun yaşamından acı kesitler çıkıyor önümüze bu öyküde: ‘Yaz aylarında bazen Adil Amcalara konuk gideriz. İzmir’in tutuşup kavrulduğu aylardır. Terasta uzun bir masa kurulur, çeşit çeşit yemeklerle donanır. Adil Amca rakısını açar. Bir yudum alır, derin bir ‘oh!’ çeker. Ardından bir tutam maydanoz. Adil Amca, biraz yaşlanmış… Hacı Teyze ölmüş birkaç yıl önce. Sakine Teyzenin yüzü gülmüş biraz.’ Zaman geçer, kent de insanlar da değişir, pek çok şey tarih olur, geçmişte kalır: ‘Yıllar sonra aynı evdeyiz… Sinema yıkılmış yerine büyük bir alışveriş merkezi yapılmış. Evin pencerelerinde körfez yok artık. İzmir’in hanımeli kokan geceleri yok…’

‘Denizin Canı’nda Zeynep Avcı, İzmir’deki Rumları konu ediniyor. ‘antika bir mücevher’e benzeyen eski bir Rum evindeki bir adamın elinden kayıp gidenlerin öyküsü, bu: ‘Çalı gibi kalın kaşları, kalın dudakları, kemerli burnu, yelken kulakları başkasından ödünç alınmış da onun kafasına eklenmiş gibi. Bakışları da şaşırtıcı. Koyu mavi gözleri dümdüz, ısrarcı, dünyayı bir çırpıda yutacakmış gibi bakıyor.’

‘Yaşlı Deniz Tanrısı’nda Feyza Hepçilingirler, kaptan olamamış, ancak ikinci kaptanlığa kadar yükselmiş bir adamın dramını seriyor gözler önüne. Halil Kaptan, evde karısına ve iki kızına göz açtırmaz. ‘Köyün öteki kızları kapı önlerinde, taraçalarda türkü söyleyip çeyiz işlerken Kaptan’ işe koşar kızlarını: ‘Börülce toplamaya bahçeye, karpuz bakmaya bostana, soğan dikmeye tarlaya; analarını artlarına tak’ar gözcü olarak. Bir yanlışlık, eksiklik görünce de eşek sudan gelene kadar döver kızlarını, karısını. Böyle sert bir adamın kızları da gönülden geçirdikleriyle değil de babalarının isteğiyle evlenirler. Hem kendine, hem de ailesine çektiren Halil’in denizde, karısının gözü önünde ölüşüyle son buluyor ekmeğini denizden çıkaran bu gaddar, zalim insanın öyküsü.

‘Özlemin Acı Tadı’nda Lütfiye Aydın, düşünde gördüğü İzmir’e vurulan, oğlu uyuşturucudan içerde yatan ve uzaklardan oğlunun ziyaretine gelen bir kadının monologunu ele alıyor: ‘Bir zamanlar avcumun içi gibi bildiğim İzmir artık ürkütüyordu beni. Yeni Otogar’dan kalkan servis minibüsü, sonradan oluşmuş semtlerden birinde beni bırakıp gidiverecekmiş ürküntüsü ile titriyordum.’ Kendi halinde ailelerin çocuklarının gençliği ‘Yokluklarla, yoksunluklarla, parasız yatılı okulların yasakları ile boğuşa boğuşa’ geçip gider. Yoktan var edilir her şey. Yoksun kalınan şeylerden çocuklar nasiplerini almasınlar diye çabalanır. İzmir’de mimarlık okumaya gelen Deniz, Buca Yarıaçık Cezaevi’nde uyuşturucudan yatan oğlunu görmeye gelen, dertli, yüreği yanık bir annenin iç sesi, iç paralayıcı.

‘Bir Evlilikten Sahneler’de Raşel Rakella Asal, birbirlerine çok bağlı karıkocanın evliliklerinin zaman içinde tükenişini, kocasının başka bir kadınla birlikte oluşunu anlatıyor şaşarak, hazmedemeyerek. Öyküsüne İzmir’i de katık ediyor. Gemileri olmayan bir İzmir’i kim düşleyebilir ki? ‘Susuz bir ev, palyaçosuz bir sirk, ya da gizemli olmayan bir labirent gibi olurdu, denizsiz İzmir.’

‘Surlarda’da Ferda İzbudak Akıncı, İzmir’e dışardan gelenlerin öyküsünü anlatıyor ironik bir biçimde. Aslında bir saatçi dükkânında uyuyakalan bir kadının düşlerinden oluşuyor öykü. İzmir’den içeri girmeye uğraşan kadın, kentin her kapısında geri çevrilir ve bunun nedenini bir türlü anlayamaz. İzmir de ‘düşleri olan bir şehirdir. Sokaklarında güpegündüz düş gören insanlar gezinir.’

‘İzmirli Yabancı’da Şükran Yücel, Kanada’dan babasının ölüsü için İzmir’e gelen kızın öyküsü yer alıyor. İzmir’den ayrı kalmaya dayanamayan bir Rum’un karısını, kızını, işini on beş yıl önce bırakıp İzmir’e gelmesinin nedenleri kentin çekiciliği ve çocukluğunu geçtiği yerlere dönme özlemidir elbette. Kızı babasını bağışlamaz ve neden kendilerini bırakıp gittiğini anlayamaz. Babasının ölümü üzerine İzmir’e gelir ve babasının kenti onun da yaşayacağı yer olur: ‘Nefret ettiğimiz şehir, belki de en sevdiğimiz yerdir.’ Babasının kendilerini bırakıp giderkenki sesi hâlâ kulaklarındadır: ‘Beni istemeyen Fransa mı vatanım, yoksa hiç benimsemediğim Kanada mı? Hollandalı annemin vatanına mı dönsem? Babaannem, Sakız adasından göçmüş. Dedemin biri, İtalyan. Atalarımın kimi İngiliz, kimi Fransız. Hangisini vatan bilmeliyim?‘ O, İzmir’i seçer ve orada da ölür.

‘Karım Öle’de Ayşe Kilimci, şoför Niyazi’nin evlilikte başına gelenleri anlatıyor. Niyazi, her türlü işi yapar ama evlenmeye fırsat bulamaz. Evlilik simsarı birisi ona Türkçeyi konuşamayan bir Kürt kızı bulur ve evlendirir. Niyazi’nin feleği şaşar! Kadının kardeşleri Niyazi’ye huzur vermezler. Karısı kocasıyla ilgilenmez. Çocuğunu alıp ailesinin yanına, gösterilere gider. Evine gelmiyor, ailesine bakmıyor diye kocasını polise şikâyet eder. Niyazi’nin başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmez! Kentin nüfusunun giderek nasıl karıştığını, bozulduğunu alaysamalı bir dille anlatıyor Ayşe Kilimci.

‘Aşkizmir’de Gönül Çatalcalı, Salih’le Nedret’in ayrılmanın eşiğinde yeniden birleşmelerini öyküleştirmiş. Salih, İzmirli değil, Doğulu. Geleneklerine bağlı bir aileden geliyor. Nedret ise ‘birkaç göbek öteden İzmirli, modern bir ailenin kızı’dır. Salih, Nedret’i tanıdığında memleketlisi bir kızla nişanlıdır. Nişanı bozması ise geleneklere aykırıdır. Bir trafik kazasında nişanlısının ölmesiyle Salih yeniden sevdiğine döner. Nedret, İzmirlilerin hoşgörülülüğünü gösterir ve sevdiği adamı bağışlar: ‘Küllerinden doğan aşkların, küllerinde boğulan sevdaların kenti’dir İzmir.

‘Tren Hangi Yöne’de Hülya Soyşekerci geçmişinin tünellerinde yol alan birinin dünyasını yansıtıyor hüzünlü bir biçimde. Değişen yaşamın, çevreye bakıştan geride kalanların öyküsünün son cümlesi ne kadar içe işleyici! ‘Tren Hayat yönüne gider. ‘

Kuytu köşelerde birbirini öpen gölgeler

‘İzmir’in Gözlerinde Hüzün, Ege’nin Kalbinde Aşk’ta Yasemin Yazıcı, Ege’yle İzmir’in aşkını öyküleştiriyor. Ne Ege İzmir’den, ne de İzmir Ege’den kopabilmiştir yüzyıllardır. Aralarındaki masalsı, mitolojik aşkı kim yadsıyabilir? ‘İzmir ve Ege, gül, hanımeli, yasemin, ful kokan sokaklarda birbirine tatlı sözler fısıldayarak imbat esintilerinde sarmaş dolaş’ıp gezip duruyorlar. ‘Kuytu köşelerde birbirini öpen gölgelerini’ bırakırlar. ‘Kemeraltı çarşısının kalabalığında bile baş başa’ kalırlar. ‘Kabataş’ın arka bahçelerinde gazozlarına nohut atıp, incir ağaçlarının kaygan dallarında şeytana inat saklambaç’ oynarlar. ‘Güzelyalı’nın kıyılarından İnciraltı’na… Klizman’a… Urla’ya… Ege gelip geçen rüzgârlardan çaldığı düşlerini‘ anlatır, ‘İzmir gülümseyerek’ dinler sevgilisinin anlattıklarını. Kaybolan güzelliklere, değerlere, değişen yaşam biçimlerine, sokaklara bir hayıflanmayı dile getiriyor Yasemin Yazıcı.

‘Güzelyalı‘daki Bahçe’de Jale Sancak, geçmişteki iyi ve güzel şeyleri anımsayınca insanın yüreği kanar ya bu öyküde de o var: ‘Peki neydi hatırladığım: Çamların tümüyle üstünü örttüğü, iğne yapraklarının tüm zemini kuşattığı serin bir bahçe, bahçenin ortasında üç katlı, boz renkli, yeşil tahta kepenkli, yüksek pencereli, geniş bir ev. Denize inen uzun, ince bir yol. Yolun bitiminde, evin önünde küçük bir çakıllık, hasır bir çardak ve bir iskele. İskeleye bağlı bir kayık.’ ‘Kaybolmuş güzel zamanlardan kalan bu görüntüler dinginliği, erinci’ çağrıştırır hep. Peki imgelemde boy veren bu ‘bahçede yaşanmış, bahçenin her yanını kuşatmış, bahçeden haz almış, bahçeyle sarmaşmış, bahçeye sevinçler, güzel telaşlar getirmiş o aşk da düş müydü acaba?’

‘Kaybedilen‘de Selma Sancı, yazlıkçı ailenin gidişiyle yalnız kalan bir köpeğin ve Alaçatı’dan ayrılıp büyük kente giden bir kadının dünyasını ele alıyor. Yalnızlık ve burukluk öykünün omurgasına ağmış: ‘Akşam oluyordu. Can çekişen ışığın titrek gölgeleri arasında günün bitmesi nerede olursa olsun dokunaklıydı. Alaçatı’da günlerin adı yoktu, boşlukta birbiri ardına sıralanışı vardı. Bu saatlerde çocuklar oyundan yorgun düşerdi, büyükler yemek telaşında olurdu, denizdekiler toplanırlardı. Verandalarda masalar donatılır, mutfaklardan kızartma kokuları gelirdi. Sanki herkese düşen bir rol vardı da o kendininkini bilmiyordu. Orada kaç çeşit yalnızlığın tanığı olmuştu. Ama bu gidişinden aklında tüylerinin arasından bakan kederlerle gölgelenmiş bir çift göz kalmıştı.’

‘Bir Deli Heves’de Birsen Ferahlı, bir ailenin içinden bakıyor İzmir ve kentin yaşamına. Varlıklı ailelerin günlük yaşamı ve dünyaları, aşkları özgün bir biçimde yansıyor öyküye.

‘Pantolon Ütüsü’nde Oya Uslu, boşanmak üzere olan bir çiftin yeniden barışmasını ve ‘yeni bir hayatın sancısını’ ele alıyor. ‘İzmir’in ilk kurulan yeri olan Bayraklı, tepeden şehre bakıyor, mağrur gözlerle körfezi’ seyrediyordur. Deniz boylu boyunca uzanıyor; mavi, dantelli, elbise giymiş cilveli bir kadın gibi kıyıya sokuluyor, bir çekiliyor, özgürlüğün tadını’ çıkarıyordur. Meltem rüzgârlarını soluyan eski evler ise yoksulluğun ve modern yaşamın sarsıntısından çatırdıyor, bazıları dayanamıyor’dur. Yıkıntıların altında ise kadınlar ve çocuklar kalıyordur en çok.

‘Deniz Kabuğu’nda Loren Edizel, 1941 yılı İzmir’inden bir kesit sunuyor. Kendisinden oldukça yaşlı, zengin biriyle evli bir kadının yasak aşkı bizi çok gerilere götürüyor. Savaş sırasında deniz ticaretiyle uğraşan bir ailenin yaşamı tümüyle gözler önüne seriliyor.

‘Pamuk Düşler Satıcısı’nda Vicdan Efe, balonların içine yazılan umut veren sözcülerin bir kadındaki etkisini kurgulamış öyküsünde. Mutsuzluğa umut, umutsuzluğa bahar düşlerle yaşama farklı ve umutlu bakmayı öneren iyimser bir balon satıcısının dünyasından yansıyanlar.

‘Işık, Sır ve Düş İzmir’de Emel Kayın, bir zamanlar azınlıklarla iç içe yaşayan İzmir’in sokaklarına dikkat çekiyor: ‘Geçim derdi, anne-baba kavgası, kocaları savaşa gitmiş ve bir daha hiç dönmemiş kadınların gözyaşları, yaşlıların sonu gelmeyen sızıldanmaları, benim gözümde hep bizim yokuş sokağımıza özgü meselelerdi. Onlar Şükriye Teyze’nin, Nurettin Amca’nın, Hatice Abla’nın, küçük Ahmet ile Halit’in sıcak, sevgi dolu, bir o kadar da sıkıcı ve boğucu hayatlarıydı. Öteki İzmir’de ise Mari’nun, Livia’nın, Niko’nun renkli yaşantıları vardı.’ İşte bu sokağın yer aldığı mahallede ‘taşra kasabalarının dingin atmosferi’ vardır. Kentin yerlilerin yaşamıyla dışardan gelenlerin farklı dünyaları iç içe geçmiştir çoğu zaman aralarında sıkı bir bağ olmasa da.

‘Aşkı Hikâye Yapan İmkânsızlıktır Değil mi Anneanne?’de Mine Söğüt, hayıflanarak geçmişine, çevresine bakanların öyküsünü paylaşıyor bizimle. Geçip gidenlerin yerine konamayan iyi şeylerin acıklı öyküsü! Kıyıda yaşayanların, kente iyice sokulamayanların parçalanmış öyküsü!

‘Su Çiçeği’nde Deniz Gezgin, İzmir’e Doğu’dan gelen Azad ile Sosin’in öyküsünü ele alıyor. Ayakta kalabilmek için çalışıp didinen ve aşkla birbirine bağlı bu iki insanın dünyalarına sokuyor bizi yazar. ‘Kadifekale’den aşağı İzmir’e doğru inmeye başladılar. Önce Azad’ın Konak dediği yere gittiler. Kalabalığın arasından ılık rüzgâra karşı yürüdüler ve denizi yakından gördüler.’ ‘Güle oynaşa Alsancak’a vardılar. Her yerde mağazalar, pastaneler, çay salonları ve hepsini dolduracak kadar insan vardı. Tıpkı memleketin damları gibi, burada da sokaklar yaşam doluydu.’

İzmir’in ve kentte yaşayanların acılı, hüzünlü, geçmişle dopdolu öykülerde anılar, gözlemler büyük yer tutuyor. Düşler, günlük yaşamın acımasız çarkı, aileler ve unutulmaz yüzler, unutulması olanaksız aşklar, çokdillilik, çokkültürlülük, masalsı yaşamlar, kırılmalar, gizler öykülerin çatısını oluşturuyor. Deniz, tarih, kentin değişik cepheleri ve aşk bir araya gelmiş Kadın Öykülerinde İzmir’de. Kitabı hazırlayan yasemin Yazıcı ise ‘İzmirli olmaksa, son zamanlarda neredeyse farklı olmakla eşanlamlı; sanki tümden kendine ait bir yurt’ diyor.

Kadın Öykülerinde İzmir/ Yayıma Hazırlayan: Yasemin Yazıcı/ Sel Yayınları/ 184 s.

6 Kasım 2009 Cuma

BİR KEŞİF SERÜVENİ



(Murat Gülsoy, inceleme, Can Yayınları, Eylül 2009, 204 sayfa,13.50 TL)

Yazın sanatında, kurmacanın yanı sıra kendine özgü bir kuram yaratmak, yazdıklarını bir kuram çevresinde toplamak, bazı yazarların farklı bir yönelişi olarak dikkati çekiyor. Kurmaca yapıtlar oluşturan bu yaratıcı yazarlar, okudukları/yazdıkları metinler hakkında analitik biçimde düşünüp akıl yürütüyor ve onları bir kurama yaslama konusunda yoğun çaba gösteriyorlar. Batı’da Calvino, Eco, Sontag’ın ya da bizde Tanpınar ve Atay’ın deneyimlediği gibi, Murat Gülsoy da kendi anlatısının arka planını belirli bir kuram çevresinde oluşturmaya önem veriyor. 602. Gece böyle bir yazınsal çabanın ürünü olarak Murat Gülsoy’un öteki metinlerini de besleyen, açılımlayan, onun edebiyata, sanata ve evrene bakışını netlikle görmemizi sağlayan kuramsal metinler bütünü olarak ilgi uyandırıyor.
602. Gece, Murat Gülsoy’un ilk kuramsal yapıtı olan Büyübozumu-Yaratıcı Yazarlık’ı açılımlayan yönüyle de ilgi uyandırıyor. Büyübozumu’nda kurmacanın olanaklarını, sınırlarını ve ihlal edilebilir kurallarını araştıran yazar, 602. Gece’de, bu konudaki araştırma ve incelemelerini öteki sanat disiplinleriyle de besleyerek, çalışmalarını farklı sanat dalları arasındaki ilgi, bağlantı ve geçişlerle zenginleştiriyor. Böylelikle ‘üstkurmaca’nın, ‘imkânsız kurmaca’nın, ‘kurmacada sonsuzluk döngüsü’nün ya da ‘sonsuza düşüş olgusu’nun hem yazın sanatından hem de resim, fotoğraf gibi görsel sanatlar ve Japon kukla tiyatrosu gibi sahne sanatlarından ilginç örneklerle anlatımını, karşılaştırmasını ve analitik tarzda yorumlarını gerçekleştiriyor.
Öykü- roman türünün yaratıcı okurları ve kurmaca metin yazmayı deneyenler için keyifli bir okuma serüveni vaat eden bu inceleme/araştırma çalışmasında yazar, “kendini fark eden anlatı” kavramına dikkatlerimizi toplamaya özen gösteriyor. “Anlatının kendini fark etmesi” konusunda Murat Gülsoy Borges okurken karşılaştığı sıra dışı bir durumu ifade ediyor. Buna göre, Borges When Fiction Lives in Fiction adlı kitabında Binbir Gece Masalları’na değinerek, “büyülü gece” olarak nitelediği 602. Gece’de, Şehrazat’ın kendi hikâyesini anlatmaya başladığını, eğer bu anlatımı sürdürseydi eserin imkânsız kurmacaya evrilerek masalların kendi içine kapanmasına neden olacağını, böylece Binbir Gece’nin sonsuz ve döngüsel hale gelmiş olan hikâyesinde kısılı kalan sultanın ebediyen masalını dinlemeye devam edeceğini dile getirmektedir. Bu okuma üzerine Murat Gülsoy, içtenlikli bir keşif ve merak duygusuyla yerli ve yabancı Binbir Gece çevirilerini araştırıp incelediğini ve 602. Gece’nin de ötekiler gibi bir gece olduğunu gördüğünü dile getiriyor ve şu vargıya ulaşıyor: “Böyle bir kitap ancak Borges’in hayallerinde var olabilirdi. Okuduğunuz sayfayı bir daha asla bulamadığınız Kum Kitabı gibi hayali bir kitap olmalıydı bu yazıda sözü edilen Binbir Gece Masalları.”(s.14) Murat Gülsoy, ilginç bir biçimde, Todorov ve başka bazı edebiyat kuramcılarının Borges’in 602. Gece’ye dair fikrini kuşkulanmadan doğru kabul ettiklerini ve bunu makalelerinde değerlendirdiklerini de gösteriyor.
Murat Gülsoy, görsel sanatlarda bakış açısının ve gerçeğe farklı yönlerden bakmanın örnekleri üzerinde durarak, Velasquez’in Nedimeler adlı tablosunun tam anlamıyla bir metakurmaca içerdiğini, çünkü ressamın kendi resim yapma anını tabloda gösterdiğini, bunun da “resim sanatının kendini fark etmesi” anlamına geldiğini belirtiyor. Modernist edebiyatta anlatının kendini fark etmesi olgusunu da derin bir perspektifle ele alarak, buradan hareketle, “metakurmaca” kavramını temellendiriyor. Modernist sanatta “temsil meselesi”nin kriz haline geldiğini belirten yazar, bu durumun tüm sanatın yeniden ele alınmasına, yeni anlatım araçlarının denenmesine, deneyselciliğin her alana yayılmasına ve sanatın üretim sürecinin sanatın konusu haline gelmesine neden olduğunu ifade ediyor. Artık dünyayı yansıtan realist kuramlar terk edilmiş; özellikle bilinç ve bilinçdışı süreçlerin algılar ve düşünce üzerindeki etkileri ele alınarak dünyanın betimlenmesinin bilinçten bağımsız olmadığı vurgulanmaya başlanmıştır. Murat Gülsoy, “her şeyi bilen anlatıcı”nın bakış açısından anlatılan realist hikâyenin okuru pasifleştirdiğini, yorum yapma gücünü elinden aldığını, tüm tasarımın metnin tanrısı olan anlatıcıya ait oluşu nedeniyle okurun kendine sunulanla yetindiğini dile getiriyor. Bu tarz metinlerde alışılan kalıpların tekrar edildiğini, beklentilerin doyurulduğunu, okurun kahramanla özdeşleştiğini belirterek, “böylece okur bildiği dünyanın kurallarının bir kez daha onaylanmasının huzuruyla kitabı kapatmaktadır.” yorumunu yapıyor.
Murat Gülsoy, kolay metinlerin okuru(dolayısıyla insanı) otoriteye teslim olmaya sürüklediğini de belirterek, farklı anlatım biçimleriyle yazılan modernist/deneysel metinlerin okurların zihinlerindeki eski kalıpları kırarak daha farklı, daha özgür, daha modern bir dünyanın kurulmasına katkıda bulunduğunu; sonuçta modernist sanatın özgürleştirici nitelik taşıdığını ifade ediyor. “Özgürleştirici eylemler ve düşünceler totaliter düzenlerle her zaman çatışma içine girmişlerdir. Modernist sanatlar da totaliter ve baskıcı düzenlerin şiddetine maruz kalmışlardır.” (s.38) diyen Murat Gülsoy, postmodernizmin de modernizmin süreğinde yer aldığını, bu akımların birbiri içinde devam eden yapısal bazı sorunları da içerdiğini vurgulayarak, modernist yöntemler kullanan sanatçıların postmodern olarak adlandırılma nedenlerinden birini, modernizm teriminin 2. Dünya Savaşı sonrasında gözden düşmüş olmasına bağlıyor. Modernizm bağlamında Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını, Haldun Taner’in Ayışığında Çalışkur’unu ve Leyla Erbil’den bir bilinçakışı metnini ele alarak deneysel sanat bağlamında irdeliyor. Ayrıca Fowles gibi bazı modernist yazarların yapıtlarından hareket ederek, yabancılaştıran metinlerin mimetik yanılsamayı kırarak okuru nasıl etkin hale getirdiğini anlatıyor. Metakurmacayı, “metnin kendini kendine ayna kılması” olarak niteleyen Murat Gülsoy, yabancılaştıran bakış açısının ve metakurmaca olgusunun Don Quijote romanının içinde yer almasından yola çıkarak şu sonuca ulaşıyor: “Yazar, eski şövalye hikâyelerinin parodisini yaparken artık dünyanın ne kadar değişmiş olduğunu, o eski hikâyelere inanmanın artık pek de mümkün olmadığını, yeni hayatı, yeniçağı anlatacak yeni anlatım biçimlerinin var olabileceğini gösterir. Don Quijote hayatını o hikâyelerdeki gibi sürdürürken biz okur olarak gitgide onun bir metnin içinde olduğunu görmeye başlarız.”(s.76)
Murat Gülsoy, edebiyatımızın köşe taşlarını oluşturan Oğuz Atay, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Orhan Pamuk’u, yapıtlarındaki bakış açısı, izlekler, yöntemler açısından modernizm bağlamında inceleyerek, kitabın ilk denemesi olan Borges ve Diğerleri’nin etrafını koza gibi saran analitik nitelikte beş ayrı denemeyle, 602. Gece kitabını kuramsal açıdan da bir kurguya(çatıya) oturtuyor. Murat Gülsoy’un Atay, Tanpınar ve Pamuk hakkındaki inceleme ve yorumları ilgiyle okunuyor. Kendi yazarlık serüvenini derinden etkileyen bu üç yazarı bir noktada buluşturan Gülsoy, modern edebiyatla birlikte başat bir tutum haline gelen, “edebiyatın kendi üzerine düşünmesi”nin, yazmanın -bir anlamda- büyüsünü bozarken aynı anda farklı zamanlara ait daha katmanlı ve karmaşık bir büyü yarattığını dile getiriyor ve kendi yazma ve okuma macerasının da bu türden kendini fark eden hikâyelerin heyecanıyla şekillendiğini belirtiyor. Bu kitabında Tanpınar-Atay-Pamuk hattını modernist arayışın duraklarından biri olan metakurmaca üzerinden okumaya çalıştığını ifade ediyor. Bu arada dikkatlerimizi Kafka’nın Şato’suna ait olduğu söylenen, ama Şato’nun sayfalarında bulunmayan ilginç bir alıntıya çeken ve bunun izinden giden Murat Gülsoy, böylece başka bir kayıp metnin izini sürmeye başladığını belirterek, kitabının son sayfasını bir son’dan çok yeni bir başlangıca; yepyeni bir keşif serüvenine açıyor.
602. Gece yer yer akademik renkler de katılmış olan bir inceleme; daha doğrusu denemeler toplamı. Yazarın içtenlikli “ben” söylemi, araştırma tutkusu, kuşkuları; merak ve keşif serüvenini okurla paylaşması, odağa aldığı metinleri farklı sanat disiplinlerine açarak incelemesi, kitaba yoğun bir edebiyat ve sanat tadı veriyor. Aslolan, kuramsal bir kitap içinde de edebiyat ve sanat estetiğinden uzaklaşmamak, böylelikle kurmaca yapıtların anlamlarını çoğaltıp farklı okumalara açabilmek, yaratıcı okurlar yaratabilmek… Murat Gülsoy, 602. Gece’nin sayfalarında, zihinlerdeki yanılsama zincirlerinin birer birer kırılmasını sağlayan etkin bir farkındalık yaratıyor.

Hülya SOYŞEKERCİ
hulyasoysekerci@yahoo.com

CUMHURİYET Kitap Eki'nde yayımlandı. (05.11.2009)

15 Eylül 2009 Salı

13 Eylül 2009 Pazar

HÜCRE


Yeni Çıkanlar (Radikal Kitap/ 11.09.2009)

HÜCRE
Fadhil al-Azzawi,
Çeviren: Gökhan Soyşekerci,
Pupa Yayınları,
roman, 110 sayfa
Iraklı edebiyatçı Fadhil al-Azzawi ‘Hücre’de, baş kahramanı Aziz Mahmud Sayid’in bir hücreye düşmesini ve burada tanık olduğu olayları hikâye ediyor. Sayid, hiç hesapta olmadığı halde, kendini hapishanede bulur. Hapishanenin politik suçluların yer aldığı bölümünde tutulan Sayid, burada örgüt liderleri ve entelektüel tutuklularla tanışarak hiç alışık olmadığı bir dünyaya adım atar. Sayid’in, işkence ve hücreyle tanışması da, bu döneme denk gelir. Fakat daha kötü günler, gelmekte gecikmeyecektir. Zira hapishane yönetimi ona, işlemediği bir suçu üstlenmesi için baskı yapacaktır. Sayid, suçu kabul etmekle, işkenceye maruz kalmak arasında seçim yapmak zorundadır.

DAMLADA GİZLİ DENEMELER



(“Damlada Gizli Duran”, Avram Ventura, Şenocak Yayınları, Şubat 2009,136 s. 7 TL)
Deneme, özgür düşünceyi odağına alan, zihnin dar kalıplarını kırmaya çalışan yazı türlerinden biri olarak, yüzyıllar boyunca özgür aklın, sorgulama ve yüzleşmelerin, eleştiri ve öz eleştirinin yazınsal alandaki temsilcisi oldu. Düşünceler geliştikçe denemeler yazıldı; denemeler yazıldıkça düşünceler açılım kazandı ve yeni ufuklar yarattı.
Avram Ventura bu deneme kitabında, okura yeni düşünce pencereleri açıyor; edebiyat ve felsefe dünyasından bazı ustaların sözlerini kendi düşüncelerini temellendirmede yapı taşı olarak kullanıyor. Düşünce ve çıkarsamalarını dillendirirken, okurunu özgür bırakmaya; kendi düşüncelerini oluşturması için serbest alan yaratmaya özen gösteriyor. Denemede önemli olan; düşünce dayatmadan yeni düşünceler oluşturmak, okuru düşünmeye çağırmaktır. Demokratik katılımcılığın asli unsurlarındandır bu; insanların düşünceler yaratmasını sağlamak, kanaatlerinde özgür olduklarını duyumsatmak; yaratıcı ve özgür bir alan içinde, kendi varoluşlarının bilincine ulaştırmak.
Avram Ventura, Damlada Gizli Duran’da dünyasına süzülen yaşantı parçacıklarını dönüştürerek, onları zihninin kıvrımlarında yeniden biçimlendirerek özgün/özgür bir düşünce dünyası oluşturuyor. Denemenin ben’in ülkesine ait olduğunun bilinciyle, kendi düşünsel dünyasını içtenlikle sergiliyor. Yazan öznenin, kendini örtülemeden ifade ettiği yazın türlerinin bir ayağı şiir öteki ayağı denemedir diyebiliriz. Avram Ventura, duyarlılık ve bilinçle kaleme aldığı denemelerinde, yazma sanatından yazarlar dünyasına, sanatsal yaratma sürecindeki sancılardan yalnızlığın gizemine, kötücüllüğün karanlığından umudun gün ışığına atlayarak, düşünceden düşünceye geçiyor. İnsanı odağına alan bu denemelerinde, insanın/insanlığın tükenmediği sürece sanatın, edebiyatın ve yaşamın güzelliklerinin tükenmeyeceğini vurguluyor. Aşkın büyüsünden dostluğun kadim zamanlardan gelen sıcaklığına, şiirin iç anlamlarından savaşların anlamsız ve acımasız seslerine dikkat çekiyor. Yazar ve düşünürlerin geçit resmine tanık oluyoruz bir yandan: Maupassant, Kafka, Zweig, Rilke, Çehov, Gorki, Aragon, Voltaire, Shaw, Brecht, Borges, Cibran, Oktay Akbal, Fethi Naci, Melih Cevdet Anday, Orhan Veli… daha pek çok yazar, yapıtlarından cümlelerle, yaşamlarından birtakım kesitlerle bu kitaptaki denemelerin dokusunda yer alıyor; yazara yeni düşünce ufukları açıp okurun dünyasını zenginleştiriyor. Deneme yazarı, düşünceler ve yorumlar üretirken aynı anda okuru da kendi bağımsız düşünme ve yaratma sürecini oluşturmaya çağırıyor.
Denemeler, göreceli bakışla yazıldığından dayatmacı düşünce zincirlerini kırarlar; aynı zamanda düşünceleri taşıyan akışkan bir yol; bir ırmak gibidirler. Hep başka suların akıp geçmesi gibi hep başka düşünceler akar deneme ırmağından. Bu kitaptaki denemelerde insan sevgisini, dayanışmayı, sanatı, özgür düşünceyi önemseyen Türkiyeli bir aydının, duru ve akıcı bir Türkçe içinde yarattığı düşünce alanlarına tanık oluyor, orada kendi dünyamızın izdüşümlerini buluyoruz.
HÜLYA SOYŞEKERCİ
(Radikal Kitap Eki'nde yayımlandı.)

GENÇLİK ROMANLARINDA MUZAFFER İZGÜ USTALIĞI





Ne zordur gençler için yazınsal yapıtlar üretmek; ne zordur gençlerin dünyasını anlamaya ve anlatmaya çalışmak… Hiçbir kalıba ve kurala sığmayan, doğası gereği itaat etmekten hoşlanmayan, her türlü dayatmaya karşı çıkan, bir an yerinde duramayan genç kuşağa seslenmek; didaktikliğe düşmeden, keyifli, anlamlı ve dolu dolu romanlar yaratabilmek zorlu bir çaba gerektirir. Büyümenin sancılarını yaşayan genç, yoğun, karmaşık ve çelişkili duygularıyla, yaşamda bir birey olarak var olma yolculuğuna başladığının sezgisi içindedir. Onun için en önemli kavram; özgürlüktür. Bir yazarın gençliğe seslenebilen yapıtlar yazması için, gençlerin dünyasını yakından tanıması, bu dönemin çalkantılarını yüreğinin içinde duyumsaması gerekir. Böylece yazar, duygudaşlık ve gözlem gücüyle, ergen ve genç psikolojisinin derinliklerine inerek, o zorlu dünyaya seslenebilen yapıtlar üretebilir; bu yapıtlar yoluyla gence yeni ufuklar açabilir.
Muzaffer İzgü’nün gençlik romanlarının didaktik unsurlardan arınmış olduğunu; gencin dünyasına ‘içeriden’ bakan; doğru/dan bakış açısıyla oluşturulduğunu görüyor, bu romanlarda birçok gencin kendi yaşantılarını bulabileceği konuların işlendiğine tanık oluyoruz. Mizah pırıltılarıyla ördüğü tüm yapıtlarında topluma ve insana eleştiri oklarını yöneltmekten çekinmeyen, sürekli soran, sorgulayan bir yazar olarak Muzaffer İzgü, bütün yazınsal serüveninde otoriteye boyun eğmeyen bir genç duruş ve tavır sergiler. Gençliğin gözlem gücü, enerjisi, bireysel ve toplumsal dikkati, Muzaffer İzgü edebiyatının atar damarlarına yayılmıştır diyebiliriz. Bu genç bakış, ayrıksı ve genç duruş, Muzaffer İzgü’nün yapıtlarında gençlerin dünyasını anlatması ve o dünyaya yepyeni anlam pencereleri açması çabasına önemli bir işlev kazandırmaktadır. Eğitimciliğinden getirdiği birçok veriyi, gençlik(ergen) psikolojisinin rehberliğinde gelişen bir duygudaşlıkla; yazın estetiği ve duru, akıcı bir Türkçenin olanakları içinde harmanlayan Muzaffer İzgü’nün, bugüne kadar yayımlanmış üç gençlik romanı var: Kaçak Kız (ilk basım: 1997), İçimde Çiçekler Açınca(ilk basım: 2000), Bütün sabahlarım Senin Olsun (ilk basım: 2003)
Üç romanda da lise gençliğinin; on altı, on yedi yaşlardaki gençlerin yaşamının odağa alındığını görüyoruz. Bu yaş grubu gençlerin dünyasını dikkatle gözlemleyen yazar, gençlerin yaşadığı çeşitli sorunları, romanlarındaki temel çelişki ya da çatışmaların eksenine oturtuyor. Kuşak çatışması, sosyal çevrenin ve ailelerin gençler üzerindeki görünür ya da görünmez baskıları, ÖSS ve eğitim sorunları gibi konularla; test çözmeye mahkûm edilen, ezberci eğitim sisteminin yaşamla örtüşmeyen dersleri arasında bunalan bir gençlik var bu kitaplarda. Özellikle Kaçak Kız ve İçimde Çiçekler Açınca’da otorite karşıtı, özgür ruhlu gençlerin ebeveynleriyle yaşadığı sorunlar ayrıntılarıyla işleniyor. Bütün Sabahlarım Senin Olsun’da baskıdan bunalan bir genç yerine, bu baskılara neden olan toplumsal ve psikolojik etmenleri irdeleyen, sorgulayan, bunları yer yer ti’ye alan; ironik bakabilen farklı bir genç karakterin varlığı söz konusu.
Muzaffer İzgü’nün üç gençlik romanında da asıl karakterler genç kızlardan oluşuyor. Kaçak Kız’da Üzüm; İçimde Çiçekler Açınca’da Sevda; Bütün Sabahlarım Senin Olsun’da Çiçek adlı genç kızlar, romanlardaki olayları sürükleyen, romanların odağında yer alan kişiler. Üç romanda da genç kızların asıl karakter olmaları, Çalıkuşu’ndan beri toplumumuzda yükselen ‘genç kız edebiyatı’ olgusunun önemli bir görünümü olarak dikkat çekiyor. Prof. Dr. Necdet Neydim, Türkiye'de Çeviri ve Telif Eserlerde Genç Kız Edebiyatı başlığı altında ilginç bir akademik çalışma yapmış; ülkemizdeki genç kız edebiyatı olgusunu farklı örnekler bağlamında göstermiş ve irdelemiştir. (Bu Yayınevi, İstanbul, Ağustos 2005) Gerçekten, ülkemizde roman okurlarının önemli bir kısmının kadın okurlar oluşu dikkate alınırsa, gençlik romanı okurlarının da önemli bir kısmının genç kızlardan oluştuğu belirtilebilir. Muzaffer İzgü, bu potansiyeli hem deneyimli bir yazar hem de eğitimci olarak fark etmiş; genç kız okurların dünyasına daha fazla eğildiğini belirtebileceğimiz bu üç romanını, daha çok “genç kız penceresinden” bakarak işlemiştir. Muzaffer İzgü’nün üç gençlik romanının, özellikle karakterler boyutuyla mevcut genç kız edebiyatına eklemlenmiş olduğunu ifade edebiliriz.
Bu üç genç kızın temel çelişkileri, toplumla; aile, okul, eğitim sistemi gibi otoriter yapılanmalarladır. Gençliğin her zamanki muhalif tutumu, her türlü sınırlayıcı, engelleyici otoriter gücün karşısında yer alır. Bir anlamda gençlik itaatsizlik demektir; “hayır!” demektir. Bu romanlarda, yeni ve özgür davranış biçimlerini çevrelerine kabul ettirmeye çalışan gençler/genç kızlar, toplumun otoriter kurumlarıyla çelişkiye düşer ve sık sık onlarla mücadele ederler.
Kaçak Kız’da tiyatro eğitimi almak isteyen ama ailesinden destek göremeyen, ÖSS testlerinden bunalan ve “yarış atı” olmaktan nefret eden Üzüm, çözümü evden kaçmakta buluyor. Meraklı ve heyecan dolu bir hikâye içinde, canlı ve etkili İzmir betimlemeleriyle ilerleyen roman, yer yer yaşama sevinciyle örülü maceralı yapısıyla dikkat çekiyor. Evden kaçma gibi sarsıcı bir olgu, yazar tarafından yer yer ironik ve mizahi boyutlarda işleniyor ve böylelikle bu olgunun şiddeti azaltılmaya çalışılıyor. Üzüm’ün bir sinemaya girip kaçak olarak gece orada kalmak istemesi; film makinisti olan dürüst bir gençle aralarında sevgi dolu bir dostluğun başlaması da anlatılıyor romanda. Elbette genç, ona, durmadan evine dönmesini telkin ediyor; bu sinema serüveni de bir iki gün içinde bitiyor zaten. Sinema imgesinin, içinde yaşanan bir mekân olarak yer alması, romana düşsel ve farklı bir boyut kazandırıyor.
İçimde Çiçekler Açınca, lise gençleri arasındaki duygusal konulara, yaşanan ilk aşklara ve çevre baskısına odaklı bir roman. On altı yaşında, lise öğrencisi Sevda, yaşadığı monoton yaşamdan, öğrenciye bir birey olarak değer vermeyen ezberci ve dayatmacı eğitim sisteminden bezmiş durumdadır. Buna rağmen derslerde başarılıdır. Yaşadığı sorunlar sürerken, ilk aşk, tüm masumiyeti ve içtenliğiyle görünüverir genç kıza. Aşkın pek çok hallerini yaşar Sevda; kıskanmayı, dalgınlığı, hayal kurmayı, sevdiğiyle birlikte bir günlüğüne okuldan kaçmayı… Sevda, Kaçak Kız’daki Üzüm’e ve Bütün Sabahlarım Senin Olsun’daki Çiçek’e göre daha içe dönük bir genç kızdır. Yaşadıklarını ve duyumsadıklarını annesiyle paylaşamaz; ona, içinde çiçekler gibi açan ilk aşkından söz edemez; ancak yaşıtı ve arkadaşı olan iki genç kızla paylaşır duygularını. Sumru adlı başka bir genç kızın, kıskançlık nedeniyle bu aşka düşman olması, çelişkileri yoğunlaştırmaktadır. Bu arada hem okul yönetiminin baskıları hem de Sevda’nın babasının Atila’yı tehdit eder tarzda konuşması, akrabalarının iki genci birlikte görüp Sevda’nın babasına duyurması… gibi feodal davranış kalıpları ya da kalıntılarının İzmir gibi bir metropolde bile var olabildiğine tanık oluyoruz. Yazarın, gençlik enerjisini, coşkusunu, yürek kıpırtılarını, birlikte gerçekleştirilen bisiklet gezilerini de dikkatli bir gözlemle dile getirmesini ilgiyle okuyoruz bir taraftan.
Bütün Sabahlarım Senin Olsun’da da okul, dershane, ev arasında sıkışan genç yaşamlara odaklanıyoruz. Burada, önceki iki romandan hayli farklı bir bakış açısı söz konusu. İlk iki roman, 3. tekil kişi anlatımıyla yazıldığı halde bu roman,1. tekil kişi (ben öyküsel) anlatımla kaleme alınmış. Bu yapılanma, roman kişisine okur olarak daha içeriden bakmamızı sağlıyor. Yazar, kahramanına ruhsal derinlik kazandırmış durumda. Sistemi, yaşamı sorgulayan genç kız Çiçek, öteki kahramanlara göre daha güçlü ve oldukça iyi canlandırılmış bir karakter olarak yansıyor okura. Soran, tartışan ve cesur bir kız olan Çiçek, ailesinden ve sevgilisi Furkan’dan hiçbir şey gizlemeden yaşayan, dürüst bir kişilik olarak dikkati çekiyor. Bu romanda da ilk gençlik aşklarının tüm saflığına, derinliğine, duruluğuna, çıkar gözetmeden yaşanıyor oluşuna tanık oluyoruz. Çiçek cıvıl cıvıl, neşeli, yaşama sevinci ve coşkusuyla dolu bir genç kız; nükteleriyle, ironik konuşmalarıyla her türlü baskıyı ve olumsuz durumu ti’ye alabiliyor. Bütün Sabahlarım Senin Olsun’da da, üniversiteyi kazamayan, gün boyunca gitar çalıp şarkı söyleyen Cem, üçüncü şahıs olarak yer alıyor romanda. Kitap okumadan şiir yazması ironik bir çelişki olarak görünüyor; yazdıkları da şiire benzemiyor zaten…
Yazarın, bu romanına ötekilerden farklı olarak daha fazla gizem ve macera boyutu eklediği görülüyor. İnsan kaçakçılığı yapan karanlık kişilere ait bir tekneye, rastlantı sonucu düşen Çiçek, Furkan ve Kaptan Enişte, zor anlar yaşıyorlar. Yazarın, bilinçli olarak, bir film sahnesindeymişiz gibi romanda bazı görsel klişeleri tekrarlaması oldukça ilginç. Böylece, okuduklarının bir film sahnesine benzediği vurgusu yapılarak, genç okurun metne biraz olsun yabancılaşması sağlanıyor; bu yolla, ona, şiddete dönüşebilecek bazı sahnelerin (söz gelimi, başa tabanca dayanması vb.) film karesiymiş gibi izlemesi mesajı, örtük biçimde veriliyor. Burada yazarın ustalığı devreye giriyor; kendine özgü bir “yarı yabancılaştırma” tekniği uygulayarak, genç okurun şiddete dönüşebilecek bazı sahnelere mesafeli durmasını ve mizahi bir bakışla, bu sahnelere yabancılaşmasını, dışarıda kalmasını, onlarla özdeşleşmemesini sağlıyor.
Son olarak, üç romanda da mekânın bütün canlılığı ve güzelliğiyle İzmir kenti olduğunu belirtmek gerekir. İzmir’in pek çok yerinin bu üç romana etkili bir arka plan oluşturması, gerek bu görünümlerin gerekse gençlerin iç dünyasındaki fırtınaların duru, akıcı bir anlatımla dile getirilmesi, genç okurların dil sevgisi ve bilincini de güçlendirecek nitelikte. Wittgenstein’ın “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.” sözünü anımsatırcasına, yazar, dünyaya dilin içinden bakarak, Türkçenin olanaklarına ve söz gücüne yaratıcı/estetik bir dönüşüm kazandırmayı gözetiyor; giderek genişleyen ve zenginleşen anlamlar aracılığıyla genç okurlara yazınsal bir evrenin kapılarını açıyor. Bu evrende genç ve özgür imge kuşları sonsuzluğa kanat çırpıyorlar…
Hülya SOYŞEKERCİ
hulyasoysekerci@yahoo.com

İncelenen Metinler:
Muzaffer İzgü, Kaçak Kız, Bilgi Yayınevi, Ankara, Nisan 2007, on birinci basım.
Muzaffer İzgü, İçimde Çiçekler Açınca, Bilgi Yayınevi, Ankara, Şubat 2008, beşinci basım.
Muzaffer İzgü, Bütün Sabahlarım Senin Olsun, Bilgi Yayınevi, Ankara, Şubat 2007, üçüncü basım.
(Bu yazım AFRODİSYAS SANAT Dergisi,Temmuz Ağustos 2009 sayısında yayımlanmıştır)

GEMİCİLERİN BÜYÜK SERÜVENİ



ARGO GEMİCİLERİNİN DESTANI
(Argo Gemicilerinin Destanı, Rodoslu Apollonius, Hazırlayan ve çeviren: Bilgin Adalı, Resimleyen: Mustafa Delioğlu, YKY, Doğan Kardeş, büyük boy,( 17 x 22.5 cm) 128 sayfa; Ekim 2008, 14 TL; küçük boy, (13.5 x 19.5 cm) 120 sayfa, Mart 2009, 9 TL)
Çok eski dönemlerde, bilinmeyen karşısındaki duygularını fantastik yaratımlarla anlamlandırmaya çalışan, korkularını aşan insan, mitoslar evrenini yarattı kendisine. Rasyonalist çağın henüz başlamadığı, insanlığın çocukluk dönemi sayılan o zamanlarda mitoslara ve destanlara bir çocuğun masal gerçekliğine inanması gibi inanırdı insanlar. Günümüzde ise çocuklar, düşlerden gerçeklere, gerçeklerden düşlere kolayca geçiş yapabildikleri için; destanlar ve mitoslar evrenine rasyonel dünyada yaşayan büyüklerden daha fazla yakınlıkduyarlar.
Rodoslu Apollonios’un Argo Gemicileri’nin Destanı bu bağlamda önemli bir yapıt olarak dikkat çekiyor. Argo Gemicilerinin serüvenleri, dilimize ilk kez bütün olarak ve şiir diliyle aktarılıyor. Bu metnin yalnızca bir çeviri değil, gençler için yalınlaştırarak yeniden yazma çabası olduğu da belirtilebilir. Bilgin Adalı 2300 yıl önceki destanı dilimize kazandırırken aslına uygun bir atmosfer yaratmaya; söyleyişte destan biçemini korumaya dikkat ediyor. Açıklamalar içeren dipnotları fazla tutmamaya özen gösteriyor.
Temel anlatı biçimlerinden olan ‘yol’, bu destanın da ana motifini oluşturuyor. Kutsal Altın Post’u ele geçirmek için uzun yollar kat eden Argo Gemicilerinin yol boyu karşılaştıkları zorluk ve engellere, yaşadıkları yoğun kederlere, ölümlere tanık oluyor; bazen de dev dalgalarla boğuşan gemicileri sanki yanımızda hissediyoruz. Altın Post’a ulaştıktan sonra, gemicilerin çektikleri çilelerin bitmediğini görüyor, başka bir gün geminin mucizevî biçimde çölde ilerlediğini okuyoruz.
Argo Gemicilerine bu zorlu yolculuklarında tanrılar eşlik ediyor; rüzgârları estiriyor, yelkenlerin rüzgârla dolup gemilerin ilerlemesini sağlıyorlar. Mucizelerini, sunaklardaki adakları gördükten sonra gerçekleştiriyorlar. Yol boyu, tanrıların insanın yazgısını belirlemelerini ve oynadıkları hayat oyunlarını görüyor; böylelikle ilkçağ insanının hayat ve evren algılamasını yoğun bir merak duygusuyla keşfediyoruz. Olympos’taki tanrılar ve ölümlüler arasında ilerliyor, Orpheus’un lir eşliliğindeki şarkılarını işitiyoruz. Akhalı kahramanların önderleri İason’un; Herakles, Kastor, Peleus gibi mitolojik kişilerin yiğitlikleri karşısında heyecana kapılıyor, Troya Savaşı’ndan çok önceki bu yolculukta Argo Gemicilerinin serüvenleri paralelinde gizemli bir okuma yolculuğu gerçekleştiriyoruz.
Cesaret, yiğitlik, inanç, azim, kararlılık, dürüstlük, mertlik gibi izleklerde ilerleyen destan anlatısı, bir hayat yolculuğu gibi yürek ve zihinlerde iz bırakıyor. Bir hedef uğruna girişilen zorlu yolculuk, dostluk ve özveri motifleriyle zenginleşiyor.
Bu düşsel destan yolculuğunda, birçok mitolojik ve tarihsel bilgiyi keyifli bir okuma süreci içinde edinebiliyor küçük okurlar. Argo Gemicilerinin yolculuğu İolkos kentinden başlıyor ve sonunda Kolkhis’e (Bugünkü Abhazya) geliniyor. Mücadeleler sonucunda Altın Post’u ele geçiren İason ve arkadaşları, dönüş yolunda birçok tuzakla karşılaşıyor; Sicilya açıklarından Libya’ya savruluyor ve nihayet kendi yurtlarına ulaşıyorlar. Sonuçta yolculuğun başladığı yere dönüyor gemiciler. Bu döngünün son noktasına ulaşan Argo Gemicileri, çok şey öğrenmiş ve yaşamış olarak, kendilerini aşmış bir düzeye yükseliyorlar. Bu zorlu yolculuk, böylelikle bir iç yolculuğa evriliyor.
Şair Apollonios’un ara sıra esin perisiyle konuşması, anlatıya derinlik ve şiirsellik kazandırıyor. Metni oluşturma sürecini ya da yazma anını anlatısında dile getiren günümüzün post modern bir yazarı var sanki karşımızda:
“Söyle şimdi esin perisi kendi tanrısal sözlerinle/ Çektiği acıları Kolkhisli genç kızın./Konuş ey güzel kızı yüce Zeus’un, /dili sürçüyor ozanının, anlatamıyor olup bitenleri./Neden karar verdi ayrılmaya yurdundan o güzel kız?/ Bir aşk çılgınlığı mıydı bu?/Yoksa bir korku mu?/ Hadi anlat esin perisi…”
Argo Gemicilerinin Destanı, çocuk ve genç okurları henüz keşfedilmemiş düş ülkelerine çağıran, etkileyici bir kitap.
Hülya SOYŞEKERCİ
hulyasoysekerci@yahoo.com
(Radikal Kitap Eki)

YILDIZLARA BASMADAN...


(İsmail ve Babamın 68 Kuşağı, Çizmeli Kedi Yayınları, 2009,80 sayfa,4,50TL.)
Çocuk edebiyatı alanındaki çevirileri, kuramsal yazıları, akademik araştırmalarıyla bu alana önemli katkılarda bulunan Necdet Neydim’in yazdığı çocuk öyküleri, en az öteki çalışmaları kadar dikkate değer nitelikte: İsmail ve Babamın 68 Kuşağı çocuk dünyasını düşlerle kuran bir öykü.
Günümüzde çocuk olmanın zorlu yönlerini öykü kahramanı İsmail’in yaşamına odaklanarak anlatıyor yazar. Okul-ev-dershane arasında tekdüze bir yaşam sürdüren İsmail, bir akşamüstü okul çıkışında servise binmez. İşten çıktıktan sonra onu gelip alacağını söyleyen annesini bekleyen İsmail, ani bir kararla okulun bahçesinden çıkar, caddelerden geçip deniz kıyısına doğru yürür. Deniz onu çağırmaktadır sanki. Babaannesinin anlattıklarını düşünür; geçtiği sokakların önceki hallerini hayal eder. Ahşap ev yıkılmış, yerine çok katlı ve kötü görünümlü bir apartman yapılmıştır. Babasından da, sokağın bitimindeki parkın ve deniz kıyısının öyküsünü dinlemiştir. İsmail, çevresine baktığında arabasıyla hız yapanları, teybin sesini sonuna kadar açanları görür. Her şey zamanla çok değişmiş ve bozulmuştur. Kalamış’ta deniz kıyısında kuytu bir yer bulan İsmail, çantasını bir kenara bırakır, önlüğünü çıkarıp yere serer. Güneşin batışını seyretmeye koyulur. Özgürlüğü yudum yudum içmektedir kahramanımız. Arkasına takılan bir köpekle arkadaş olur; dertleşirler. Başarılı olmak için sürekli koşuşturan ve oyun oynamaya zaman bulamayan İsmail, sonunda deniz kıyısında derin bir soluk alabilmiştir. Ailesinin görünmeyen baskılarıysa onu gerçekten yormuştur. Okuldaki sorunlar da ayrıdır; kalabalık sınıflar, bahçede oynayacak yer kalmaması, zamanın hep dar oluşu... Tüm arkadaşları gibi o da ancak hafta sonları oyun salonlarında bilgisayar oynayabilmektedir. Bahçeler, oyun alanları azalmıştır ve çok kalabalıktır. İsmail, büyük kentlere sıkışıp kalan çocukların sözcüsü gibidir. Oyun alanları giderek daralan ve tükenen çocuklara, sadece sanal oyun alanları kalmıştır ne yazık ki… Çevrenin ve doğal yaşamın tükenişi, hayatı iyice zorlaştırmaktadır. Deniz kıyısında Akkanat adlı bir martı ve Fadime adlı bir yunusla arkadaş olan İsmail onların dünyasını tanırken evrensel sorunları, savaşların acımasızlığını da yakından öğrenir.
Her bölümün sonunda yazar, bir cümleyle İsmail’e seslenir. Yazarın kendi kahramanına seslenmesi, okurun İsmail’e seslenmesiyle buluşur gibidir. Bu sesleniş ve yorumlar, metni, çocuk okur açısından ilginç kılmaktadır. İç içe geçen pek çok öykü var kitapta. Yunusun, köpeğin ve martının öyküleri sarmal halde kuşatır İsmail’in öyküsünü. Yunus, Alâeddin’in sihirli lambasını denizin derinliklerinden çıkarıp İsmail’e verir. Gizemli bir düş yolculuğu içinde bulur kendini çocuk. Böylece öyküde fantastik açılımlar başlar. Zamanı durduran İsmail, geçmiş ve gelecek zamanda birtakım düzenlemeler yapar; her şey çocukların mutluluğu içindir. Küçük İsmail’in daracık dünyası öylesine genişler ki kahramanımız düşlerle sonsuza açılır, yıldızlara basmadan saman yolunda koşar. Düşler ütopyalara dönüşür ve Sevgi Gezegeni çıkar karşımıza.
Peki, İsmail’in babasının 68 Kuşağı bu öykünün neresinde yer alıyor? Sevgi, barış ve kardeşlik mesajlarının kaynağı 68 Kuşağı, İsmail’in düşlerine göre, tüm dünyanın çevresine sarılıp dolanıyor. Çocukların soyut kavramları somutlaştıran algıları, “kuşak” kavramını en sevimli haliyle bu öyküde ortaya çıkarıyor. Böylece güzellikleri paylaşıyor çocuklar…
İsmail’i deniz kıyısında güneşin batışını izlediği sırada bıraktığımızı anımsıyoruz birden. Başa döndüğümüzde, İsmail’in yaşadıklarının gizemli bir düş mü, yoksa gerçek mi olduğunu soruyoruz kendimize. Duru, akıcı anlatımı ve ilginç diyaloglarıyla çocuk okurların ilgisini çekecek nitelikteki bu yapıt, çocuk düşlerinin güzelliğinde, günümüzü, geçmişi ve geleceği yeniden yorumlayıp anlamlandırmak için güzel bir fırsatı içinde taşıyor. Kurgu katmanları, yazarın kahramanına seslenmesi ve metinler arası göndermeleriyle günümüz yazın anlayışıyla örtüşen İsmail ve Babamın 68 Kuşağı, iyi çocuk okurlara seslenen; ya da çocuk okurları iyi okurlara dönüştürecek nitelikte, etkili ve derinlikli bir kitap.
Hülya SOYŞEKERCİ
hulyasoysekerci@yahoo.com
Radikal Kitap Eki 11.09.2009

5 Eylül 2009 Cumartesi

HÜCRE




Yazar: Fadhil al-Azzawi
Çevirmen: Gökhan Soyşekerci


Pupa Yayınları;
İstanbul, 2009, 14 x 20 cm, 110 sayfa, Türkçe, Karton Kapak.
ISBN No: 9786055765194

Iraklı Aziz Mahmud Sayid hiç olmadık şekilde kendisini, içinde politik suçluların bulunduğu bir hapishanede buluverir. Orada, örgüt liderleriyle, farklı kültürlerle yetişmiş entelektüellerle, ardından işkence kurumuyla tanışır. Adaletin körlüğü hesapsız acılara yol açar. Üstüne üstlük işin içine bir de aşk karışır. Kafkaesk bir labirentin karanlığını andıran hapishanenin bürokrasisi ondan yapılması kolay bir fedakarlık daha ister: Basit bir suçu üstlenmek. Ve Aziz, yaşadığımız ve şekillendirdiğimiz kusurlu dünyayla uzlaşma ya da onu reddetme arasında, Hücrede sıkışıp kalır.

"Diğer odadan gelen yanık et kokusunu alabiliyordum. Bana baharda yeşeren otların kokusunu hatırlatmıştı. "Bazen insanlar ölümü seçer mi?" diye düşündüm. Gerçekten bilmiyordum. Ama, bir adam hayatı tamamen yaşanılamaz hale gelmeden böyle bir şeyi asla düşünemez diyordum kendi kendime."

Tanıtım Yazısı'ndan

GENÇ ÖYKÜ




Öykü türünün son yıllarda kazandığı önem ve değerin ardında birçok nedenin yer aldığını düşünüyorum. Her şeyden önce, öykü türü, alışılagelen anlam ve içeriğinden uzaklaşarak kısalığı ve yoğunluğu ile şiire daha yakın duran bir tür haline dönüşmüştür. Öyküler, birkaç sayfaya dünyaları sığdıran yoğun anlamlarıyla, çağın insanının yaşam biçimine ve gereksinmelerine de yanıt verebilmektedir.

Yoğunluk; sözcüklerin, dolayısıyla sesin azaltılıp anlamın çoğaltılmasını gerektirmektedir. Sözcüklerin anlamsal değerlerinin çoğaltılması durumu da, imgeler yoluyla dilin olanaklarının geliştirilmesini sağlamaktadır. Öykülerin yoğunluk ve derinliği, bu yazınsal türü, şiir vadilerine taşımıştır. Öyküler, dramatik yapı içindedir; yaşamın karşıtlık süreçlerinin yansımalarını içlerinde barındırır. Dolayısıyla öyküler, insanı ve yaşamı dönüştüren potansiyel güçler taşır.

Öyküler, aynı zamanda, modern yaşamın hızı içinde durup soluk almaya ve yaşamın farkındalığını duyumsamaya fırsat bulamayan çağımızın tedirgin ve kırılgan insanının giderek daralan yaşam alanlarına genişlikler katar ve yaşamın hızını yavaşlatır. Az sözcükle, boşluklarla, sessizlikle yazılır günümüzün öyküleri. Öykülerdeki boşluklar, okur tarafından yaşam alanlarıyla doldurulur. Öykü ile yaşam bütünleşir; öykü ve yaşam birbirine dönüşür.

Modern zamanlarda sürekli ileti ve söz yağmuru altında kalan genç insanların anlatacak çok öyküleri olduğunu, bunları sözel yolla ifade edecek yeterli alanların olmaması nedeniyle yazıya dönüştürmeyi yeğlediklerini düşünüyorum. İletişim(sizlik) çağında, insan ruhları öykülerle dolmuştur. İçindeki öyküleri anlatarak kendini ifade etmek istemektedir günümüz insanı. Bu durum, kimileri için neredeyse bir varoluş sorununa dönüşmüştür.

Günümüzde sinema ve fotoğraf gibi görsel sanatların gelişmesi nedeniyle, insanların içindeki öykülerin kurguya bürünmesi ve yeni bakış açılarıyla anlatılması, bu süreci hızlandırmıştır. Film ve fotoğraf karesinden taşan yaşamlar, öykülerde yeniden şekillenmektedir. Günümüz öykücülüğü, sinema sanatındaki kurgu tekniklerinden ve onların verdiği esinlerden sonuna kadar yararlanmaktadır.

Gençlerin bir araya gelerek öyküler yaratıp ürettikleri, bunları paylaştıkları öykü atölyelerinin ve yaratıcı yazma seminerlerinin, öykücülüğümüze önemli katkıları olduğu kanısındayım. Usta yazarlar yönetimindeki kuramsal ve uygulamalı çalışmalarla, doğru eleştiri yöntemleriyle kendini geliştiren genç yazar adaylarından bir kısmı, öyküyü “uğraşı” olmaktan öteye taşıyacak ve yazmanın kendileri için yaşamsal önemde olduğunu kavrayıp, bütün yaratıcılıklarını öykü alanına aktaracaktır. Bu durum, kuşkusuz, yazınımız için de önemli bir kazanım olacaktır.

21 Ağustos 2009 Cuma

İNSAN HALLERİNİN ÇELİŞKİLİ GERÇEKLİĞİNDE


İNSAN HALLERİNİN ÇELİŞKİLİ GERÇEKLİĞİNDE
“SAÇLARI DELİ ÇORUH”
(“Saçları Deli Çoruh”, Kevser Ruhi, Gürer Yayınları, Mayıs, 2009, 183 sayfa)
Genç öykücü Kevser Ruhi, ilk kitabı Kehribar Kadınlar’ın 2004’te yayımlanmasından bu yana, yeni öykülerini hemen gün ışığına çıkarmamayı; yazdıklarını öykü sanatının incelikleriyle donatmayı, bu öyküler üzerinde yoğun çaba harcamayı yeğledi uzun süre. Yazın sanatının, çağın hızla akıp giden güncel süreçlerinden uzakta kalan, aceleye getirilmemesi gereken, kalıcı, sıkı dokulu ve sağlam metinlerin yoğunlaştığı bir dil/estetik yapılanması oluşunun farkındalığı ve bilinciyle hareket etti. Sonuçta yazar, aradan geçen beş yılın hakkını veren, nitelikli, yazınsal değerlerle donanmış bir öyküler demetiyle; Saçları Deli Çoruh adlı kitabıyla merhaba dedi okurlarına.
Yoğun emekle yazılmış olduğu dikkati çeken bu öyküler, içerdiği yazın evreniyle, düş ve imge zenginliğiyle okurun yüreğinde derinleşiyor. “Şiirsel anlatımı ve imgeleriyle sözcüklere yeni tatlar ve anlamlar kazandırıyor, anlamı çoğaltarak dili varsıllaştırıyor. Sözcükleri güzelleştirirken dile bilinçle katkıda bulunan bir yazar Kevser Ruhi. Ayrıca, kurmacayı kavramış, öykü tekniklerini epeyce özümsemiş bir öykücü olarak duruyor karşımızda.” satırlarıyla değerlendirmiştim Kevser Ruhi’nin ilk kitabındaki öykülerini. (Cumhuriyet Kitap Eki, 7 Ekim 2004) Yeni kitabındaki öyküler için de benzeri değerlendirmelerde bulunmak olası; ancak bu kez Kevser Ruhi’nin, dil güzelliği ve varsıllığının yanı sıra, epeyce farklı kurmaca tekniklerini de denediğini, yer yer kurgu oyunlarıyla buluşturduğu yaşam gerçeklerinden süzülen unsurları ilk kitabına göre daha ustalıkla değerlendirdiğini söyleyebiliriz. Kehribar Kadınlar’da kadın sorunsalına vurgu yapan yazarın, Saçları Deli Çoruh’ta da yer yer aynı sorunsalı işlediği göze çarpıyor; ancak bu kez asıl izleklerinin insan dramları, yaşamın kırılma noktalarında insanın yaşadığı hüzün ve kederler olduğu görülüyor. Bu hüzün ve kederler, yazarın yer yer mizahi/ ironik tatta anlatımlarıyla çevreleniyor. Karmaşık, yoğun duygular ve yaşamsal karşıtlıkların oluşturduğu anlatısal yapılanmalar, gerçek bir insanlık durumunu çoğaltıyor bu öyküler buluşması içinde.
Günümüzde öykü sanatının eğilimi, birtakım olayları dolayımsız anlatma değil, bireye odaklanma ve yaşamın içinde yer alan bir kesitte bireyin dramını verebilme yönündedir. Bu dramın kaynağında, toplumsal sistemin araçlarıyla kuşatılmış ve varoluş kapanına kıstırılıp kalmış bireyin sancılı durumu yer alır. Kişi, bu duruma karşı koymaya çalışır ve birtakım tepkiler verir. Öykülerde yansıtılanlar, işte bu insanlık durumudur. Öykülerin dramatik yapısı, bu durum üzerine kuruludur. Kevser Ruhi’nin söz konusu insanlık durumlarına ne denli kırılgan ve ince bir duyarlılıkla sokulduğu, onları ne denli içtenlikli bir bakışla ve yoğun duygudaşlıkla işlediği gözlerden kaçmıyor. Kitabın başındaki öykülerde ‘zorunlu ayrılıklar tragedyası’na dikkatimizi yoğunlaştırıyor Kevser Ruhi. Çok yıllar önce, Doğu Karadeniz’le Gürcistan arasındaki sınırın (Sarp köyünün ikiye bölünerek) ilgili devletler tarafından kesin bir biçimde belirlenmesi üzerine kesintiye uğrayan insan yaşamlarını, zorunlu göçleri, bölünen aileleri, insanların derin özlem duygularını; kararsızlıklarını, ayrılıkların iç acıtan gerçeklerini, bireylerin iç dünyasına odaklanmış gözlem gücü ve duygu yüklü anlatımla dile getiriyor. Gitmek ve kalmak arasında tökezleyenlerin, kaldıklarında aklı “öte yaka”da kalanların, gidince yeni yerlere uyum sağlayamayan yaşlıların ya da çocuk yaştakilerin sıkıntılarıdır göç yollarının buluştuğu gerçekler. Bu sancılı coğrafyada bütün yaşananları kucaklayan bir tek sözcük vardır; o da özlem’dir; sıla özlemi ya da gidenlerin özlemidir bu. Orman Sustu’da eşi- çocuğu ya da anne- babası arasında seçim yapmak zorunda kalan genç kadının iç çelişkilerinin labirentlerinde dolaşıyoruz. Öyle bir an geliyor ki ülke sınırlarından aklın sınırlarına geçiş yapıyoruz: İçindeki yoğun çatışma sonrasında, delilik noktasının çok yakınındaki acı bir kahkahayla kararını veriyor öyküdeki genç kadın. Karşı Yaka’da da “kurda kuşa sökmeyen sınır çizgilerinin insanlar için acımasız bir yasağa dönüşmesi” anlatılıyor. Sevinçlerimden Başka Hiçbir Şey, Karşı Yaka’nın devamı gibi görünüyor ya da birbiri içinde süren iki öykü diyebiliriz onlara. Hatuna Hala’nın dramını anlatan satırlarda: “Sınırlar kapandı. O orada kaldı, biz burada. Dedem götürdü orada gelin etti, ben de gittim dün toprağa verdim Hatuna Hala’yı.” (s.33) diyor, öyküdeki Halit. Sevinçlerimden Başka Hiçbir Şey adlı öyküde düğün ile cenaze anılarını art arda ya da parçalı biçimde aklından geçiren anlatıcı, kendi düğünündeki bazı komik olayları anımsayıp gülmeye başlıyor; “Nasıl bir gülmek bizdeki… Ağlamak bile sayılabilir.” (s.42) derken bir yandan da içinde yaşadığı an’a ait cenaze gerçeği karşısında derin bir acı duyumsuyor. Zamanlar iç içe geçip kırılıyor; bir filmin düğün ve cenaze sekansları karışıyor sanki. Sonuç tam bir insanlık komedyası oluyor; an’ların içinden parça parça acılar geçiyor ve komedyanın trajediye dönüşmesi gerçeği karşısında ürperiyor içimiz. Bu öyküde mizahın ince ince işlenmesine, yaşamın insanı gülümseten karelerinin cenaze anları içine sızmasına; kısacası yaşam diyalektiğinin o dramatik gerçekliğine tanık oluyoruz.
Kevser Ruhi’nin belirli bir karaktere yaslanan, ‘karakter ağırlıklı’ öyküleri de var bu kitabında. Sözgelimi, Delimemet öyküsünde aynı adı taşıyan karakter, yaşamının bir döneminde aniden karşısına çıkan acı bir sürpriz (deprem) ile dengeleri alt üst olan bir insanın dramını içselleştiriyor. Bu öykü, okuru gülümsetirken bir anda hüzünlü yaşlar dökmesine neden olabiliyor; insanı bir duygudan öteki duyguya alıp götürüyor. Aynı anda hem hüznü hem de gülmeceyi duyumsatabilmek, özel bir öykücü yeteneğini ve yaşamı iyi gözlemleyen bilgece bir bakışı gerektiriyor. Yaşamın acı-tatlı öykülerden oluşan bir toplam oluşunun; insan hallerinin yarattığı çelişik gerçekliğin, yaşamın özünü oluşturduğunun bilinci ve farkındalığı, bir öykü yazarı için önemli meziyetler arasında yer alıyor. Aynı yaşam felsefesi, Seyran adlı öyküde de kendini gösteriyor. Seyran; tatlar, kokular, dokunuşlar ve anılardan oluşan uzun bir ömür içinde yapayalnızdır. Gidememek, ölememek, düşlerle yaşamaktır onun gerçeği.
İkramiye bir 12 Eylül öyküsü. Yaşanan olayların yarattığı travmatik durumların anlatıldığı bu öyküde iç içe iki kurgu katmanı yer alıyor. “Gerçek” ile kurmacanın, metnin içinde buluşarak birbiri içinde sürmesi olgusunun bir üst gerçeklik yaratması durumu, farklı bir kurgusal deney ya da kurgu oyunu olarak ilgi uyandırıyor. Özellikle öykü kişisinin gerçekliği bağlamında ilginç sürprizlerle karşılaşılabiliyor. Sonrası Kül, yazarın kendi anılarından yola çıkarak onları yepyeni bir gerçeklik içinde dönüştürdüğü, yeniden yarattığı bir öykü. Yaşamın kırılma noktalarındaki insani dramlar burada da karşımıza çıkıyor. Ölüm döşeğindeki babasını son kez görmeye gelen öykü kişisi, öykü anı içinde zamansal olarak sık sık geriye dönüyor; anıları içinde babasının sağlıklı ve çalışkan hayali gözünün önünden gitmiyor. Sobadan görünen alevlerin dansı onu çocukluğuna götürüyor: “Sobanın alevleri kış gecesinde bakıp bakıp masallar uydurduğu güzellikte değil(…)Oysa bu alevlerin gülümsemesi, hatta kahkahası vardı. Alevler konuşurlar, cilveleşirler, sarılıp sarılıp ayrılırlardı. Yarattığı hayal dünyasında alevlerin kol kola girip bir eğlenceye gittiklerini düşünürdü.” (s.75) Alevlere ve ateşe çocuk dünyasındayken yüklediği mutluluk imgelerinin ölümün soğuk rüzgârıyla sönmesi, her şeyin babasından sonra küle dönüşmesi… Kevser Ruhi Sonrası Kül’de kısa öykünün bir gereği olarak, sözcüklerin birkaç fırça darbesiyle canlı, etkili, çarpıcı ve işlevsel betimlemeler kullanıyor: “Sabahın çok erken saatleri. Kasaba, soğuk havada yatağından çıkmak istemeyen, uykusuna doymamış bir çocuk gibi mahmur. Sokaklarda başıboş birkaç köpek, duvar dibine sinmiş kediler ve bisikletleriyle gece vardiyasından dönen işçilerden başka kimse yok.”(s.71) Betimlemeler konusundaki tutumunu kitabın tümündeki öykülerde de sürdürüyor. Herkes Gibi, çocukları herkes gibi olmayan; zihinsel engelli olarak nitelenen iki annenin dünyasını buluşturan bir öykü… İki kadının kesişen yazgıları, yaşadıkları yoğun keder duygusu, kocalarıyla çelişkileri ve ardından gelen ayrılıklar… Babaların, sorumluluğu omuzlayacak kadar güçlü ve özverili olamayışları, kaçış psikolojileri… Annelerin “çocuğum benden sonraya kalmasın” dileğindeki o umarsız, o derin anlam… Bu noktada Tomris Uyar’ın,“Kısa öykü tek başınalığa dayanan kişisel bir sanattır. İnsanoğlunun yazgısına yöneltilmiş içli bir çığlıktır.” sözünü, öyküyle yaşamı buluşturan tüm gizemi içinde anımsıyoruz. Sessizce Kırıldı Kanatları, ruhu bedenine sığmayan, kendi bedeni odada, bir kanepeye mahkûmken hayalleri başka yerlerde koşan bir gencin dünyasına bir spot ışığı tutuyor. “Hayal kelimesi, ufacık bir işaretle, küçük bir dokunmayla hayatın kendisi oluveriyordu işte. Hayal ve hayat... Sınırsız özgürlük ve sınırlı yaşam… Hayal kelimesinin en son harfine eğik, kısa, düz bir çizgi atılması…” (s. 104) Bu da başka bir insanlık durumunun öyküye dönüşmesi…
Şehrin Onaran Elleri, yaşadığı derin mutsuzluğu unutmak için Avrupa’da bir kente geziye giden kadının, ülkesinden göç etmiş bir siyasi sürgünle tanışması ve sonrasında yaşadığı güzel duyguların şiirsel öyküsü. Yanlış Öykü, deneysel bir çalışma olarak ilgi uyandırıyor. Hiç yazılmayan, hiç yaşanmayan, mekânsız, zamansız bir öykünün öyküsü bu. Şiirsel dille dokunmuş öykü yazma süreçleri, farklı bir görme biçiminden aktarılıyor. Kitabın en dikkate değer kadın odaklı öyküsü Bir Kabul Günü Fotoğrafı adını taşıyor. Evin sınırları içindeki dar yaşamlarına hapsolan ev kadınlarının “yalnızca iyelik ekleriyle” mutlu olma psikolojileri başarıyla yansıtılıyor bu öyküde. Sormayan, sorgulamayan, dümdüz ve sıradan yaşamlarının boşluğundaki o kabul gününde çoğalttıkları dedikodular ve dedikodu sonrası adeta bir ritüele dönüşen göbek dansları… Bazılarının çıkara dayalı, göz boyayan ilişkileri… Bu öykünün asıl ilginç yönü, yazarın öyküye daha en başından dahil olması, yazdıklarının içinde yer alacağını dile getirmesi. Yazar, ‘yazar’ı şöyle tanımlıyor: “Yazar; işi ‘yazmak’ olmayanlara göre çok daha zor yazan, her paragrafta ömrü tükenen, yazmaya başlayınca kendisiyle kavgası başlayan talihsizin biridir.” (s.153) Yazar, öykünün bitimine doğru okura sorar: Kendisi bu öykünün neresinde gizlidir? Okurla oynanan bir kurmaca oyunudur bu. Öykü karakterlerinden hiçbirinde kendi izini taşımadığını söyler yazar; kendisinin bir eşya; sözgelimi odanın köşesindeki o fiskos masası olup olmadığını bile sorar bize. Şöyle der: “Yazar yalanlar söyler. Gerçeği alır, sizin gerçeğiniz olmaktan çıkartır, paramparça eder, parçaları kafasına göre birleştirir, kendi gerçeğini yaratır. İnandırır. İnanmadığı sözler de söyleyebilir ama onları yazdıktan sonra hem kendi inanır hem sizi inandırır.” (s.154) Giorgio Manganelli’nin Düzyazının İnce Sesi’ndeki deyişiyle; “…aldatan biridir yazar. Peki, kimi aldatır? Bu noktada aldatanın kurnazlığı geri teper: Çünkü simyacı ve yıldızbilimci gibi, yazar da her şeyden önce kendi kendini aldatır. Delilikle deha yakın akrabadırlar.” Sonuçta yazar, kendini bu öyküde yer alan öyle ilginç bir varlık olarak gösterir ki, Kevser Ruhi’nin mizahi çekim gücüne takılıp kalırız; ironi doruğa çıkar o noktada. Metnin/ve toplumun içinde yazarın öneminin/önemsizliğinin yeniden sorgulandığına tanık oluruz…
Son öykünün adı Başlangıç… Başa dönüyor öykü, başa dönüyor kitap; büyülü bir masalsı döngünün içinde yer almanın heyecanını duyumsuyoruz okur olarak. Saçları Deli Çoruh öyküsü başlıyor Başlangıç’ın içinde. Önce küçük küçük sürprizlerle ilerliyor öykü; ilk başta cinsiyeti verilmeyen Eren’in erkek olduğunu anlıyoruz sözgelimi. Reklam yazarı Eren’in e- posta adresine, gizemli bir kadından gelen parça parça metinlerle, dedesinden kalan günlükteki anı parçaları birbirine ekleniyor. Bir de Eren’in yaşamının içindekiler var; pembe bir zarfla gelen paragraflar… Sanal dünyadan gelip gerçekliğin odağına düşen iletilerden ve yaşamdan gelenlerden oluşan parça parça öyküler ya da öykü parçaları… Sanal gerçekle hakikatin buluşma noktaları; bu noktaların bileşimiyle oluşan, bütünleşen, büyülü bir ‘tek öykü’… Bir masal gizemi içinde yepyeni bir kitabın oluşumu… Günlükteki “Saçları deli Çoruh gibi avuçlarıma dökülen kadın” dizesinden ortaya çıkan yeni bir yazınsal güzellik: Saçları Deli Çoruh adlı öykü ve kitap…
Saçları Deli Çoruh kitabında Kevser Ruhi, okuru öykü metinlerinin içindeki birçok kurmaca oyununa çağırıyor; dili imgelerle genişletip yeni anlamlarla çoğaltıyor; hepsinden önemlisi, insanın dramatik durumlarına odaklanarak, yaşamdan beslenen ve yaşamın sanatsal anlamda dönüştürülmesi sürecine katkıda bulunan öyküler yazdığını kanıtlıyor.
Hülya SOYŞEKERCİ
CUMHURİYET KİTAP EKİ 20.08.2009

26 Temmuz 2009 Pazar

“NE OLURSA OLSUN BİRBİRİMİZİ TERK EDECEĞİZ”




( Fazladan Bir Gün, roman, Fabio Volo, Çeviren: Sevcan Tutan Panaioli Pupa Yayınları, , Temmuz 2009,
304 s, 17 TL )
Aktör, müzisyen, radyo TV programcısı ve İtalya’nın çoksatanlar listesinden inmeyen bir edebiyatçı olan Fabio Volo, Türkçeye ilk çevrilen romanı Fazladan Bir Gün ile ülkemiz okuruna merhaba diyor. Sevcan Tutan Panaioli’nin çevirdiği roman, günümüz dünyasında insan ilişkilerini, sevgiyi, aşkı; çocukluk sarsıntılarının izlerini taşıyan insanların sancılı ve çelişkili durumlarını; toplumun insan ilişkilerine müdahalesini, baskısını ve ikiyüzlü tutumunu sorguluyor ve modern insanın iletişimsizliğini gözler önüne seriyor.
Yazarın bu zorlu temaları inanılmaz bir ironi, keyifli ve mizahi bir dille harmanlayarak işlediğine tanık oluyor; her sayfayı ilgi ve merakla okurken derinlikli bir sevgi kuramının içinde yol aldığımızı fark ediyoruz. Fazladan Bir Gün, sık sık gülümseten bir roman; bir o kadar da düşündüren, heyecanlandıran, aşkın ve insan ilişkilerinin yeniden gözden geçirilmesini sağlayan, yaratıcı ve esinleyici bir yapıt olarak dikkat çekiyor.
Fazladan Bir Gün, Paris’te, tüm yaşamını değiştirecek bir randevu için bekleyen genç adam Giocomo’nun, kentte gezerken yaşadıklarını anlatmasıyla başlıyor. İçeriği oluşturan tüm olay ve durumları romanın anlatıcısı Giocaomo’nun bakışıyla algılıyoruz. Naif, komik, titiz, çocuksu, ironik bir anlatıcı var karşımızda; onun anlatımıyla gülümsüyor, heyecanlanıyor; benzetmeleri karşısında şaşkına dönüyor; dikkat ettiği ayrıntılara onunla birlikte odaklanıyoruz. Günümüz metropol insanının yaşadığı iletişimsizliğe ve anlamsızlık duygusuna ironi ve mizahla katlanma gücü karşısında Giocomo’ya yakınlık duyuyoruz.
Paris’teki o bekleme anları sürerken, romanda sessizce geriye yolculuk yapıyor, İtalya’da bir kente gidiyor ve kahramanımızın tekdüze yaşamına renk katan tramvaydaki kızın varlığıyla birlikte, bir aşk öyküsünün içinde buluveriyoruz kendimizi. İşe giderken tramvayda gördüğü ve bir anda olağanüstü biçimde çekimine kapıldığı, adını bile bilmediği genç kız ile uzun süre cesaret edip konuşamaz Giocomo. Gece gündüz bu genç kıza takılmıştır aklı; ama onunla tanışmak için ilk adımı atamaz bir türlü. Kız, tramvayda ya kitap okur ya da elindeki deftere bir şeyler yazar. Her sabah devam eder aralarındaki bakışma ve gülümseme… Konuşmaksızın kurulan kentsel bir iletişimdir bu; yabancılaşmış bireyin açmazlarını taşırlar yüreklerinde. Dokunmakla dokunmamak, konuşmakla konuşmamak arasında gidip gelir genç adam. Bir gün kız, eldiveninin tekini tramvayda unutur, Giocomo hemen alır ama bir türlü geri veremez. Sanki bir suç işlemiş gibidir; günler geçtikçe, eldivenin kendisinde kalması ona daha uygun gelir. Bu durum aylarca sürüp gider, nihayet bir gün genç kız onunla konuşur ve birlikte kahve içmeye çağırır. Genç kız (Michela) o gün İtalya’dan ayrılacak ve New York’ta yeni işine başlayacaktır. Ancak, art arda gelen yanlış anlamalar nedeniyle her şey yarıda kalır.
Aklı genç kızda kalan Giocomo, aylar sonra en yakın arkadaşının yüreklendirmesi ile New York’a gider. Michela’yı telefonla aradığında, genç kız, ertesi gün iş çıkışında onu karşılamaya gelmeden önce, bir yere emanet bıraktığı paketi açmasını ister. Pakette Michela’nın günlükleri vardır ve tramvayda yaşadığı duyguları içtenlikle satırlara dökmüştür. Böylece aralarında yepyeni dengeler oluşmaya başlar. Michela onu büyük bir özlem ve içtenlikle karşılar; sevgileri inanılmaz yoğunluktadır. Michela birlikte bir oyun oynamayı önerir. Dokuz gün boyunca yoğun, içten bir nişanlılık yaşayacaklar ve süre bittikten sonra kesinlikle ayrılacaklardır. “Ne olursa olsun birbirimizi terk edeceğiz” der Michela. Sayılı günler vardır önlerinde. Her günün bitiminde sevginin, aşkın, özgürlüğe ve içtenliğe dayalı, yüce ve güzel duygular olduğunu daha derinden fark ederler. Her şey dürüstçe yaşanmaktadır; ikisi de birbirinden hiçbir duygu ve düşüncesini gizlemez. Her gün biraz daha anlam ve değer kazanır aşkları; çünkü anlamışlardır ki “aşk özgürlüğün çocuğudur” ve evrendeki güzellikler sevgi-özgürlük denkleminde yer alır.
Anneannesinin hastalanması haberi üzerine Giocomo süre dolmadan bir gün önce alelacele İtalya’ya dönmek zorunda kalır. Her şey sona ermiştir. Şimdi aşkını ve yaşamını yeniden gözden geçirme, irdeleme, yorumlama ve anlama zamanıdır. İçi çelişkilerle doludur, Michela’ya özlemi her gün biraz daha büyür; ama söz verdiği için dönmesi olanaksızdır. Michela’nın ilişkide her türlü zorlama ve baskıya, özgürlüğü zedeleyen davranışlara karşı olduğunu anımsar. Bir gün tüm cesaretini toplayan Giocomo, fazladan bir günü daha olduğunu; dokuz günün henüz tamamlanmadığını düşünerek New York’a gider. O fazladan bir gün Michela ile mutlaka yaşanmalıdır. Öykünün sonu, romanın ilk sayfalarında yer alan Paris’teki önemli randevunun sonunda ne olacağına bağlıdır… Roman kurgusunun başa dönmesinin ilginç sürprizler oluşturduğunu belirtmek gerek.
Fazladan Bir Gün’de anlatıcı, çocukluk travmalarının etkilerini görebilen, farkındalıklarla dolu, sevimli bir karakter. Babasının evi terk etmesi, takıntılarıyla çocukluğunu alt üst eden annesinin başka biriyle evlenmesi nedeniyle anneannesinin evinde yaşaması, zorlu deneyimlerdir. Giocomo için yaşam terk’lerden oluşur adeta, o nedenle içi güvensizliklerle doludur. Bu duyguyu aşabilmesi için Michela gibi mucize insanlar gerekir. Çevresindeki ilişkilerin aldatma, aldanma ve güvensizlik ekseninde olması yüzünden kaygıyla örmüştür içindeki dünyayı. Küçük yaşlardan itibaren okumaya ve yazmaya sığınmıştır Giocomo. Başka bir kadın için evi terk eden babasından miras kalan parayla bir yayınevine ortak olmuştur. Calvino’nun okuru gibi aynı anda birkaç kitap okuyan nitelikli okurlardandır. Aslında büyümüş ama içi çocuk kalmış bir insandır. Anlatıcının kendini odağa alıp bütün renk ve gölgeleriyle varlığını sansürsüzce ortaya koyduğu az sayıdaki romanlardan Fazladan Bir Gün. Giocomo, karmaşık ve çelişik ruh hallerini, beceriksizliğini, güvensizliğini, sakarlığını, çapkınlığını, cinselliğini, çocuksu yönlerini, dalgınlığını, dağınıklığını, kuruntularını bütün çıplaklığıyla sergiliyor.
Bu romana damgasını vuran asıl özellik, içtenlik. Kişilerin hem kendilerine hem de birbirlerine içtenliği; bir de anlatıcının okura karşı içtenliği. Modern çağda yabancılaşmış, duyarsızlaşmış, iletişimsizlik girdabında kaybolmuş kent insanlarının gereksindiği evrensel kavramdır içtenlik. Birbirleriyle özgürce iletişim kurmaya çalışan, içtenliği kılavuz edinen iki insanın; Giocomo ve Michela’nın dünyası o nedenle çoğumuza yakın. Yaşadıkları, paylaşım ve özgürlüğe dayalı bir aşktır. Açıklık, netlik, dürüstlük, hesapsızlık, yoğunluk üzerinde ilerleyen bu aşk, arınmış, ağırlıkları azalmış, hafiflemiş, gerçekten özgür bir ilişkidir. Bir anlamda varoluşsal bir olgudur. Romanda şöyle konuşur Michela: “Birlikte olduğun kişi hakkında öğrenebileceğin maksimum şey, kendin hakkında öğrenebileceğin maksimum şeydir. Bu yüzden bir kişiyle samimi bir ilişki yaşamak önemlidir. Çünkü varoluşun bilgisine yönelik bir yolculuktur bu.”
Terk etme, romanın en gerilimli sözcüğü; kırılma noktası. Bu sözcükten harikalar doğabilecek midir? Fazladan bir güne koşan Giocomo neler yaşayacaktır? Roman sayfalarında gizlenmiş sürpriz yanıtları bulmak okura kalıyor.
Fazladan Bir Gün özgürlük, aşk, birey olma, terk etme psikolojisi üzerinde düşünenlere aşkın içtenlikli hallerine dair keyifli okumalar vaat eden ilginç bir roman.

RADİKAL Kitap Eki, 24 Temmuz 2009’da yayımlandı.

9 Temmuz 2009 Perşembe

EMEL KAYIN'IN ÖYKÜ MİMARLIĞI VE "MEKÂN HİKÂYELERİ"



EMEL KAYIN’IN ÖYKÜ MİMARLIĞI VE “MEKÂN HİKÂYELERİ”
Mimarlık mesleğini yaşama/yazma biçimine dönüştüren Emel Kayın; kitabının girişinde, mimarlığı, dünyayı daha keskin algılamak için sürdürülen imkânsız bir çaba ve yeryüzünde bir konum arayışı olarak gördüğünü ifade ediyor. Bu duyuş ve bakış tarzı, yazdıklarını da biçimlendiriyor.
Emel Kayın’ın öyküleri, ayrı ayrı okunabildiği gibi, bir bütünün anlamlı birer parçası olarak da okunabiliyor. Yazarın kendi kurduğu mekân olan kitabındaki mimari yapıda birçok öğenin parça-bütün bağlamında diyalektik bir sarmal oluşturduğu görülüyor öncelikle. Oğuz Atay’ın, bina oluştururcasına yapıtlarını kurguladığı, en ince ayrıntısına kadar birer tasarım harikası olarak onları önce günlüklerine yazdığı görülür. Emel Kayın da mimarlık- mühendislik mantığından hareket ederek strüktürü oluşturuyor öncelikle. Bir çatı etrafında sarmal oluşturan, tekrarlanan, hareket eden, simetrik duran mimarlık denklemleri yaratıyor. Öyküler bu denklemler üzerine kurulmuş durumda. Tekil öyküler, bütünsel kurguya bağlanırken, yaşamın da birtakım denklem unsurlarından meydana gelen büyük bir denklem oluşu sezgisine ulaşıyoruz. Yaşamın sürmesi, aynen bir bina gibi, bu denklem(ler)in sağlam kalması ile ilgili bir hakikat.
Mekân Hikâyeleri’nde az yazarak öze ulaşmayı amaçlayan yazar, sözcüklere imgeler yükleyerek, metaforlar oluşturarak, alegoriler yaratıp göndermelerden yararlanarak yoğun anlamlar yaratıyor. Mimari yapıtlardaki ritim duygusunu, cümle, sözcük ve ses tekrarları bağlamında metnine eklemlendiren Emel Kayın, böylece şiire yakın duran, özlü metinlerle merhaba diyor.
Taşıyıcı özün(strüktür) bilinçli ve dikkatli kurulumunun yanı sıra, felsefi derinlikler ve okurda çoğalan anlamlarla zenginleşen öykü metinleri hem aklımıza hem yüreğimize sesleniyor. Öykülerin esinleyen metinler oluşu; okuyanda yazılar yazmak, şiirler yaratmak için esinler uyandırması, onları daha etkili kılıyor. Bu öykülere sesten çok sessizlik egemen; boşluklar epeyce yer kaplıyor. Sessizlik, okurun iç sesinde çoğalırken, boşluklar okur tarafından yaşam/anlam alanlarıyla dolduruluyor. Mekân Hikâyeleri’nde insana ait pek çok ayrıntıyı dillendiren yazar, özellikle bireysel ve toplumsal korkuları irdeleme ve anlatımda oldukça etkili: “Korku, korkulanın ve korkulacak olanın yüzünü gördüğüm anda bitti. O da korkuyordu.” (s.73) Zamansız ve mekânsız görünse de öykülerinde yaşadığımız döneme, topluma, dünyaya dair pek çok ileti ve yorumlamalarını dile getiriyor, irdeleme ve sorgulamaların kapılarını açıyor Emel Kayın. Başka bir zamanı anlatır göründüğü öykülerinde bugüne, yaşadığımız dünyaya göndermeler yapıyor.
Kitap, dört ana bölümden oluşuyor: Zaman Hikâyeleri, Kent Hikâyeleri, Ev Hikâyeleri, İnsan Hikâyeleri. Yazara göre bu dört ana unsur aynı zamanda birer mekân olarak var oluyor: “Zaman, bir mekândı. İstenildiğinde zamansızlıktan kaçılıp içine saklanılan...” (s.11) diyor. Modern insanın kentlerdeki yaşamını “Uzun zamandır kendisinin, kentin sokaklarında yürüyen bir kum saati olduğunu düşünüyordu. Sürekli baş aşağı dönen ve akışını tekrar eden.” (s.34) diye anlatırken kentin kum saatine benzettiği insanın tekdüze yaşamına işaret ediyor. Dağ gibi çöp yığınlarını, sürekli tüketen ve kirleten insan gerçeğini gösteren yazar, ev hikâyelerinde evin insanla anlam kazanan bir mekân oluşuna vurgu yapıyor. Bir evde insan soluğu, insana ait titreşimler ve yaşam enerjisi duyumsandığında orası sıradan bir mekân olmaktan çıkıyor, gerçek bir ev halini alıyor. İnsan hikâyelerinde yazar insanın iç çelişkilerine, kendi içinde oluşturduğu labirentlere, yıkamadığı için mutsuz olduğu, görünür ya da görünmez duvarlara dikkatimizi toplamamızı sağlıyor. En zorlu durumların anlatıldığı öykülerde bile bir çıkış yolunun gösterilmesi, umut ışığının en karanlık labirentleri aydınlatması ve açmazları çözmesi; yazarın yaşam karşısındaki olumlu duruşunu ve insana güvenini temsil eden örnekler olarak var oluyor.
Emel Kayın, bu kitabında deneysel edebiyat köprüsünden geçiriyor bizleri. Türler arasında kesin sınırların ortadan kalktığı, klişelerin ve şablonların aşıldığı deneysel edebiyat anlayışı, var olan formların aşılmasıyla ilerleyen bir süreç. Yazınsal yaratıcılık, böyle bir edebiyatın içinde filizleniyor ve gelişiyor.
Kitapta yer yer masal tatları alıyor olsak da masallar yanılsaması içinden yaşadığımız hakikatler evrenine pencerelerin açıldığını görüyor; zamansızlık anlatılırken zamana, mekânsızlık anlatılırken mekâna vurgu yapıldığını duyumsuyoruz. Astrofizikçi Hubert Reeves, “Boşluk, bakışımın biçimini alıyor” der bir kitabında. Emel Kayın da boşluğa anlam kazandıran insani ve bilgece bir bakışla yazmış öykülerini.
Sonuçta Mekân Hikâyeleri, somut ve soyut mekândaki sevgisizliğe, adaletsizliğe, korku kültürüne, kazanma hırsına, ötekileştirmeye, anlamak için çaba göstermemeye, yılgınlığa direnmeyi öneren ve yeni-iyi başlangıçlar yapma umudunun hayatın içinde saklı olduğuna inanan bir kitap. Bu kitaptaki öyküleri okurken yaşadığımız mekânlara bilinçle bakıyor; yaşamı yeniden keşfe çıkıyoruz.

(Emel Kayın, Mekân Hikâyeleri, 84 Sayfa, Kanguru Yayınları, Eylül 2008)

(04.07.2009 EVRENSEL’de yayımlandı.)

24 Haziran 2009 Çarşamba

İZMİR’DE 107 YILLIK ŞEKERCİBAŞI




Geçmiş günlere duyduğum bir özlem, adımlarımı tarihi Kemeraltı Çarşısı’na doğru götürüyor. Yakıcı sıcaklar, caddenin parke taşlarından yüzüme yansıyor. Her gün Körfez’den esen rüzgâr bugün esmeyi unutmuş gibi. Temmuz ateşinde kavruluyor İzmir. Satıcıların sesleri yükseliyor caddede. Seslere takılan bakışlarım, onlarla birlikte yavaş yavaş yukarıya doğru çıkıyor. Yüzyıllık cumbalı binalar dikkatimi çekiyor ileride. Buram buram bir temmuz öğle sonrası… Soğuk bir şeyler yeme ve içme ihtiyacı duyuyorum. Sağda Şekercibaşı Ali Galip’in çeşit çeşit dondurmaları, limonatası, karadut şerbeti gözüme ilişiyor. Ferah bir serinliğin beni çağırdığını duyumsuyorum. “Kuruluş 1901” yazıyor tabelada. Bir yandan da raflardan birinde gördüğüm renkli, yaldızlı kâğıtlara sarılı, şemsiye biçiminde çikolatalar, çocuksu bir sevinçle dolduruyor içimi. “Burada durup kısa da olsa bir mola vereyim.” diyorum.
Konak’tan tarihi çarşıya girişte, İzmir’e 107 yıldan beri hizmet veren Şekercibaşı Ali Galip firmasının olduğu yapı, geçmiş zamanlardan günümüze merhaba diyor. Köşedeki bu büyük yapının yan tarafında bulunan Ali Galip’in pastane ve satış mağazasından içeri giriyorum. Tezgâh üzerindeki pirinç kapaklı akide şekeri kavanozları ışıltıyla göz alıyor. Lokumlar, şekerlemeler, tatlılar, pastalar… Raflara dizili renk renk kadife kutular, yaldızlı rafya şeritlerin ışıltısı… Bazı kadife şeker kutularının kalp şeklinde olması, bir zamanlar “hayırlı bir iş için” yapılan ziyaretlerde armağan olarak götürülen şekerlemeleri çağrıştırıyor… Gelenekler yavaş yavaş çözülüyor. Çocukluğumuzun düşlerini süsleyen rengârenk şemsiye çikolatalar, kırma çikolatalar, ambalajının üzerindeki zenci kadın imgesiyle bizi uzak ülkelere götüren sakızlar… Geçmişe özgü pek çok ayrıntıyı burada görüyor ve o yitik zamanları yeniden düşleyebiliyoruz. Sonradan öğrendiğime göre bu kırma çikolatalar yalnızca İstanbul’daki ünlü şekerlemecilerde varmış; bir de burada. Lokum çeşitleri de geleneksel tatların güzelliğini anımsatıyor. Güllü lokumlar bana anneannemi çağrıştırır çoğu zaman. Gül yüzlü, gül kokulu anneannemin en sevdiği lokum çeşidiydi. Bayramlarda elini öpmeye gittiğimizde gül kokusuyla gelen mutluluk, ağzımızda şeker tadıyla buluşurdu. Bu, bana mutluluğun tadı gibi gelirdi. Şekerciliğin bir de bu yönü var; şekercilik, çoğu zaman mutlu günleri paylaşır insanlarla. “Tatlı yiyelim tatlı konuşalım.” sözü boşuna değildir. Sevdiğimiz kişiler ya da durumlar için “şeker gibi” deriz. Şeker tadıyla anlam kazanan ne çok deyimimiz vardır Türkçede.
Ali Galip Pastanesi iki kattan oluşuyor. Alt katta satışa ağırlık veriliyor; üst katta ise duvarları aynalarla dekore edilmiş bir salon var. Oturup soluk alabileceğimiz, ailece gelebileceğimiz bir mekân izlenimi bırakıyor. Biraz ötedeki masada yaşlı bir adam ve torunu dikkatimi çekiyor. Torun, dondurmasını keyifle yerken, cıvıl cıvıl bakıyor dedesine. Öteki masalardan birinde bir genç kız ve delikanlı var. Fısıltılı bir sesle kim bilir neler anlatıyorlar birbirlerine? Yürek kıpırtılarını yalnız ben duyuyorum…

Tarihten Sayfalar

Firmanın tarihiyle ilgili bilgileri Mustafa Irmak ‘tan alıyoruz. Kurucusu Ali Galip’ten bu yana gelen dördüncü kuşaktan olduğunu belirtiyor. Ali Galip’in, Mustafa Bey’in babasının dayısı olduğunu öğreniyoruz. Firma 1901’de kuruluyor. Ali Galip ve ailesi aslen Bursalı… Bursa’da şekercilik işine başladıktan sonra İzmir’e geliyorlar.
O yıllarda Kemeraltı Şekerciler Çarşısı’ndaki meşhur Rum şekerci Çatalsakal’la rekabete başlamış Ali Galip. Onun dükkânının karşı köşesinde hizmete açmış kendi dükkânını. Meşhur olmasına, biraz da bu rekabet sebep olmuş. Çatalsakal 1922’de Yunanistan’a gidince Ali Galip, şekercilik alanında İzmir’de tek kalmış. 1936’daki yangından sonra firma şimdiki binasına geçmiş. Bu bina şu anda aynen duruyor. Binanın öteki bölümünde bir banka hizmet veriyor… Kendi ailemin şekercilerinin İkinci Dünya Savaşı yıllarında şeker sıkıntısı nedeniyle işlerinin bozulmasını, hepsinin yavaş yavaş memuriyete geçmelerini kırk yıllık bir söylence gibi dinlediğim için, Mustafa Bey’e de savaş yıllarının firmaya olumsuz etkisi olup olmadığını soruyorum. Kendisinden dinlediğime göre 1940’lı yıllarda şeker karneye bağlanınca İzmir’de ve firma düzeyinde ticaret durmuş; ekonomik sıkıntı çekilmiş ama her şeye karşın, köklü bir çınar gibi yaşama tutunan Ali Galip firması, ayakta kalmayı başarmış…
Şöyle devam ediyor Mustafa Bey: “İzmir’in en ünlü simaları, Elhamra ve Konak Sineması’nda film başlamadan önce buraya gelirlermiş. Sinema çıkışında da oturanlar olduğu için pastane o yıllarda 11.30’a kadar açık olurmuş.” Uzun yıllar boyunca pastaneye gelen ünlüler arasında Adnan ve Berrin Menderes dikkat çekiyor. Adnan ve Berrin Menderes ilk olarak bu pastanede tanıştırılmışlar. Binanın dâhil olduğu adanın Berrin Hanım’ın ailesi Evliyazadeler’e ait olduğunu öğreniyoruz. “Tanju Okan bir dönem bu mekâna sürekli gelen ünlülerdendi. Perran Kutman ve Müjdat Gezen de İzmir’e geldiklerinde buraya mutlaka uğrarlardı. Yıldız Kenter, badem ezmesi almaya gelirdi. Tiyatrocu Sururilerin hepsi, başta Gülriz Sururi olmak üzere buraya gelirlerdi.” diye anlatıyor Mustafa Bey. Bu arada ünlü aktörlerden Turgut Özatay ve Yusuf Sezgin’in burada çalışmış olduklarını öğreniyoruz. “1974’te Turgut Özatay geldi, babamın elini öptü. ‘Babana iyi bakıyor musun ?’ diye sordu bana. Onun meşhur olduğunu babama söylediğimde, ‘çırakken çok fiskemi yedi.’ dedi. Epeyce şaşırmıştım. Yusuf Sezgin, Kahramanlar semtinin çocuğuydu. Babam ‘tembel olduğu için o da çok fiske yedi.’ dedi ayrıca.” diye anlatan Mustafa Bey, insanların günümüzde günlük, hatta saatlik yaşadığını belirterek şöyle devam ediyor: “Eskiden bir pastane keyfi, pastane kültürü vardı. Şimdi öyle değil. O yıllarda anlayış farklıydı. Kemeraltı’nın insanları efsane oldu. Günümüzde büyük alışveriş merkezlerindeki modern kafelere gitmeyi tercih ediyor insanlar.”
“Ali Galip Pastanesi’nin meşhur mamulleri arasında, badem kurabiyesi, limonata, supangle en ünlüleri. Kırma çikolata, şemsiye çikolata… gibi ürünler nostalji yaşatmaktadır.” diyen Mustafa Bey, kaliteyi korumak adına birçok ayrıntıya çok eskiden beri dikkat ettiklerini, bunun firmanın başta gelen ilkesi olduğunu belirtiyor. “Malzemenin iyisi kullanılmakta. İnsanlar buraya güvenle gelebilir. Lezzetten ödün vermemek için antepfıstığının iç kabuğunu bile çıkarıyoruz.” diyor.
Esnaflar arsındaki diyalog açısından, günümüzde eski durumun kalmadığını öğreniyoruz. Çünkü çevrede bulunan bütün eski esnaflar birer birer dükkânlarını kapatmışlar: “Karakaş, Nermin, Çatalkaya, Mustafa Şık gibi mağazalar kalmadı. Altın Damlası kolonyasıyla ünlü S. Ferit Eczacıbaşı’nın mağazası da yok artık. Eski komşuluk da yok. Yan tarafımız simit sarayı oldu. Öteki taraf da banka binası.” diyerek duygularını dile getiren Mustafa Bey’e 110. Yıl için neler planlandığını sorduğumuzda şu yanıtı aldık: “110. Yılda bir şenlik düşünüyoruz. Tarihsel havayı yaşatan bir dekorasyon da projelerimiz arasında.”
Kemeraltı’nın büyük alışveriş merkezleri açılınca zayıfladığını söylüyor Mustafa Bey. Ancak, onun yeğeni olan, firmanın genç kuşak temsilcisi Mert Bey ise “Kemeraltı ölmez aslında.” sözüyle dile getirdi düşüncesini. Çeşitli restorasyon ve düzenleme çalışmalarıyla eski ile yeninin uyum ve denge içinde yaşayabileceğine, Kemeraltı’nın eski havasına yeniden kavuşabileceğine inanan ve gençliğin umudunu taşıyan bu yeni kuşak temsilcisinin de çalışmalarıyla, firmanın daha uzun yıllar İzmir kentine hizmet sunacağından eminiz.

Hülya SOYŞEKERCİ
hulyasoysekerci@yahoo.com

İZMİT TARİH VE TOPLUM DERGİSİ 2. SAYIDA (EYLÜL 2008) yayımlandı.

13 Haziran 2009 Cumartesi

DİPNOT KİTAP KULÜBÜ







İyi okurlar için güzel bir site

http://www.dipnotkitap.net/







Şiirsel Denemeler

Hülya Soyşekerci’nin Yazarlar ve Yapıtlara Yönelik Okumalar adlı kitabı üzerine notlar

Eren Arcan - 9 Haziran 2009

Yazarlar ve Yapıtlara Yönelik Okumalar adlı kitabında Hülya Soyşekerci güncelerinden yola çıkarak, edebiyat ve sanat ile ilgili kişisel bilgilerini, düşüncelerini, görüşlerini çok zarif bir şiirsellik içinde yazıya döküyor.

“Yaşanmışlıkların tortusu” olarak kabul edilen güncenin yapısının gerektirdiği açık yüreklilik ve samimiyetle, bir perde arkasına saklanmadan, kişisel yaşantısını ortaya koyuyor ve buradan hareketle yazarlara ve yapıtlarına göndermeler yaparak güncelin etkisi ile başladığı kanalda, edebiyatı ve sanatı irdeliyor. Kitabın bölümlerinde, denemelerdeki olağan bilimselliğin getirdiği kuruluk tuzağına düşmeden, somut bilgi ile şiirselliği kaynaştırarak deneme türüne “Şiirsel Denemeler” diye adlandırabileceğimiz yeni bir soluk getiriyor.

Yazar “Kemeraltı’nda Geçmiş Zaman Rüzgârları” adlı bölümde, geçmiş ve şimdiki zaman arasında salınırken, yanlız deneme yazarı değil betimlemeleriyle, kurgusuyla, zaman üzerindeki savlarıyla, aynı zamanda usta bir edebiyat yazarı olduğunu ortaya koyuyor.

“Zamanın kırılma noktalarını buluyorum Kemealtı’nda. O noktalarda varlığını yoğunlaştıran bir “toplumsal zaman” seziyorum. Bu toplumsal zaman, eski eşyalarda yaşayan “kişisel zamanlardan” süzülerek varlığını duyumsatıyor.” (s50)

Hülya Soyşekerci’nin kalemi ile Kemeraltı’nı adım adım sevgi ile geziyoruz.

“Hisarönü’ne geliyorum. Kızlar Ağası Hanı, Çuha Bedesteni önündeyim. Yüzyıllık çınara merhaba diyorum. Çınarın altında küçük bir çay molası... Akşamın son ışıkları... Güvercinler toplanıyor... Rüzgâr dalları titretiyor. Kuru dallarda asılı kalmış birkaç kozalak... Yüzyıllık çınar özünde yeşilliği, tazeliği gizliyor. Bekliyor... Hüznün içinden sevinci, eskinin içinden yeniyi damıtacak. Birşeyleri çoğaltırken kendisi de çoğalacak durmadan. Tıpkı Kemeraltı gibi...” (s54)

Hülya Soyşekerci güncelin çalkantılarından fevkalade etkilenmesine rağmen, umutsuzluğa düşmeden, sanatın koruyucu, birleştirici, paylaşımcı niteliğinin insanları evrensel bir sevgi çerçevesinde birleştirdiğine inanıyor. Uyumsuz, topluma aykırı düşen insanın sanata, yazına, felsefeye sığındığını söylüyor ve geleceğe umutla bakıyor.

“Her şey umutlarda ve gençlerde yoğunlaşıyor. Umutları ve gençleri yanımızdan ayırmadan onların yaratıcılığının öncülüğünde, okyanusa açılan düşsel bir tekneyle ütopyalarımıza doğru sevgi ile yol alabileceğiz... Bilge Karasu en karanlık gecenin en koyu masalının da yırtıldığını; gökyüzünün insana gülümsediğini göstermedi mi bize? Maviliklere selâm olsun.” (s 143)

Yazar kitabında Zweig, Amiel, Pavese, Tomris Uyar, Atay, Sartre, Woolf, Orhan Kemal, Sylvia Plath, Mann, Pablo Neruda, Cortazar, Kafka, Proust, Rilke, Joyce gibi ustalar arasında yolculuk yaparken, edebiyat sevdalılarına hem iyi yazının keyfine varabilecekleri bir eser, hem de sıklıkla başvurabilecekleri bir bilgi kaynağı sunuyor.




YAZARLARA VE YAPITLARA YÖNELİK OKUMALAR

BAHAR VARDARLI

11 Haziran 2009

Hülya Soyşekerci’nin, kendi güncesinin kurgusu içinde, incelemeye aldığı diğer yazarların güncelerine ayna tutarak, onların eserleri hakkında ayrı ayrı yaptığı bir çalışma olan bu kitap, bize Hülya’yı tanıttı. Zaten kendisi de kitabında, “Bence bir yazarı tanımanın en iyi yoludur günlükler,” diyor.

Bilgi, birikim, akıl, çalışma azmi, görevi ciddiye almak, merak, araştırma, sorgulama… Bunlar gibi nice özelliği kişiliğinde barındıran bir yazar Hülya. Böyle bir donanımı edinmek kişinin bilinçli çabasının sonucudur. Bu da yılmadan çalışmak demektir. Güncelerini okurken yazarın kitaplar hakkındaki bilgisinin yoğunluğu okurda hayranlık uyandırıyor. İstekli ve okuma sevdalısı olan okur, “Bunları ben de okumalıyım,” diyor ve telaş içinde kendisi için uzun listeler çıkarıyor.

Duygusal yanına değinecek olursak, Hülya’nın yüreği sevgi, insanlık, anlayış ve umut dolu. Yazılarının her bölümünü umut ışığının aydınlığında bitirmesi bu özelliğinin kanıtı.Onun intihara karşı duruşuna, gençleri geleceğin yaratıcıları olarak görüşüne, ve yaşam hakkındaki yorumlarına aynen katılıyorum.

İfade gücü ve Türkçesi imrenilecek kadar etkili olan Hülya, okuru zorlamıyor, demek istediğini yalın bir dille ifade ediyor. Kullandığı öz Türkçe kelimeler hiç yadırgatıcı değil, hatta bazen insanı bir köşeye not almaya bile teşvik ediyor.

Hülya’nın dikkatimi çeken diğer bir özelliği edebiyatı ve edebiyatçıları çok sevmesi ve katıldığı bu tür birlikteliklerin onda yaşam sevinci oluşturması.

Kendisi eleştiri dalını seçmiş olmasına karşın, bu kitaptaki denemeleriyle onun aslında ne denli iyi bir yazar olduğunu fark ediyoruz. Eleştirilerine devam ederken yazmaya da vakit ayırırsa, bu yeteneğini biz okurlara sunarsa, hem edebiyat dünyamız kazanır, hem de biz okurlar güzel bir Türkçe, güzel bir anlatım ve en önemlisi güzel bir beynin ürünü ile ödüllendiriliriz.