
18 Aralık 2008 Perşembe
14 Aralık 2008 Pazar
FETHİ NACİ’NİN ELEŞTİRİ DÜNYASI (Yazın Günlüğümden)
23.07.2008
Bugün sanat ve edebiyat dünyasından iki değerli insanın ölümü haberi geldi. Biri, çocukluğum boyunca izlediğim yerli filmlerin renkli simalarından, yıllarını tiyatro ve sinemaya adayan Suna Pekuysal; diğeri ise bence edebiyatımızda ‘efsane eleştirmen’ olarak anılacak Fethi Naci. Her ikisinin yitimi derin boşluklar açtı kültürel yaşamımızda. Sanatçıların ölümünde bu derin boşluğu duyumsuyorum, bir uçurum oluşuyor yüreğimde, kapanmayan yara gibi…
24.07.2008
Fethi Naci’nin ardından bir şeyler yazmak o denli güç ki… Yıllar öncesinde yazdıklarını kaçırmamaya, yazdığı dergileri izlemeye çalışır; eleştiri yazılarını dikkatle okurdum. Eleştiri türüne ilgi duymamda Fethi Naci’nin yazılarının hatırı sayılır etkisi oldu. Bana eleştirinin belirli yazınsal/estetik ölçütler doğrultusundaki bir değerlendirme çabası olduğunu, yapıt karşısındaki izlenimlerini dile getirmenin aslında eleştiri olmadığını öğreten kişidir Fethi Naci. Özellikle 1940’lı yıllarda Nurullah Ataç’la kendini gösteren izlenimsel eleştirinin, esas itibarıyla deneme türüne yakın bir yazma biçimi olduğunu, bu yaklaşımın eleştirel yazılardan çok, deneme sınırları içine girdiğini pek çok yazısında ifade etmişti. Sonuçta bir sisteme ve kurama yaslanmalıydı edebiyat eleştirisi. İnsan Tükenmez’den (1956) başlayan eleştiri kitapları serüvenini Yüzyılın 100 Türk Romanı (1999) ve Dönüp Baktığımda (1999) ile noktaladı. Son yıllarında onulmaz bir bellek hastalığının pençesinde yaşadı, pek çok eser oluşturan beyni giderek gücünü yitirmişti ne yazık ki… Aklıma Irish Murdoch’ın yaşamöyküsünden uyarlanan Irish adlı film geldi. İnanılmaz bir acı ve yıkım bu Alzheimer hastalığı, hele Irish Murdoch gibi üstün beyinli, yaratıcı bir insan için…
Fethi Naci, çözümlemeci bir eleştirmen sayılmazdı. Özellikle romanda yoğunlaşmıştı, 1981’de yayımladığı 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Gelişme, çevresinde çok yankılar uyandırdı. Fethi Naci bu kitabında estetik ölçütleri öne alıyor, romanın içeriğinin toplumsal olmasının, ya da içeriğinin zengin olmasının bir romanın başarısı için yeterli olmadığının altını çiziyordu. Özellikle yazarın düşüncelerinin taşıyıcısı olan ‘karton karakterler’in, “toplumsal – gerçekçi” çizgide yazılan pek çok romanın zayıf noktalarından birini oluşturduğunu vurguluyordu. Dönem, kişi, toplumsal çevre, mekân, zaman, dil -üslup gibi unsurların diyalektik bileşiminden oluşan roman estetiğine dikkat çekiyordu. Düşüncelerini daha çok George Lukacs’ın Marksist sanat kuramına ve roman estetiğine göre temellendiriyordu.
Bu eseriyle ilgili olarak şunları yazıyordu: “Kulaktan dolma hazır yargılara aldırmadım; bunun için Yakup Kadri’nin Bir Sürgün’ünün, şimdiye kadar yazıldığı gibi, Paris’teki Jön Türkleri anlatmadığını, Reşat Nuri’nin Yeşil Gece’sinin, şimdiye kadar yazıldığı gibi başarılı bir eser olmadığını belirtmek zorunluluğu duydum; bunun için Firavun’un İmanı ve Gençliğim Eyvah gibi ‘ideolojik’ romanlarını yerdiğim Tarık Buğra’nın Küçük Ağa gibi, Dönemeçte gibi başarılı romanlarını övdüm. Kemal Tahir’in Büyük Mal’ını yererken usta romancılığının ürünü olan Esir Şehrin İnsanları’nı övdüm. (‘Övdüm’ ve ‘yerdim’ derken, ‘değerlendirdim’ demek istiyorum.) Amacım ‘Türk Romanının tarihi’ni yazmak olmadığı için bütün romancılardan söz etmek gereğini duymadım; yaptığım bölümlemeye göre beni ilgilendiren romanlar üzerinde durmakla yetindim. Bu çalışmayı yaparken, özellikle Giriş’teki yazılar için birtakım kitaplardan yararlandım; ama Türk romanı üzerine yapılmış doyurucu çalışmalara rastlamadım; gerçi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Cevdet Kudret’in, Güzin Dino’nun çalışmalarından da yararlandım, ama beni bu konuda en çok ilgilendiren yazılar, en yararlandığım yazılar, bir İngiliz edebiyatı profesörünün yazıları oldu: Berna Moran’ın. Her bölümün başındaki genel bilgiler için mevcut kaynaklardan yararlandım, onlar dururken yeni araştırmalara girişmek bir eleştirmenin işi değil diye düşündüm. Yıllarca önce yazdığım ama eskimediğini gördüğüm birtakım yazılarımı bu kitaba da aldım; eskidiğini gördüğüm yazıları (Aşk-ı Memnu gibi, Yaban gibi) yeniden yazdım.” Bu kitabında oldukça nesnel bir bakış açısı kullanmış, dikkatli bir dille değerlendirmeler yapmıştır. Ayrıca, Marksizm’le ilgili kuramsal bilgi birikimini, iyi özümsenmiş bir yönteme dönüştürmüş ve odağına aldığı romanlara uygulamıştır.
25.07.2008
‘Eleştiri günlüğü’ kavramını zihnimde netleştiren kişilerin başında yine Fethi Naci gelir. Günlük biçiminde kaleme aldığı okuma notlarında pek çok düşünce, değerlendirme, esinleme, yorum… kaynaşmaktadır. Eleştiri Günlüğü (1986) kitabı, eleştiri tarihimizde farklı söylem ve biçimiyle yer edinmiştir. Fethi Naci, iyi bir gözlemci, dikkatli ve titiz bir okur portresi çizer. ‘Her eleştirmen öncelikle iyi bir okurdur’ gerçeğinden hareket edilirse, Fethi Naci’nin de öncelikle bu noktadan hareket ettiği gözlemlenir.
Ölümünün ardından yapılan değerlendirmelerin içinde Sema Aslan’ın sözleri önemli bazı hususların altını çiziyor: “Eleştirileriyle ‘keskin’ bir tavır sergileyen, bazen ironisiyle bazen de metnin içine olduğu kadar metnin dışına da odaklanmayı ihmal etmeyen politik duruşuyla yazdığı eleştirinin doğrudan bir figürü halini alan, ele aldığı eseri çok yönlü ve çok katmanlı bir değerlendirmeye tâbi tutan Fethi Naci’yi ve eleştirilerini zaten son birkaç yıldır özlüyorduk; boşluğu, son birkaç yıldır kapanmadan öylece duruyordu… Yayımlanan onlarca roman ve hikâye biraz da onun eksikliğiyle ‘bir başına’ kalmıştı diye düşünüyorum. Sessizliğiyle koyulttuğu boşluğunu, geride bıraktığı kitaplarıyla doldurabilecek olmamız, hoş bir avuntu.” Doğan Hızlan da “Fethi Naci, Türk eleştirisinin çok önemli bir adıdır. Özellikle roman ve romancılar konusunda yazdıkları o yazarlara daha derinden bakmamızı sağlamıştır. Ayrıca romanın sosyal, siyasal yanının da olduğunu ve tüm bu bileşkelerin ortaya koyduğu ölçütler içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini bize öğretmiştir.” diyerek Fethi Naci’yi özetliyor.
26.07.2008
İnsan Tükenmez’de Fethi Naci şöyle yazıyor: “Sanat, gerçekliğin alelade kopyası değildir, bu gerçekliği aşmak, değiştirmek çabasındadır; bu bir. Öyle söyleyen yazarlar olayların, insanların ardında sürükleniyor demektir; bu iki. Oysa yazar, halk yazarı, öncü olmak, halkının yürüdüğü yolun ilerisini bir projektör gibi aydınlatmak zorundadır”
Bu sözler, Fethi Naci’nin edebiyata bakışını net olarak sergilemektedir. Sanat, gerçekliği yansıtmakla yetinmemeli, gerçekliğe müdahale etmeli, onu değiştirip dönüştürmeli, daha güzel bir dünya kurulmasına ön ayak olmalıdır. Burada, yazarlara öncülük görevi atfetmektedir Fethi Naci; her yazarın halkı aydınlatma sorumluluğuyla hareket etmesi gerektiğini belirtmektedir. 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Gelişme’de ve daha sonraki yapıtlarında sanatın/edebiyatın öncü rolünü yadsımamakla birlikte, her şeyden önce estetik ölçütlerin yapıtın temel sorunsalı olduğu yönünde hareket ederek kendi düşüncelerine bir açılım kazandırmaktadır.
27.07.2008
Her dönem, kendi edebiyatını yarattığı gibi kendi eleştiri anlayışını ve eleştirmenini de yaratmaktadır. Toplumsal yapıdaki değişimler ve dönüşümler, günümüzde baş döndüren teknoloji ve hızın yarattığı ideolojiye göre şekillenmekte; yaşam durmaksızın parçalanmış algılarla akıp gitmektedir. Yabancılaşmanın doruğa çıktığı böyle bir toplumsal yapılanma içinde birey kendi yalnızlığı ve yalıtılmışlığı içine hapsolmaktadır. Sanal gerçekler, giderek hakikatin yerini almakta, hakikatin ne olduğu da bir yandan sorgulanmaktadır. Yeni zamanların eleştirisi, değişen edebiyat anlayışına uygun olarak yeniden şekillenmekte; eleştiride farklı yönsemeler, farklı eğilimler ortaya çıkmaktadır.
“İletişim teknolojisindeki devrimin başı çektiği gelişmeler zinciri; düşünürü de, sanatçıyı da, eleştirmeni de, tüm geleneksel değerlerin/ideolojilerin/kuramların sorgulandığı, geleneksel tinsel içeriğin ’yapıbozuma’ uğratıldığı, yeni bir dünya ile karşı karşıya bırakır… Yeni anlayışa göre, metnin anlam alanı sonsuz bir devinim içindedir; okur ancak metinle karşılaştığı anlam an’ını dizginleyebilir; o da sonsuzluk içindeki anlardan yalnızca biridir. Bu anlayış geleneksel yorumsamacılığın da sonu demektir.” (Zehra İpşiroğlu, Eleştiride Postmodern Eğilimler, Çağdaş Türk Yazını, Adam Yayınları-2001, s.116-125)
Görülen odur ki, günümüzde yazınsal metni o metin dışındaki ölçütlere göre değerlendiren eleştiri anlayışı yerine, metni odağına alan bir eleştiri anlayışı ön plandadır. Bu anlayışa göre metin başlı başına bir yazınsal bütündür; bir eleştirmen de metnin sesine kulak vermeli, metnin dil ve anlam katmanlarını çözümlemeli, izlenimci yaklaşımdan uzak kalarak, metne kendi değerini vermelidir. “Öyleyse Eleştirmen, metni bahane ederek kendisini yansıtan duygu ve izlenimleri Nesne olarak gören Özne değil, metinlere metin için ve metnin içinden bakan Özne’dir.” (Mehmet Rifat, Eleştirmen: Metin-Nesne İçine Giren Anlamlandırıcı-Özne, Kitap-lık, Sayı:105 Mayıs 2007)
Fethi Naci’yi kendi döneminin en etkili ve sözüne güvenilir eleştirmeni olarak selamlıyor; onun çalışmalarını, eleştiri ve edebiyat tarihimiz içinde hak ettiği yere uygun olarak değerlendiriyorum.
Farklı bir bakış açısıyla metinleri çözümleyen ve kuramsal yönden de donanımlı pek çok genç eleştirmenin geliyor olmasından duyduğum sevinç, Fethi Naci’nin yitimi karşısındaki üzüntümü biraz hafifletiyor…
Yaşamın diyalektiğine güveniyorum. ‘İnsan Tükenmez.’
Hülya SOYŞEKERCİhulyasoysekerci@yahoo.com
Bugün sanat ve edebiyat dünyasından iki değerli insanın ölümü haberi geldi. Biri, çocukluğum boyunca izlediğim yerli filmlerin renkli simalarından, yıllarını tiyatro ve sinemaya adayan Suna Pekuysal; diğeri ise bence edebiyatımızda ‘efsane eleştirmen’ olarak anılacak Fethi Naci. Her ikisinin yitimi derin boşluklar açtı kültürel yaşamımızda. Sanatçıların ölümünde bu derin boşluğu duyumsuyorum, bir uçurum oluşuyor yüreğimde, kapanmayan yara gibi…
24.07.2008
Fethi Naci’nin ardından bir şeyler yazmak o denli güç ki… Yıllar öncesinde yazdıklarını kaçırmamaya, yazdığı dergileri izlemeye çalışır; eleştiri yazılarını dikkatle okurdum. Eleştiri türüne ilgi duymamda Fethi Naci’nin yazılarının hatırı sayılır etkisi oldu. Bana eleştirinin belirli yazınsal/estetik ölçütler doğrultusundaki bir değerlendirme çabası olduğunu, yapıt karşısındaki izlenimlerini dile getirmenin aslında eleştiri olmadığını öğreten kişidir Fethi Naci. Özellikle 1940’lı yıllarda Nurullah Ataç’la kendini gösteren izlenimsel eleştirinin, esas itibarıyla deneme türüne yakın bir yazma biçimi olduğunu, bu yaklaşımın eleştirel yazılardan çok, deneme sınırları içine girdiğini pek çok yazısında ifade etmişti. Sonuçta bir sisteme ve kurama yaslanmalıydı edebiyat eleştirisi. İnsan Tükenmez’den (1956) başlayan eleştiri kitapları serüvenini Yüzyılın 100 Türk Romanı (1999) ve Dönüp Baktığımda (1999) ile noktaladı. Son yıllarında onulmaz bir bellek hastalığının pençesinde yaşadı, pek çok eser oluşturan beyni giderek gücünü yitirmişti ne yazık ki… Aklıma Irish Murdoch’ın yaşamöyküsünden uyarlanan Irish adlı film geldi. İnanılmaz bir acı ve yıkım bu Alzheimer hastalığı, hele Irish Murdoch gibi üstün beyinli, yaratıcı bir insan için…
Fethi Naci, çözümlemeci bir eleştirmen sayılmazdı. Özellikle romanda yoğunlaşmıştı, 1981’de yayımladığı 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Gelişme, çevresinde çok yankılar uyandırdı. Fethi Naci bu kitabında estetik ölçütleri öne alıyor, romanın içeriğinin toplumsal olmasının, ya da içeriğinin zengin olmasının bir romanın başarısı için yeterli olmadığının altını çiziyordu. Özellikle yazarın düşüncelerinin taşıyıcısı olan ‘karton karakterler’in, “toplumsal – gerçekçi” çizgide yazılan pek çok romanın zayıf noktalarından birini oluşturduğunu vurguluyordu. Dönem, kişi, toplumsal çevre, mekân, zaman, dil -üslup gibi unsurların diyalektik bileşiminden oluşan roman estetiğine dikkat çekiyordu. Düşüncelerini daha çok George Lukacs’ın Marksist sanat kuramına ve roman estetiğine göre temellendiriyordu.
Bu eseriyle ilgili olarak şunları yazıyordu: “Kulaktan dolma hazır yargılara aldırmadım; bunun için Yakup Kadri’nin Bir Sürgün’ünün, şimdiye kadar yazıldığı gibi, Paris’teki Jön Türkleri anlatmadığını, Reşat Nuri’nin Yeşil Gece’sinin, şimdiye kadar yazıldığı gibi başarılı bir eser olmadığını belirtmek zorunluluğu duydum; bunun için Firavun’un İmanı ve Gençliğim Eyvah gibi ‘ideolojik’ romanlarını yerdiğim Tarık Buğra’nın Küçük Ağa gibi, Dönemeçte gibi başarılı romanlarını övdüm. Kemal Tahir’in Büyük Mal’ını yererken usta romancılığının ürünü olan Esir Şehrin İnsanları’nı övdüm. (‘Övdüm’ ve ‘yerdim’ derken, ‘değerlendirdim’ demek istiyorum.) Amacım ‘Türk Romanının tarihi’ni yazmak olmadığı için bütün romancılardan söz etmek gereğini duymadım; yaptığım bölümlemeye göre beni ilgilendiren romanlar üzerinde durmakla yetindim. Bu çalışmayı yaparken, özellikle Giriş’teki yazılar için birtakım kitaplardan yararlandım; ama Türk romanı üzerine yapılmış doyurucu çalışmalara rastlamadım; gerçi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Cevdet Kudret’in, Güzin Dino’nun çalışmalarından da yararlandım, ama beni bu konuda en çok ilgilendiren yazılar, en yararlandığım yazılar, bir İngiliz edebiyatı profesörünün yazıları oldu: Berna Moran’ın. Her bölümün başındaki genel bilgiler için mevcut kaynaklardan yararlandım, onlar dururken yeni araştırmalara girişmek bir eleştirmenin işi değil diye düşündüm. Yıllarca önce yazdığım ama eskimediğini gördüğüm birtakım yazılarımı bu kitaba da aldım; eskidiğini gördüğüm yazıları (Aşk-ı Memnu gibi, Yaban gibi) yeniden yazdım.” Bu kitabında oldukça nesnel bir bakış açısı kullanmış, dikkatli bir dille değerlendirmeler yapmıştır. Ayrıca, Marksizm’le ilgili kuramsal bilgi birikimini, iyi özümsenmiş bir yönteme dönüştürmüş ve odağına aldığı romanlara uygulamıştır.
25.07.2008
‘Eleştiri günlüğü’ kavramını zihnimde netleştiren kişilerin başında yine Fethi Naci gelir. Günlük biçiminde kaleme aldığı okuma notlarında pek çok düşünce, değerlendirme, esinleme, yorum… kaynaşmaktadır. Eleştiri Günlüğü (1986) kitabı, eleştiri tarihimizde farklı söylem ve biçimiyle yer edinmiştir. Fethi Naci, iyi bir gözlemci, dikkatli ve titiz bir okur portresi çizer. ‘Her eleştirmen öncelikle iyi bir okurdur’ gerçeğinden hareket edilirse, Fethi Naci’nin de öncelikle bu noktadan hareket ettiği gözlemlenir.
Ölümünün ardından yapılan değerlendirmelerin içinde Sema Aslan’ın sözleri önemli bazı hususların altını çiziyor: “Eleştirileriyle ‘keskin’ bir tavır sergileyen, bazen ironisiyle bazen de metnin içine olduğu kadar metnin dışına da odaklanmayı ihmal etmeyen politik duruşuyla yazdığı eleştirinin doğrudan bir figürü halini alan, ele aldığı eseri çok yönlü ve çok katmanlı bir değerlendirmeye tâbi tutan Fethi Naci’yi ve eleştirilerini zaten son birkaç yıldır özlüyorduk; boşluğu, son birkaç yıldır kapanmadan öylece duruyordu… Yayımlanan onlarca roman ve hikâye biraz da onun eksikliğiyle ‘bir başına’ kalmıştı diye düşünüyorum. Sessizliğiyle koyulttuğu boşluğunu, geride bıraktığı kitaplarıyla doldurabilecek olmamız, hoş bir avuntu.” Doğan Hızlan da “Fethi Naci, Türk eleştirisinin çok önemli bir adıdır. Özellikle roman ve romancılar konusunda yazdıkları o yazarlara daha derinden bakmamızı sağlamıştır. Ayrıca romanın sosyal, siyasal yanının da olduğunu ve tüm bu bileşkelerin ortaya koyduğu ölçütler içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini bize öğretmiştir.” diyerek Fethi Naci’yi özetliyor.
26.07.2008
İnsan Tükenmez’de Fethi Naci şöyle yazıyor: “Sanat, gerçekliğin alelade kopyası değildir, bu gerçekliği aşmak, değiştirmek çabasındadır; bu bir. Öyle söyleyen yazarlar olayların, insanların ardında sürükleniyor demektir; bu iki. Oysa yazar, halk yazarı, öncü olmak, halkının yürüdüğü yolun ilerisini bir projektör gibi aydınlatmak zorundadır”
Bu sözler, Fethi Naci’nin edebiyata bakışını net olarak sergilemektedir. Sanat, gerçekliği yansıtmakla yetinmemeli, gerçekliğe müdahale etmeli, onu değiştirip dönüştürmeli, daha güzel bir dünya kurulmasına ön ayak olmalıdır. Burada, yazarlara öncülük görevi atfetmektedir Fethi Naci; her yazarın halkı aydınlatma sorumluluğuyla hareket etmesi gerektiğini belirtmektedir. 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Gelişme’de ve daha sonraki yapıtlarında sanatın/edebiyatın öncü rolünü yadsımamakla birlikte, her şeyden önce estetik ölçütlerin yapıtın temel sorunsalı olduğu yönünde hareket ederek kendi düşüncelerine bir açılım kazandırmaktadır.
27.07.2008
Her dönem, kendi edebiyatını yarattığı gibi kendi eleştiri anlayışını ve eleştirmenini de yaratmaktadır. Toplumsal yapıdaki değişimler ve dönüşümler, günümüzde baş döndüren teknoloji ve hızın yarattığı ideolojiye göre şekillenmekte; yaşam durmaksızın parçalanmış algılarla akıp gitmektedir. Yabancılaşmanın doruğa çıktığı böyle bir toplumsal yapılanma içinde birey kendi yalnızlığı ve yalıtılmışlığı içine hapsolmaktadır. Sanal gerçekler, giderek hakikatin yerini almakta, hakikatin ne olduğu da bir yandan sorgulanmaktadır. Yeni zamanların eleştirisi, değişen edebiyat anlayışına uygun olarak yeniden şekillenmekte; eleştiride farklı yönsemeler, farklı eğilimler ortaya çıkmaktadır.
“İletişim teknolojisindeki devrimin başı çektiği gelişmeler zinciri; düşünürü de, sanatçıyı da, eleştirmeni de, tüm geleneksel değerlerin/ideolojilerin/kuramların sorgulandığı, geleneksel tinsel içeriğin ’yapıbozuma’ uğratıldığı, yeni bir dünya ile karşı karşıya bırakır… Yeni anlayışa göre, metnin anlam alanı sonsuz bir devinim içindedir; okur ancak metinle karşılaştığı anlam an’ını dizginleyebilir; o da sonsuzluk içindeki anlardan yalnızca biridir. Bu anlayış geleneksel yorumsamacılığın da sonu demektir.” (Zehra İpşiroğlu, Eleştiride Postmodern Eğilimler, Çağdaş Türk Yazını, Adam Yayınları-2001, s.116-125)
Görülen odur ki, günümüzde yazınsal metni o metin dışındaki ölçütlere göre değerlendiren eleştiri anlayışı yerine, metni odağına alan bir eleştiri anlayışı ön plandadır. Bu anlayışa göre metin başlı başına bir yazınsal bütündür; bir eleştirmen de metnin sesine kulak vermeli, metnin dil ve anlam katmanlarını çözümlemeli, izlenimci yaklaşımdan uzak kalarak, metne kendi değerini vermelidir. “Öyleyse Eleştirmen, metni bahane ederek kendisini yansıtan duygu ve izlenimleri Nesne olarak gören Özne değil, metinlere metin için ve metnin içinden bakan Özne’dir.” (Mehmet Rifat, Eleştirmen: Metin-Nesne İçine Giren Anlamlandırıcı-Özne, Kitap-lık, Sayı:105 Mayıs 2007)
Fethi Naci’yi kendi döneminin en etkili ve sözüne güvenilir eleştirmeni olarak selamlıyor; onun çalışmalarını, eleştiri ve edebiyat tarihimiz içinde hak ettiği yere uygun olarak değerlendiriyorum.
Farklı bir bakış açısıyla metinleri çözümleyen ve kuramsal yönden de donanımlı pek çok genç eleştirmenin geliyor olmasından duyduğum sevinç, Fethi Naci’nin yitimi karşısındaki üzüntümü biraz hafifletiyor…
Yaşamın diyalektiğine güveniyorum. ‘İnsan Tükenmez.’
Hülya SOYŞEKERCİhulyasoysekerci@yahoo.com
5 Aralık 2008 Cuma
BEKLEYİŞ (Foto: Yıldız Tokeri)

Beklemek… Ne denli zor bir yaşantıdır insan için.
Bu fotoğrafın adı Bekleyiş. Can dostum fotoğraf sanatçısı ve eğitimci Yıldız Tokeri tarafından çekildi.
Yorgun kayıklar sahilde sükûnetle ve dinginlikle bekliyorlar. Zamanın ağır ağır ölüme doğru akışını bilgelikle izliyorlar. Zaman, onların yüreğinden geçiyor yavaş yavaş. Yorgun kayıklar tedirgin değil, çünkü “ölüm onlar için asude bir bahar ülkesi” gibi… İç konuşmalarını kimse duymuyor kadim denizin mavi sularından başka… Kıyının sükûnetine ayrı bir huzur katıyorlar, rüzgârın her esişinde pupa yelken açılmak isteseler de özgürlüğe, artık çok geçtir onlar için… Bunu bildikleri içindir sessiz bekleyişleri… Hülya Soyşekerci
Bu fotoğrafın adı Bekleyiş. Can dostum fotoğraf sanatçısı ve eğitimci Yıldız Tokeri tarafından çekildi.
Yorgun kayıklar sahilde sükûnetle ve dinginlikle bekliyorlar. Zamanın ağır ağır ölüme doğru akışını bilgelikle izliyorlar. Zaman, onların yüreğinden geçiyor yavaş yavaş. Yorgun kayıklar tedirgin değil, çünkü “ölüm onlar için asude bir bahar ülkesi” gibi… İç konuşmalarını kimse duymuyor kadim denizin mavi sularından başka… Kıyının sükûnetine ayrı bir huzur katıyorlar, rüzgârın her esişinde pupa yelken açılmak isteseler de özgürlüğe, artık çok geçtir onlar için… Bunu bildikleri içindir sessiz bekleyişleri… Hülya Soyşekerci
AZİME AKBAŞ YAZICI'DAN BİR RESİM

Sanatta değişik bakış açıları ve yeni formlar kadar kullanılan tekniğin ve malzemenin de çok büyük önemi var. İnsanın yaratıcılığı tükenmiyor, her şey resim sanatının sınırsız yaratıcı olanakları içinde yeniden şekilleniyor ve anlam kazanıyor. Resim evrene yeni biçimler kazandıran olağanüstü bir çaba gibi geliyor bana. Azime Akbaş Yazıcı’nın resim evreni de böyle… İşte hareketli mercanlar alev alev… İşte yemyeşil yosunlar yaşam ağacı gibi sarılmış kırmızılara… Ve bir kadın, resmin köşesinde bütün anlamı yaratan bir mucize gibi duruyor. Kadın, yaşamı kendi elleriyle yeniden şekillendiriyor. Yaratandır kadın, üreten ve dünyaya anlamlar kazandıran… Ressamı ve figürü kadın olan bu resim karşısında yaratıcılığını evrenin dokusuna nakış nakış işleyen “kadın gerçeği”ni derinden duyumsamaktayım…
Hülya Soyşekerci
4 Aralık 2008 Perşembe
RESSAM ASUMAN PORTAKAL'ın RESİMLERİ
%5B1%5D.jpg)
%5B1%5D.jpg)
Ressam Asuman Portakal’ın Temmuz 2008 Çeşme Sergisiyle İlgili İzlenimlerim
Bence gerçek sanat kendinden önce yaratılmış formları aşarak ilerleyen sonsuz bir süreç. Asuman Portakal’ın resimlerinde bilindik sınırların aşıldığı; belirlenmiş formların ötesine taşınan bir görme biçimiyle yaşama bakıldığı sezgisine ulaşıyorum.
Onun resimlerinde bir şiirin içindeymişim duygusuna kapılıyorum. Birbiriyle kaynaşan ve rasyonel sınırları eriten figürlerle yaratıcılığın ufuklarında yol alıyorum. Cıvıl cıvıl renkler oynaşıyor tuvallerde. İnce ince işlenmiş, zarif ve ayrıksı resimler… Kurdelelerle süslü dilek ağacı, balıklar, kuşlar, bulutlar, yelkenliler… Bulutlar deniz dibine inmiş, kuşlar balıklarla kaynaşmış… İçinden gemi geçen şair balıklar yüzüyor bulutlarda… Yelkenler sonsuza açılıyor… Dilek ağacı hayat ağacı olmuş; barış dilekleri bağlanmış üzerine.
Bütün detaylar, Asuman Portakal’ın düş dünyasının, sevginin, barışın, güzelliğin sözcülüğünü yapıyorlar. Bileşimlerden dönüştürümlere açılan sanatçı, bize yaratıcılığın dünyasında “olanaksız” diye bir kavramın bulunmadığını sezdiriyor…
Hülya Soyşekerci
Bence gerçek sanat kendinden önce yaratılmış formları aşarak ilerleyen sonsuz bir süreç. Asuman Portakal’ın resimlerinde bilindik sınırların aşıldığı; belirlenmiş formların ötesine taşınan bir görme biçimiyle yaşama bakıldığı sezgisine ulaşıyorum.
Onun resimlerinde bir şiirin içindeymişim duygusuna kapılıyorum. Birbiriyle kaynaşan ve rasyonel sınırları eriten figürlerle yaratıcılığın ufuklarında yol alıyorum. Cıvıl cıvıl renkler oynaşıyor tuvallerde. İnce ince işlenmiş, zarif ve ayrıksı resimler… Kurdelelerle süslü dilek ağacı, balıklar, kuşlar, bulutlar, yelkenliler… Bulutlar deniz dibine inmiş, kuşlar balıklarla kaynaşmış… İçinden gemi geçen şair balıklar yüzüyor bulutlarda… Yelkenler sonsuza açılıyor… Dilek ağacı hayat ağacı olmuş; barış dilekleri bağlanmış üzerine.
Bütün detaylar, Asuman Portakal’ın düş dünyasının, sevginin, barışın, güzelliğin sözcülüğünü yapıyorlar. Bileşimlerden dönüştürümlere açılan sanatçı, bize yaratıcılığın dünyasında “olanaksız” diye bir kavramın bulunmadığını sezdiriyor…
Hülya Soyşekerci
KIBRIS NOTLARIM Issızlığın Ortasında Bir Ada(da)yım (ALAZ Dergisi)

ISSIZLIĞIN ORTASINDA BİR ADA(DA)YIM
Kıbrıs, Haziran, 15, 2008.
Burada adanın ıssızlığını ve Akdeniz sıcaklığını yaşamaktayım. Sabahleyin ya da akşamüzerine doğru dışarı çıkmak, sahil boyunca yürümek, denizin o harika mavisini seyretmek çok hoşuma gidiyor. Dalgalar, tuz ve denizin sesi… Rüzgârın sımsıcak esintisini yüzümde hissediyorum. Lefke Gemikonağı sahillerinde, çok uzaklardaki Toroslar belli belirsiz bir siluet halinde görünüyorlar. Geceleri hava serinliyor ve denizin meltemi ile dalgaların sesi birbirine karışıyor. Yasemin kokuları yosun kokuları ile bir arada. Kıbrıs’ta yaseminler çok iri ve parlak… Gecenin içinde, parıldayan bir beyazlıkla baygın kokularını sunuyorlar…
“pencere
ışığı karşılar
gecenin içine düşmüş
bir ses
yıldızlar” (Neşe Yaşın)…
Güzelyurt-Lefke bölgesinde kalıyoruz. Burası adanın daha otantik ve daha yeşil kalmış bir bölümü. Yollarda kalabalıklar görmüyorum. Evlerde bile -sanki- insanlar yok gibi. Gerçekten ıssızlığın ortasındayım… Mehmet Eroğlu’nun 1974’te Kıbrıs’ta yedek subayken yazdığı Issızlığın Ortasında adlı roman, kahramanın ıssızlıkta kendi iç dünyasına yolculuğunu ve kendisiyle yüzleşmelerini anlatır. Kıbrıs, insanın esin kaynaklarını harekete geçiren bir coğrafya. Burada yazılmış nice roman, öykü, şiir var…
Ben de ada(da)yım; kendi ıssızlığımın ortasındayım. Büyük kentlerden uzakta yaşamak, insanı kendi dünyasına yolculuklara yöneltiyor; bakışlarını kendi ruhuna çevirmesini sağlıyor. Epeydir unutur gibi olduğum iç dünyamla baş başayım şimdi. Düşünmek, nefes almak bile bir mutluluk burada. Hemen yakınımdaki kırlardan kekik kokuları yükseliyor sabah aydınlığında. Yanıma sadece Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanını almıştım. Onu yeniden okumaktayım. Birkaç da DVD var; onları izleyeceğim. Aylaklık, dolu dolu bir yaşantı burada. Keşke ‘boş’ diye nitelediğimiz zamanların değerini bilseydik…
Kıbrıs, Haziran, 20, 2008.
Gözlem ve algı kapılarımı daha fazla açık tutmaya çalışıyorum; insanları, konuşmaları, yaşama tarzlarını gözlemliyorum. Kıbrıs yerel TV’lerini de izliyorum. Bu arada, Kıbrıs Türkçesinin çok özel melodili bir ses yapısı oluşu dikkatimi çekiyor. Adaya özgü yerel sözcükler var. Akşamsefası çiçeğine “gecetüten” deniyor; ne hoş…
Geçtiğimiz günlerde Girne, Lefkoşa gezileri yaptık. Girne Kalesi’nden çok etkileniyorum. Lüzinyanlar’dan kalan büyük bir kale. İçinde ‘canlandırılmış tarih’ (animasyonlar) etkileyici. İnsanların yüzyıllar öncesinde kalelerde nasıl bir tutsaklık yaşadığını görüyor; sanki o günleri yeniden yaşıyorum. İşkenceler, acılar… İnsanın insanı zulmü hâlâ bitmiş değil yeryüzünde… Acılar katlanarak çoğalıyor ne yazık ki…
“anne hıçkırığı kentler giriyor içime Ortadoğu viran ölülere veriyorum gözlerimi sesimi karanlığa buruş buruş hırs bulaşır uçurtmasız uçar çocuklar kıyımlara utangaç kırmızı yıldızlar… rıhtımda gözyaşı biriktiren dalgalar kadar ıslak ağlar analar gözlerinde üşür dolunay!” (Mine Ömer) …
Kıbrıs’ta trafik İngiltere’deki gibi sağ şeritten işliyor; arabaların direksiyonları sağda. Girne’de ya da Kıbrıs’ın neresinde olursam olayım, arabaların yayalara incelikle yol vermesi dikkatimi çekiyor. 60’lı yılların İstanbul’unda da yayalara yol verirdi arabalar. Şimdi o eski güzellikleri burada görmek hoş bir duygu. Nereye gitsek insanlar yardım ediyor, yol gösteriyorlar. Modern bir zihniyet var Kıbrıs’ta; öyle ki adanın ruhuna işlemiş uygar düşünce ve yaşama tarzını duyumsamaktayım içimde.
Lefkoşa’da sıcak bir öğle sonrasında Yeşil Hat boyunca yürüyorum. Çevredeki yenileme çalışmaları dikkatimi çekiyor. Evlere yepyeni bir imar düzeni kazandırılmış. Yapıların yerel detayları dikkatimi çekiyor. Yeşil Hat üzerindeki bir bölümde dostluk alanı oluşturulmuş; bir futbol sahası bu. Haftada bir gün burada bir araya gelen Türk ve Rum gençler birlikte maç yapıyorlarmış. Yüksekten baktığımda hemen yakınımda ünlü Ledra Palas’ı ve Rum kesimine ait evleri, arabaları, insanları görüyorum…
“Bulut köyümü görür Sınırın ötesinde Bulutun gözleri ne güzel” (Neşe Yaşın)Yerli halktan gençlerin bir kısmı, özellikle Lefkoşalılar sabah Rum kesimine geçip orada çalışıyor ve akşamları evlerine dönüyorlar diye duydum. Lokmacı Sınır Kapısı’nın açılması ve Avrupa Birliği’ne girmenin sağlayacağı çeşitli olanakları gerçekten önemsiyorlar; gençlerin çoğu adaya barış gelmesinden ve bir arada “adalı olarak” yaşamaktan yana. Elbette daha tutucu çevreler bu gelişmelere pek sıcak bakmıyorlar. Lefkoşa’da Lokmacı Sınır Kapısı’na kadar gittim; ancak TC uyruklu olduğum için sınırdan Rum kesimine giremedim; KKTC’lilere giriş serbest. Hayırlı olsun dileklerimi bıraktım Lokmacı’ya…
Kıbrıs, 23, Haziran, 2008
Magosa’ya gittim geçen gün; yani adanın öteki ucuna… Magosa’ya giderken yol boyunca içime bir gariplik çöktü. Hüzünlü bir doğa görünümü var; sıra dağların çevrelediği düz ovaya büyük bir sessizlik egemen. Arazi burada susuzluk nedeniyle çoraklaşmaya başlıyor. Bir derin sancı kaplıyor ruhumu… Magosa’ya doğru yeşillikler artmaya başlıyor. Doğu Akdeniz Üniversitesi’ne ait kampusun görünümü güzel ve yeşil alanlarıyla göz dolduruyor. Magosa da tarihi dokusuna güzellikleri işlemiş bir kent. Kalesi etkileyici; özellikle Namık Kemal’in bundan yüz yıl önce kaldığı zindanı görmek bambaşka bir duygu. İlerici görüşleri nedeniyle burada uzun süre sürgün yaşamı sürdürmüş Namık Kemal. Magosa’daki günlerinde Akif Bey ve Zavallı Çocuk piyeslerini yazmış, Gülnihal’i de orada tamamlamış. Celalettin Harzemşah’ın planını orada kurmuş. İntibah romanının, İrfan Paşa’ya Mektup, Takip ve Tahrib-i Harabat, Mes Prisons Muahezenamesi gibi önemli eleştiri eserlerinin yine bu devrede yazıldığını düşününce, asıl edebiyat çalışmalarının bu sürgünlük döneminde toplandığını anlıyoruz. Namık Kemal’in Magosa’daki sürgün yaşamı otuz sekiz ay sürmüş.
Magosa’da geçmiş zamanlar geleceğe doğru uzanırken, geçmiş zamanların tarihsel dokusu insanı kendine çağırıyor. Burada zengin ve pek keşfedilmemiş bir Gotik kültür var. Saint Nicholas Katedrali’nin ihtişamı karşısında tüylerim ürperdi. Katedralin içinde duvarların ve tavanların süslemeleri, inanılmaz bir ince dokuma gibiydi. Tavanların, kubbelerin yüksekliği ve erişilmezliği içimde mistik bir heyecan yaratıyor. Bu heyecanı bir de Ayasofya’da yaşamıştım. Katedralin bahçesinde de ‘cümbez ağacı’ adında, dut benzeri yaprakları olan ulu ve yaşlı bir ağaç var. Üzümsü, yeşil meyveler taşıyor dallarında. Üzerindeki tabelada bu ağacın 1299 tarihine ait olduğunu okuyorum. Bu ulu ağaçlar yanında insanın ömrü ne ki, diye düşünüyorum ister istemez.
Kıbrıs, 24, Haziran,2008
Akdeniz yüreğimde dalgalanıyor durmadan. Zor günler yaşamış, çok gözyaşları dökmüş bu çileli adanın tarihi ruhuma doluyor. Lefke’de bazı binaların cephesindeki otuz yıllık derin kurşun yarıklarını ilk gördüğümde donup kalmıştım. 1974 Harekâtı dönemindeki çatışmalarda Rum sınırından açılan ateşin izleriymiş bunlar.
“Güller dolusu kan vardı ülkemin gözlerinde/ çocuklar ölürken ağıt yakardı güneş/ yalnızdık/ yoksulduk/ rıhtımda gözyaşı biriktiren dalgalar kadar ıslak ağlardı Kıbrıs / kıyımlarda artık ölmüyorsa çocuklar/ biz barışız/biz, özgür bir halkız/ alın terimiz kadar temiz bir dünya için masmaviyiz yaşama… Yaşamaksa, öpmektir yaralarından çocukların.” (Mine Ömer)
Şimdi adaya kalıcı barışın gelmesini diliyor kalbim. Barış en güzel duygu bu evrende. Sevgi de onun kardeşi.
…
Valizlerimi hazırlamaya başladım; yolculuk Türkiye’ye. İçimden “Hoşça kal Kıbrıs!” diyorum, “sevginin, güzelliğin yeşil adası, hoşça kal. Yeniden geleceğim. Daha güzel günlerini görmek için…”
Hülya SOYŞEKERCİ
Kıbrıs, Haziran, 15, 2008.
Burada adanın ıssızlığını ve Akdeniz sıcaklığını yaşamaktayım. Sabahleyin ya da akşamüzerine doğru dışarı çıkmak, sahil boyunca yürümek, denizin o harika mavisini seyretmek çok hoşuma gidiyor. Dalgalar, tuz ve denizin sesi… Rüzgârın sımsıcak esintisini yüzümde hissediyorum. Lefke Gemikonağı sahillerinde, çok uzaklardaki Toroslar belli belirsiz bir siluet halinde görünüyorlar. Geceleri hava serinliyor ve denizin meltemi ile dalgaların sesi birbirine karışıyor. Yasemin kokuları yosun kokuları ile bir arada. Kıbrıs’ta yaseminler çok iri ve parlak… Gecenin içinde, parıldayan bir beyazlıkla baygın kokularını sunuyorlar…
“pencere
ışığı karşılar
gecenin içine düşmüş
bir ses
yıldızlar” (Neşe Yaşın)…
Güzelyurt-Lefke bölgesinde kalıyoruz. Burası adanın daha otantik ve daha yeşil kalmış bir bölümü. Yollarda kalabalıklar görmüyorum. Evlerde bile -sanki- insanlar yok gibi. Gerçekten ıssızlığın ortasındayım… Mehmet Eroğlu’nun 1974’te Kıbrıs’ta yedek subayken yazdığı Issızlığın Ortasında adlı roman, kahramanın ıssızlıkta kendi iç dünyasına yolculuğunu ve kendisiyle yüzleşmelerini anlatır. Kıbrıs, insanın esin kaynaklarını harekete geçiren bir coğrafya. Burada yazılmış nice roman, öykü, şiir var…
Ben de ada(da)yım; kendi ıssızlığımın ortasındayım. Büyük kentlerden uzakta yaşamak, insanı kendi dünyasına yolculuklara yöneltiyor; bakışlarını kendi ruhuna çevirmesini sağlıyor. Epeydir unutur gibi olduğum iç dünyamla baş başayım şimdi. Düşünmek, nefes almak bile bir mutluluk burada. Hemen yakınımdaki kırlardan kekik kokuları yükseliyor sabah aydınlığında. Yanıma sadece Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanını almıştım. Onu yeniden okumaktayım. Birkaç da DVD var; onları izleyeceğim. Aylaklık, dolu dolu bir yaşantı burada. Keşke ‘boş’ diye nitelediğimiz zamanların değerini bilseydik…
Kıbrıs, Haziran, 20, 2008.
Gözlem ve algı kapılarımı daha fazla açık tutmaya çalışıyorum; insanları, konuşmaları, yaşama tarzlarını gözlemliyorum. Kıbrıs yerel TV’lerini de izliyorum. Bu arada, Kıbrıs Türkçesinin çok özel melodili bir ses yapısı oluşu dikkatimi çekiyor. Adaya özgü yerel sözcükler var. Akşamsefası çiçeğine “gecetüten” deniyor; ne hoş…
Geçtiğimiz günlerde Girne, Lefkoşa gezileri yaptık. Girne Kalesi’nden çok etkileniyorum. Lüzinyanlar’dan kalan büyük bir kale. İçinde ‘canlandırılmış tarih’ (animasyonlar) etkileyici. İnsanların yüzyıllar öncesinde kalelerde nasıl bir tutsaklık yaşadığını görüyor; sanki o günleri yeniden yaşıyorum. İşkenceler, acılar… İnsanın insanı zulmü hâlâ bitmiş değil yeryüzünde… Acılar katlanarak çoğalıyor ne yazık ki…
“anne hıçkırığı kentler giriyor içime Ortadoğu viran ölülere veriyorum gözlerimi sesimi karanlığa buruş buruş hırs bulaşır uçurtmasız uçar çocuklar kıyımlara utangaç kırmızı yıldızlar… rıhtımda gözyaşı biriktiren dalgalar kadar ıslak ağlar analar gözlerinde üşür dolunay!” (Mine Ömer) …
Kıbrıs’ta trafik İngiltere’deki gibi sağ şeritten işliyor; arabaların direksiyonları sağda. Girne’de ya da Kıbrıs’ın neresinde olursam olayım, arabaların yayalara incelikle yol vermesi dikkatimi çekiyor. 60’lı yılların İstanbul’unda da yayalara yol verirdi arabalar. Şimdi o eski güzellikleri burada görmek hoş bir duygu. Nereye gitsek insanlar yardım ediyor, yol gösteriyorlar. Modern bir zihniyet var Kıbrıs’ta; öyle ki adanın ruhuna işlemiş uygar düşünce ve yaşama tarzını duyumsamaktayım içimde.
Lefkoşa’da sıcak bir öğle sonrasında Yeşil Hat boyunca yürüyorum. Çevredeki yenileme çalışmaları dikkatimi çekiyor. Evlere yepyeni bir imar düzeni kazandırılmış. Yapıların yerel detayları dikkatimi çekiyor. Yeşil Hat üzerindeki bir bölümde dostluk alanı oluşturulmuş; bir futbol sahası bu. Haftada bir gün burada bir araya gelen Türk ve Rum gençler birlikte maç yapıyorlarmış. Yüksekten baktığımda hemen yakınımda ünlü Ledra Palas’ı ve Rum kesimine ait evleri, arabaları, insanları görüyorum…
“Bulut köyümü görür Sınırın ötesinde Bulutun gözleri ne güzel” (Neşe Yaşın)Yerli halktan gençlerin bir kısmı, özellikle Lefkoşalılar sabah Rum kesimine geçip orada çalışıyor ve akşamları evlerine dönüyorlar diye duydum. Lokmacı Sınır Kapısı’nın açılması ve Avrupa Birliği’ne girmenin sağlayacağı çeşitli olanakları gerçekten önemsiyorlar; gençlerin çoğu adaya barış gelmesinden ve bir arada “adalı olarak” yaşamaktan yana. Elbette daha tutucu çevreler bu gelişmelere pek sıcak bakmıyorlar. Lefkoşa’da Lokmacı Sınır Kapısı’na kadar gittim; ancak TC uyruklu olduğum için sınırdan Rum kesimine giremedim; KKTC’lilere giriş serbest. Hayırlı olsun dileklerimi bıraktım Lokmacı’ya…
Kıbrıs, 23, Haziran, 2008
Magosa’ya gittim geçen gün; yani adanın öteki ucuna… Magosa’ya giderken yol boyunca içime bir gariplik çöktü. Hüzünlü bir doğa görünümü var; sıra dağların çevrelediği düz ovaya büyük bir sessizlik egemen. Arazi burada susuzluk nedeniyle çoraklaşmaya başlıyor. Bir derin sancı kaplıyor ruhumu… Magosa’ya doğru yeşillikler artmaya başlıyor. Doğu Akdeniz Üniversitesi’ne ait kampusun görünümü güzel ve yeşil alanlarıyla göz dolduruyor. Magosa da tarihi dokusuna güzellikleri işlemiş bir kent. Kalesi etkileyici; özellikle Namık Kemal’in bundan yüz yıl önce kaldığı zindanı görmek bambaşka bir duygu. İlerici görüşleri nedeniyle burada uzun süre sürgün yaşamı sürdürmüş Namık Kemal. Magosa’daki günlerinde Akif Bey ve Zavallı Çocuk piyeslerini yazmış, Gülnihal’i de orada tamamlamış. Celalettin Harzemşah’ın planını orada kurmuş. İntibah romanının, İrfan Paşa’ya Mektup, Takip ve Tahrib-i Harabat, Mes Prisons Muahezenamesi gibi önemli eleştiri eserlerinin yine bu devrede yazıldığını düşününce, asıl edebiyat çalışmalarının bu sürgünlük döneminde toplandığını anlıyoruz. Namık Kemal’in Magosa’daki sürgün yaşamı otuz sekiz ay sürmüş.
Magosa’da geçmiş zamanlar geleceğe doğru uzanırken, geçmiş zamanların tarihsel dokusu insanı kendine çağırıyor. Burada zengin ve pek keşfedilmemiş bir Gotik kültür var. Saint Nicholas Katedrali’nin ihtişamı karşısında tüylerim ürperdi. Katedralin içinde duvarların ve tavanların süslemeleri, inanılmaz bir ince dokuma gibiydi. Tavanların, kubbelerin yüksekliği ve erişilmezliği içimde mistik bir heyecan yaratıyor. Bu heyecanı bir de Ayasofya’da yaşamıştım. Katedralin bahçesinde de ‘cümbez ağacı’ adında, dut benzeri yaprakları olan ulu ve yaşlı bir ağaç var. Üzümsü, yeşil meyveler taşıyor dallarında. Üzerindeki tabelada bu ağacın 1299 tarihine ait olduğunu okuyorum. Bu ulu ağaçlar yanında insanın ömrü ne ki, diye düşünüyorum ister istemez.
Kıbrıs, 24, Haziran,2008
Akdeniz yüreğimde dalgalanıyor durmadan. Zor günler yaşamış, çok gözyaşları dökmüş bu çileli adanın tarihi ruhuma doluyor. Lefke’de bazı binaların cephesindeki otuz yıllık derin kurşun yarıklarını ilk gördüğümde donup kalmıştım. 1974 Harekâtı dönemindeki çatışmalarda Rum sınırından açılan ateşin izleriymiş bunlar.
“Güller dolusu kan vardı ülkemin gözlerinde/ çocuklar ölürken ağıt yakardı güneş/ yalnızdık/ yoksulduk/ rıhtımda gözyaşı biriktiren dalgalar kadar ıslak ağlardı Kıbrıs / kıyımlarda artık ölmüyorsa çocuklar/ biz barışız/biz, özgür bir halkız/ alın terimiz kadar temiz bir dünya için masmaviyiz yaşama… Yaşamaksa, öpmektir yaralarından çocukların.” (Mine Ömer)
Şimdi adaya kalıcı barışın gelmesini diliyor kalbim. Barış en güzel duygu bu evrende. Sevgi de onun kardeşi.
…
Valizlerimi hazırlamaya başladım; yolculuk Türkiye’ye. İçimden “Hoşça kal Kıbrıs!” diyorum, “sevginin, güzelliğin yeşil adası, hoşça kal. Yeniden geleceğim. Daha güzel günlerini görmek için…”
Hülya SOYŞEKERCİ
Bir Tiyatro Oyunu Hakkında FELATUN BEY İLE RAKIM EFENDİ

Ahmet Mithat Efendi’nin Felâtun Bey ve Rakım Efendi adlı romanı İzmir Devlet Tiyatroları tarafından aynı isimle sahneleniyor.
DOĞRU RAKIM BAY YANLIŞ
HÜLYA SOYŞEKERCİ
İzmir, sahne sanatları ve görsel sanatlar açısından özellikle son zamanlarda sergilenen eserlerle sanat-kültür ufukları giderek genişleyen bir kentsel mekân durumunu aldı. İzmir Devlet Tiyatrosu, sahne sanatlarında yıllardan beri sürdürdüğü öncü konumunu bu yıl da devam ettiriyor ve ilginç oyunlarla perdelerini açıyor. Yeni sezona 7 ekimde Felatun Bey ile Rakım Efendi adlı oyunla başlayan İzmir Devlet Tiyatrosu’nun Konak Sahnesi’nde sergilediği bu oyununun edebiyattan tiyatroya uyarlamasının nasıl gerçekleştirildiğini; sahneye nasıl aktarıldığını bir süreden beri merak ediyordum. Son zamanlarda eski ve yeni edebiyat metinlerinin sinemaya, TV dizilerine ve tiyatroya uyarlamalarıyla ilgili pek çok eleştiri ve yorumla karşılaştığım için, 1876’da Ahmet Mithat Efendi tarafından yazılan bu ilginç romanın sahneye uyarlama yöntemlerine ve metnin sahnedeki yorumlanma, açılımlanma biçimine odaklandım oyun süresince. Yayımlandığından bu yana yüz yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen, eserin Doğu-Batı, ya da alaturkalık-alafrangalık gibi oldukça önemli bir toplumsal-kültürel çelişki ya da karşıtlık üzerine kuruluşu; bu sorunsalın günümüzde de farklı boyutlarda toplumsal yaşamda devam ediyor oluşu nedeniyle, romanın içerik ve konu açısından günümüze pek de yabancı kalmadığını belirtebilirim. Yazar, birbirine zıt iki tip (Felatun ve Rakım) yoluyla kendi düşüncelerini dile getirmiştir; okurlarını aydınlatmayı/eğitmeyi amaçlamıştır roman metninde. Yazarın özgün üslubunun “meddah tarzı” denen bir anlatı (tahkiye) yöntemine yaslanması da eserin tiyatroya uyarlanması konusunda birtakım ipuçları barındırmaktadır kendi içinde. Sanki bir meddah karşımıza geçmiş, çeşitli taklitler de yaparak bize bir öykü anlatmaktadır hissine kapılırız bu romanı okurken. GELENEKSEL BİR ORTAOYUNU Çoğumuzun edebiyat ders kitaplarından da tanıdığı iki kişidir Felatun ile Rakım. Yazarın sözcülüğünü Rakım Efendi yapar. Felatun, Batı kültürünü doğru anlayamamış, müsrif, tembel, çapkın ve mirasyedi olan zayıf bir karakterdir. Yazarın olumsuzladığı, biraz da gülünç bir karikatür gibidir. Ahmet Mithat Efendi, onun karşısına Rakım Efendi’yi çıkarır; Rakım tamamen Felatun’un karşıtıdır. Bilime meraklı, okumayı seven, çalışkan, düzenli, disiplinli, tutumlu, geleneksel değerlerinden ödün vermeyen bir Osmanlı Efendisidir Rakım. Ahmet Mithat, Rakım üzerinden kendi Batılılaşma anlayışını dile getirir. Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış adlı eserinin birinci cildinde bu konuda analitik bir yorumda bulunur; Ahmet Mithat’ın Türklerin ticaret anlayışında Avrupalılardan çok gerilerde kaldığını, iş hayatında tembel olduklarını düşünerek, özel teşebbüs çabasıyla ticarette ve yaşamda başarıya ulaşan kişileri okura örnek olarak sunduğunu belirtir. “Müsrif-mirasyedi Felatun Bey ile çalışkan ve hesaplı Rakım Efendi’nin bu tutumları sonucu, birinin nasıl battığını, diğerinin başarıya nasıl ulaştığına tanık olur ve ekonomik bakımdan birbirinin karşıtı olan bu iki tutumu değerlendirmeye yöneliriz.” der. Roman kurgusu Felatun ile Rakım’ın değişik mekânlarda gösterdikleri davranışların karşılaştırmalı olarak sergilenmesi üzerine oturtulur. Sahnelenen oyunda bu iki tipin karşıt davranışlarından, çevresindekilerle ilişkilerinden ve Ahmet Mithat’ın meddah anlatımından hareket edildiğini; böylece oldukça keyifle izlenen bir edebiyat uyarlamasının kotarılmış olduğunu söyleyebilirim. Aslına sadık kalınan, yazarın anlatı(tahkiye) yönteminin geliştirilip geleneksel orta oyunu tarzına; oradan da modern epik tiyatronun ve postmodern anlatıların içerdiği yaşamın oyuna dönüştürülme süreçlerine açılan oyun, gelenekselden moderne, hatta postmoderne dönüşen yapısıyla genç kuşakların da ilgisini uyandırıyor. BİR MEDDAH: AHMET MİTHAT Oyunun “iki katmanlı”, oyun içinde oyun; ya da Ahmet Mithat Efendi’nin yönetmenliğini yaptığı bir ortaoyunu biçiminde düzenlenmesi, zaman zaman yazarın oyuna, oyunculara müdahale etmesi, yorumlar yapması, romandaki Ahmet Mithat anlatımıyla tam anlamıyla örtüşüyor. Yazarın asıl oyun kişisi olarak ana oyunda yer alması; bir tiyatro yönetmeniymişçesine sahnedeki oyunu dışarıdan idare etmesi; oyun kişilerinin de arada bir kenardaki masasında oturan yazara sitemlerde bulunması, laf atması ya da arada ufak bir selam göndermesi, yazarın ara sıra oyunda bir rol alması (Esirci rolü) hem komedi unsuru olarak yer alıyor hem de izleyicileri oyuna yabancılaştırarak, izlediğinin sadece bir oyun olduğunun sık sık anımsatılmasını sağlayan birer uyarı işlevi taşıyor. Ahmet Mithat Efendi’nin elindeki bastonu arada bir yere vurarak sahnede zaman zaman oluşan kargaşayı dağıttığını görüyor; bastonun aynı zamanda bir meddah malzemesi oluşunu da anımsıyorum bu arada. Kısacası Ahmet Mithat Efendi’nin romanlarında zaten var olan meddah anlatımı, ortaoyunu öğeleri de katılarak modern-epik bir tiyatro oyununa dönüştürülmüş; “hayat hayal, oyun gerçek” diye söze başlıyor Ahmet Mithat Efendi. Zaman zaman yaşadığımız ana, bugüne de gelen Ahmet Mithat Efendi, kendisinin “sadece rol yapan bir oyuncu” olduğunu da duyumsatıyor. Böylece, sahnede izlenenle yaşamın sık sık birbirine dokunması ve birbirine dönüşmesinden doğan estetik bir heyecan kaplıyor izleyenleri. Bu açıdan baktığımızda oyunun “üç katmanlı” bir kurgusal yapı arz ettiğini de söylemek mümkün. Oyunun nerde başlayıp nerede bittiğini, gerçeğin nerede durup nereye kaybolduğunu düşünüyor, yaşamla oyunun uyumlu dansını izliyoruz böylelikle… İzleyenleri oyuna çağıran anons da şöyle: “Provanın 1. Faslının başlamasına bir dakika kaldı!” “Oyun” değil de “prova”, deniyor, izlenenlerin, gösterilenlerin oyun yerine oyunun provası oluşu; asıl oyunun nasıl olduğunu/olacağını düşündürüyor izleyenlere. Dr. Sevinç Sokullu’nun, Türk Tiyatrosunda Komedyanın Evrimi adlı yapıtında dile getirdiği gibi genelde bütün ortaoyunlarında şöyle bir süreç fark ediliyor: Seyirci ilkin gerçeğin sorunları ve ağırlığından çekilerek oyun ortamının başka dünyasında-şarkı ve dansların şamatasında-gerginliğinden kurtarılıyor. Sonra “oyunbozma” ile oyunu fark etmesi sağlanıyor ve yaşam ile tekrar ilişki kurmaya yöneltiliyor. Böylece ortaoyunun bütün öğelerinin bileşimiyle yaşam ile oyun arasındaki o büyülü titreşimi yakalayan ve yaşatan bir güldürü oluyor. Bu oyun tarzında seyirciyi her dem uyanık tutan bir özellik ortaya çıkıyor. Ortaoyununun yaşamla, çevreyle ilişkiyi sürdürme ve “oyunu yaşama dönüştürerek yabancılaşmayı engelleme” en önemli nitelikleri olarak görünmektedir. ORTAOYUNU TİPLERİ Oyunda müzik, işlevsel olarak ve tiplemelere göre kullanılmış; tıpkı ortaoyunundaki gibi. Felatun Bey sahnedeyken (ortadayken) piyano çalınır, Rakım Efendi ortaya çıktığında alaturka sazlar çalmaya başlar. Bence bu oyunda Felatun ve Rakım’ın yanı sıra üzerinde düşünülmesi gereken üçüncü bir tip daha var; o da “ortaoyununun” Kastamonulu tipidir; Felatun’un hizmetkârıdır; Felatun’un ona Mehmetçik şeklinde seslenmesi de ilginçtir. Saf, temiz Anadolu insanını, halkı temsil eden Mehmetçik, ne piyanoya ne de alaturka çalgılara ilgi duyar; onun için sadece saz (bağlama) önemlidir. Mehmetçik, oyunda sık sık denge görevi görmektedir; tek piyanonun aynı anda iki ya da üç mekânda birden görülebilmesi ya da Rakım’ın hem evdeki cariyeye hem de İngiliz ailesinin kızlarına kendi evlerinde Farsça dersleri vermesi gibi farklı mekân düzenlemelerini elindeki yazılı pankartlarla Mehmetçik gerçekleştirir. Bu görevi ona “ortaoyunun” yönetmeni Ahmet Mithat Efendi vermiştir elbette. TİYATRO EĞLENCELİDİR İzlediğim oyunda bence en çok eleştirilen toplumsal olgulardan biri Osmanlı’daki cariyelik kurumudur. Kadının bu durumunu Ahmet Mithat Efendi birçok eserinde dile getirir. O zamanlarda insanların (genç kızların) parayla alınıp satılan birer esir(köle) olmaları gerçeği, bu oyunda sık sık komik unsurlarla bezenerek izleyicilerin dikkatlerine sunuluyor. Cariyesi Canan’a ders verirken ondaki istidadı ve güzelliği gören Rakım, Canan’a âşık olur. Bir gün ona “Sen esir değilsin; kendi kendinin efendisisin.” der. Oyunda sık sık hürriyet kavramına vurgu yapılması, yazarın ve döneminin yansımalarını da taşımaktadır. Canan’ın piyano hocası Madam Josephina da Rakım’a ilgi duyar. İngiliz ailenin bir kızı da ona âşıktır. Böylece Rakım, oyundaki kişilerden birinin dediği gibi “bulunmaz Hint kumaşı” durumunu almıştır. Rakım’a oyunda biraz da filmlerdeki “jön” havası verildiği, ona da belirli bir mesafeyle bakıldığı gözden kaçmıyor. Rakım, tercihini Canan’dan yana yapar ve onunla evlenmeye karar verir. Oyunda Felatun’un tüm malvarlığını yiyip bitiren tiyatro oyuncusu metresi Polin, Rakım’ı büyüten dadısı, İngiliz kız kardeşler onların ebeveynleri Bay ve Bayan Ziklas… ve çok sayıdaki oyuncu kadrosuyla zengin ve hareketli bir oyun izleniyor. Oyunda romanın asıl mesajının altının çok da fazla çizilmediğini, daha çok oyunun deneyselliğine odaklanmamızın sağlandığını düşünüyorum. Güldürü, zaman zaman ortaoyunundaki gibi sözü yanlış anlama, zaman zaman da komik hareketler üzerine kurulu. Çelişkili durum ya da tiplemeler, davranışlar da güldürü unsuru olarak işlev yükleniyor. Piyano parçaları ve alaturka çalgılar eşliğindeki danslarla şenlikli bir hava kazandırılan iki perdelik oyun bittiğinde iki saatin bana oldukça kısa gelen sürede nasıl geçip gittiğini anlayamadım. İzleyiciyi sıkmadan; Namık Kemal’in “Tiyatro eğlencedir ama eğlencelerin en faydalısıdır.” sözünü anımsatırcasına kotarılan bu oyun, Levent Suner tarafından yönetilmiş ve oyunun sahnelenmesinden bir hafta önce ölen hocası Metin And’ın anısına adanmış. Bence, oyunu uyarlayan Türel Ezici, oyuncular ve öteki emek verenlerle birlikte, ustasına layık bir oyun ortaya çıkarmış Levent Suner. Oyunla ilgili olarak şunları belirtiyor yönetmen: “Ahmet Mithat’ın roman yazımı üslubunda, adeta post modern zamanlarda yazarmış gibi romandan çıkıp okuyucusu ile doğrudan ilişki kurma alışkanlığı, oyunun sahnelenmesinde tiyatronun mutfağını seyirciye açma fikrinin doğmasına neden olmuştur. Sanki tiyatronun nasıl oluştuğunun dersi veriliyormuş gibi çerçeve sahneyle seyirci arasındaki görünmeyen duvar yıkılmıştır. Böylece iki alan birbirine yaklaşmıştır. Tüm mekânı oyun alanı kılarak çerçeve sahnede ortaoyunu çıkarmanın zorluğunun üstesinden gelinmeye çalışılmıştır.” Oyunda yer alan oyuncuların çok renkli kıyafetleri ve “elma şekeri” makyajları güldürü unsurunu abartmalara da yaslıyor; böylece bu çağdaş ortaoyununa ayrı bir atmosfer kazandırıyor. Hem eğlenmeye hem de düşünmeye çağıran Felatun Bey ile Rakım Efendi izlenmeyi hak eden bir oyun.
5 KASIM 2008 Çarşamba TARAF KÜLTÜR SANAT EKİ
KEMALETTİN TUĞCU İLE BİR ÇOCUK OKUR OLMAK

KEMALETTİN TUĞCU İLE BİR ÇOCUK OKUR OLMAK
Çocukluğunu/ ilkgençliğini 1960’lı, 1970’li yıllarda yaşayanların vazgeçilmez yol arkadaşlarından birisiydi Kemalettin Tuğcu. Bundan on iki yıl önce, 18 Ekim 1996 tarihinde yitirdiğimiz yazarın, bazen düşlerimizi dolduran gizemli bir okuma yolculuğuna, bazen de Ayşecik gibi sevimli film karelerine dönüşen romanları, ilginç kapaklarıyla, illüstrasyonlarıyla, afişleriyle bir döneme ciddi anlamda damgasını vurmuş birer popüler kültür yapıtıydı. Kemalettin Tuğcu, yalnızca yazınsal değil; aynı zamanda toplumsal bir fenomenin adıydı. Bu adın çevresinde oluşan büyülü bir hale vardı sanki. “Kemalettin Tuğcu okumak” şeklinde bir deyiş de dolaşırdı dillerde. Yılmaz Erdoğan, Kayıp Kentin Yakışıklısı kitabında yer alan Yaşayabilme İhtimali adlı ünlü şiirinde “Bizim Kemalettin Tuğcularımız vardı” diyerek, onun, bir dönemin çocuk ve ergenlerinin duyarlılığını oluşturan, onların iç dünyalarında derin izler bırakan bir yazar oluşuna göndermede bulunmaktadır. Bir bakıma, “insan, okuduklarının ve yaşadıklarının bir toplamı” değil midir?
Büyümenin Türkçe Tarihi adlı seçkisinin önsözünde Murathan Mungan, bir yazarın düş ve yaratım dünyasının küçük yaşta okuduğu kitaplarla şekillendiğini dile getirmekte; yazınsal beğenisinde, yaşamı anlama çabasında bu kitapların önemli bir payı olduğunu anlatmaktadır: “Özellikle çocukluğumuzda, yeniyetmeliğimizde, ilk gençliğimizde okuduklarımızın izi, niye diğerlerinden daha derindir ve okuduklarımız niye daha keskin çizgiler, daha berrak imgelerle saklı kalır, hatırlanır?” diye sormakta ve “Bazen okuduğunuz bir öykü sizi birkaç yaş birden büyütür. Çoğu kez edebiyat, hayattan daha çabuk büyütür. Yaşama ilişkin birçok şeyi, kendi deneyimlemenize gerek kalmadan edebiyat yoluyla öğrenirsiniz. Önünüzdeki yılların deneyimlenmiş, canlandırılmış, sonuçlandırılmış haliyle sizi, hayattan daha önce bilgilendirir, donatır; dünyaya ve geleceğinize hazırlar. Bakışlarımızı, sezgilerimizi, içgüdülerimizi, duygularımızı, düşüncelerimizi biler, geliştirir, olgunlaştırır. Bizi yalnızca dış dünyaya ve hayata ilişkin bilgilerle değil, aynı zamanda kendi içimizle, kendi duygularımızla da tanıştırır.” demektedir. Çocukluk ve ilk gençliklerini o yıllarda yaşayan yazarlardan Selim İleri, Ali Sirmen ve Orhan Pamuk üzerinde Kemalettin Tuğcu romanları önemli etkiler bırakmıştır. Selim İleri’ye göre Kemalettin Tuğcu, “duyarlı bir yazar”dır. Romanlarındaki çocukları hayatın zorlu yollarından geçirdikten sonra; ya okuma yoluyla ya bir meslek edinme yoluyla mutlaka topluma kazandırdığına dikkat çeken Selim İleri, Kemalettin Tuğcu’nun topluma kazandırılmış insanları bize anlatırken, bunun çetin yollardan geçtiğini vurguladığını ifade ediyor. Selim İleri, Kemalettin Tuğcu’nun, insanların acılar içindeki büyümelerini, hangi problemlerden yola çıkarak nerelere vardıklarını gözü yaşlı bir şekilde dile getirmesini doğal buluyor. “Ülkemizde gözü yaşlı olmak için pek çok neden söz konusu. Ama Kemalettin Tuğcu’nun bu çabası, yazık ki kendisinin en verimli çağlarında çevresince, edebiyat çevrelerince, eleştirmenlerce pek anlaşılamamıştır.” şeklinde yorum yapıyor. Selim İleri’nin o ince hüzünlü romanlarındaki duyarlılık; Orhan Pamuk’ta dile gelen İstanbul’un kentsel güzellikleri, çocukluklarındaki Kemalettin Tuğcu okumalarından da kaynaklanıyor olması da kuvvetle mümkün. Ancak, kuşkusuz bu yazarları besleyen daha pek çok yerli/yabancı yapıt ve yazar da vardı okuma serüvenleri boyunca.
Kemalettin Tuğcu’nun hiçbir kitabında suçlular cezasız kalmaz, iyiler roman sonunda. “ödülünü” alırlar. Dürüst ve çalışkan olmanın, yalan söylememenin, hırsızlık yapmamanın, yardımsever olmanın önemi, satır aralarında ve olay içinde sezdirilir. Erdemli olmak, her türlü maddi kaygının ötesindedir. ‘Temiz kişilik’ anlayışı, Kemalettin Tuğcu dünyasında önemli yer tutar; o, her şeyden önce ‘ahlakçı’ daha doğrusu ‘vicdanlara seslenen’ bir yazardır. Bu tutum, kaynağını dinsellikten değil; insancıl bakış açısından alır.
Yazarın romanlarında kurgu sorunlarıyla karşılaşmak oldukça zordur; anlatılanlara merak düğümleri atarak ilerleyen olay kurgusu, sonlara doğru okurun bu merak unsurlarının yavaş yavaş çözüldüğünü sezinlemesiyle okuma keyfine dönüşür; Kemalettin Tuğcu romanları ilgiyle okuturlar kendilerini. Olaya yaslanan bir romancılık anlayışı içindedir yazar. O nedenle fazla betimlemelerden uzak durarak, olayın akışı içinde insanları ve mekânları dile getirir.
Onun roman kurguları, esas itibarıyla ‘sorun odaklı’ dediğimiz bir roman kurgulama tarzında oluşturulmuştur. Kemalettin Tuğcu’nun, o dönemde toplum yapısından kaynaklanan birer sorun olarak gördüğü konular; yetimlik, yoksulluk, üvey anne/baba sorunu, aile içi çatışmalar, miras kavgaları, kimsesizlik, aile içi şiddet, bedensel engelli olma durumu, zenginlikten yoksul bir yaşama düşme, hastalık, işsizlik, açlık gibi konulardır. Annenin ve/veya babanın ölümü, anne-babanın boşanması, onlardan birinin ölümü gibi nedenlerle beliren ‘yetimlik’ teması, roman karakteri olan çocuğun kendisini çaresiz hissetmesine neden olur. Bu melodramatik yapı içinde, yetimliğini ve yoksulluğunu, okuma, çalışma vb. gibi yollarla aşacaktır kahramanımız. Dürüstlerin hep kazandığı, kötülerin cezasız kalmadığı bir dünya tasarımı sunar Kemalettin Tuğcu romanları. Onun çocuk karakterleri, hayat karşısında erkenden olgunlaşmışlardır. “Fakir çocukların meseleleri daha fazladır,” diyordu Kemalettin Tuğcu, “Onların ihtiyaçları daha fazla olur. Hayat ile mücadele esnasında daha çok hırpalanırlar.”
Kemalettin Tuğcu’yu bir dönem bu denli çok okunulası kılan nedenler arasında, yaşamın acı ve zorluklarını çoğu zaman 12-14 yaşlarındaki kız veya erkek birer çocuk/ergen olan roman kahramanları yoluyla, heyecanlı, sürükleyici, akıcı bir dil ve anlatımla dile getirmesi; acıyı işlerken umuda, çabaya, cesarete vurgu yapması sayılabilir. Romanlarının çoğu İstanbul’da geçer; Anadolu’da yaşayan pek çok çocuk okur, onun romanları aracılığıyla hiç görmedikleri İstanbul’u az çok tanıma olanağı bulmuştur. İlk gençlik çağında özdeşleyim duygusu yoğun yaşandığı için; roman karakterleriyle özdeşleşen genç okurlar, yaşamın zorluklarının, umutla, dürüstlükle, iyilikle, yardımseverlikle ve çalışkanlıkla aşılacağının sezgisine ulaşırlardı böylece. Maddi zevklere, tüketime, israfa yüz vermeyen; zenginlerin de mütevazı yaşamı öncelediği, gösterişten kaçarak yaşadığı yıllardır toplumun o dönemdeki durumu.
1980’lerden sonra Kemalettin Tuğcu romanlarının okunmaması; onların fazla ağlamaklı, acıklı vb. oldukları gibi nedenlerle okul kitaplıklarına bile alınmaması ilginçtir. Türkiye toplumu 1980’den sonra ciddi anlamda bir değişim ve dönüşüme uğratılmış; bu amaçla 12 Eylül darbesi hazırlanmış; tüketim, pazar ve piyasayı önceleyen, küresel sistemle entegre olması hedeflenen bir toplum modeli oluşturulmaya başlanmıştır. Bu devasa projeden yayıncılık sektörü de payını almış; edebiyata, topluma bakış açısı değişip dönüşmeye başlamıştır. Artık, yükselen değerler daha ziyade maddi olanlardır; köşe dönücülük erdemlilik gibi algılanır zaman zaman. Karakter aşınmasına uğrayan bireyler çoğalmış, imajın ve gösterişin her şeyi belirlediği, kavramların içinin boşaltıldığı bir döneme girilmiştir. Böyle bir toplum ve insan modelinde elbette toplumsal sorunlara klasik cemaatsel bakışla çözüm arayan; mahalle dayanışmasını, yardımseverliği, çalışmayı, dürüstlüğü; yoksulluğa ve yaşamın tüm zorluklarına karşı birer çözüm yolu olarak öneren Kemalettin Tuğcu romanlarının eski işlevi ve önemi kalmamıştır…
“Yoksulluk onun hikâyelerine en çıplak ve acı halleriyle, belki de meseleye
siyaseten el atan toplumcu yazarların metinlerinden bile daha abartılı ve ağdalı bir dille yansımıştı. Yoksul insanlardı anlattıkları; (...) mutluydu bu insanlar; üstelik bu kesif yoksulluktan sıyrılmak için bazı umut ışıkları da parıldardı uzaklarda: Kemalettin Tuğcu, yoksulluğu kalıcı bir yazgıya hiç dönüştürmemiş, sorunun sistem içinde mutlaka
halledileceği mesajını vermişti.” diyor A. Ömer Türkeş. Bu noktada Kemalettin Tuğcu romanlarının dönemin sistemi içinde kalan çözümler ürettiklerine eleştirel okuma olarak tanık oluyoruz. Kemalettin Tuğcu, romanlarında ilk gençlik çağındaki kahramanlarına ve okurlarına oldukça ‘uysal’ çözümler ve çıkış yolları göstermiştir bir anlamda.
Vasconcelos’un Şeker Portakalı’nı çoğumuz okumuşuzdur. Çocuk roman kahramanı Zeze, çok kardeşli, yoksul, sefil bir aile ortamında, sevgisiz, ilgisiz kalmıştır; o nedenle içten içe yapayalnız ve kimsesiz duyumsar kendini. Ailesinden zaman zaman şiddet görür. Ona sevgiyi öğreten, yaşamın güzelliklerini ve umudu gösteren; güç ve destek veren Bay Manuel Valaderes’i (Portuga) bir gün elim bir trafik kazasında yitirince, Zeze’nin girdiği o derin ruhsal bunalım ve içsel kırılmalar anımsandığında; bu romanın acıklı, dramatik sahnelerinin Kemalettin Tuğcu duyarlılığıyla yakınlığı dikkati çeker. Önemli fark, Zeze’nin sıkıldıkça şeker portakalı ağacıyla karşılıklı konuşması; yani düşsel motiflerdir. Düşsellik, Latin Amerika edebiyatına özgü genel bir bakış ve duyuş tarzıdır elbette. Şeker Portakalı umutla bitmez. Yüreğinde taş gibi ağır bir hüzünle bırakıverir okurunu. Yabancı yapıtların çocuk ve gençlik yazını dünyasında nedense -çoğu zaman- yerli yapıtlardan daha farklı, daha seçkin bir yere oturtulduğu da bir gerçek… Şeker Portakalı olanca ağlamaklılığına; içerdiği şiddet, bunalım ve acıya rağmen, okul ve aile ortamlarında okunan çocuk/ergen kitapları arasında seçkin ve önemli bir yer alıyor yıllardan beri… O halde Kemalettin Tuğcu romanları niye dışlanmaktadır, asıl sorulması gereken de budur. Bu durum, yazarla ilgili önyargıların bir dönem giderek yaygınlaşmasının sonucudur belki de.
Ağlamaklı, acıklı oluşu, şiddet uygulayan üvey anne/babalar, yoksulluk, yetimlik vb. konuları işlemesi, Kemalettin Tuğcu romanlarının, bir kuşak üzerinde bıraktığı erdemlilik anlayışına; vicdan, adalet duygularına ve umut tutkusuna engel oluşturmadığı görülmektedir.
Ancak, dünya çok değişmiştir. Çocuklar/ ergenler internetten, cep telefonlarından, çağdaş teknolojinin sağladığı pek çok olanaktan yararlanarak dünyayı anlamakta ve anlamlandırmaktadırlar. Onların algılamaları Kemalettin Tuğcu kuşağından çok başkadır. Artık, öncekilerden apayrı bir kuşak yetişmektedir. Bu kuşak, yaşamın bütün gerçeklerini kanlı 3. sayfa haberlerinde, TV’lerde savaş, cinayet, intihar görüntülerini canlı yayınlayan haber filmlerinde, şiddet dolu bilgisayar oyunlarında, çizgi filmlerde, internetin karanlık köşelerinde görmekte ve okumaktadır. Yaşam, onlar için bir tragedya gibidir. Ancak, farkındalıkları ve duyarlılıkları iyice törpülendiği, aşındırıldığı için bir tragedya içinde yaşadıklarının bile farkında değildirler. Üstelik ‘bilgi çağı tragedyasında’ kanlı sahneler olanca dehşetiyle ekranlarda gösterilmektedir. Bu dönemin çocuk ve ergenleri için yazılan kitaplar; mitosların, tarihin gizemli kaynaklarından süzülen; büyülü, fantastik yolculuklara açılan; bambaşka dünyalara alıp götüren; olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkisini kıran apayrı içerik ve formattaki roman ve öykülerdir. Bu yapıtların yaşamda ve toplumda karşılıklarını bulmak oldukça zordur. Önemli bir kısmı, yabancı kaynaklı çeviri kitaplardır. Bazı yerli çocuk yazarları da bu akışın etkisinde yapıtlar üretmeyi öncelemektedirler. Bu durum, kaynağını toplumdan alan, insani değerleri satır aralarında sezdiren, çocuğu ve ergeni çok kültürlü demokratik yapılanmalara hazırlayan, farklılıkların birlikteliğini gösteren yepyeni bir çocuk/ergen edebiyatının ol(a)mayacağı/ gerçekleş(e)meyeceği anlamına da gelmemektedir.
Başka bir edebiyat, başka bir toplum ve başka bir dünya her zaman için mümkündür. Yeter ki ütopyanın, ‘ gerçekleşmesi mümkün olan’ anlamını da içerdiğini unutmamalı. Başka dünyalara, başka ırmaklara açılan meraklı Küçük Kara Balık’ı ya da sürünün dışına çıkıp çok uzaklara, yükseklere uçan Martı Jonathan’ı unutanımız var mı?
(TARAF Pazar Eki, 16 Kasım, 2008)
KAYNAKLAR:
“Kemalettin Tuğcu Romanları: Özgün Bir Popüler Edebiyat
Türü”, Melike Sıla ARLI, Bilkent Üniversitesi, Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü/
TÜRK EDEBİYATI BÖLÜMÜ, Bilkent Üniversitesi, Ankara, Haziran 2005, master tez.
“Yazınsal Metinlerde Kitsch Olgusu ve Popüler Saygınlık” Mehmet AYDIN KAL
www.askinehali.com/sayi10/yazinsalmkops.htm - 39k -
“Sırça Köşkün Masalcısı” Nemika TUĞCU, Can Yayınları, İstanbul, 2004.
“Kemalettin Tuğcu ve Çocuk Edebiyatı”, Nemika TUĞCU, Hece Dergisi, 2005, 104-105.
“Serseri Âşıklar”, A. Ömer TÜRKEŞ, Virgül Dergisi, 51, Mayıs 2002, 26-27.
“Büyümenin Türkçe Tarihi”, Murathan MUNGAN, Metis Yayınları, İstanbul, 2007.
“Yaşayabilme İhtimali”, (şiir), Yılmaz ERDOĞAN, “Kayıp Kentin Yakışıklısı” içinde, Sel Yayıncılık, İstanbul, 1998.
Çocukluğunu/ ilkgençliğini 1960’lı, 1970’li yıllarda yaşayanların vazgeçilmez yol arkadaşlarından birisiydi Kemalettin Tuğcu. Bundan on iki yıl önce, 18 Ekim 1996 tarihinde yitirdiğimiz yazarın, bazen düşlerimizi dolduran gizemli bir okuma yolculuğuna, bazen de Ayşecik gibi sevimli film karelerine dönüşen romanları, ilginç kapaklarıyla, illüstrasyonlarıyla, afişleriyle bir döneme ciddi anlamda damgasını vurmuş birer popüler kültür yapıtıydı. Kemalettin Tuğcu, yalnızca yazınsal değil; aynı zamanda toplumsal bir fenomenin adıydı. Bu adın çevresinde oluşan büyülü bir hale vardı sanki. “Kemalettin Tuğcu okumak” şeklinde bir deyiş de dolaşırdı dillerde. Yılmaz Erdoğan, Kayıp Kentin Yakışıklısı kitabında yer alan Yaşayabilme İhtimali adlı ünlü şiirinde “Bizim Kemalettin Tuğcularımız vardı” diyerek, onun, bir dönemin çocuk ve ergenlerinin duyarlılığını oluşturan, onların iç dünyalarında derin izler bırakan bir yazar oluşuna göndermede bulunmaktadır. Bir bakıma, “insan, okuduklarının ve yaşadıklarının bir toplamı” değil midir?
Büyümenin Türkçe Tarihi adlı seçkisinin önsözünde Murathan Mungan, bir yazarın düş ve yaratım dünyasının küçük yaşta okuduğu kitaplarla şekillendiğini dile getirmekte; yazınsal beğenisinde, yaşamı anlama çabasında bu kitapların önemli bir payı olduğunu anlatmaktadır: “Özellikle çocukluğumuzda, yeniyetmeliğimizde, ilk gençliğimizde okuduklarımızın izi, niye diğerlerinden daha derindir ve okuduklarımız niye daha keskin çizgiler, daha berrak imgelerle saklı kalır, hatırlanır?” diye sormakta ve “Bazen okuduğunuz bir öykü sizi birkaç yaş birden büyütür. Çoğu kez edebiyat, hayattan daha çabuk büyütür. Yaşama ilişkin birçok şeyi, kendi deneyimlemenize gerek kalmadan edebiyat yoluyla öğrenirsiniz. Önünüzdeki yılların deneyimlenmiş, canlandırılmış, sonuçlandırılmış haliyle sizi, hayattan daha önce bilgilendirir, donatır; dünyaya ve geleceğinize hazırlar. Bakışlarımızı, sezgilerimizi, içgüdülerimizi, duygularımızı, düşüncelerimizi biler, geliştirir, olgunlaştırır. Bizi yalnızca dış dünyaya ve hayata ilişkin bilgilerle değil, aynı zamanda kendi içimizle, kendi duygularımızla da tanıştırır.” demektedir. Çocukluk ve ilk gençliklerini o yıllarda yaşayan yazarlardan Selim İleri, Ali Sirmen ve Orhan Pamuk üzerinde Kemalettin Tuğcu romanları önemli etkiler bırakmıştır. Selim İleri’ye göre Kemalettin Tuğcu, “duyarlı bir yazar”dır. Romanlarındaki çocukları hayatın zorlu yollarından geçirdikten sonra; ya okuma yoluyla ya bir meslek edinme yoluyla mutlaka topluma kazandırdığına dikkat çeken Selim İleri, Kemalettin Tuğcu’nun topluma kazandırılmış insanları bize anlatırken, bunun çetin yollardan geçtiğini vurguladığını ifade ediyor. Selim İleri, Kemalettin Tuğcu’nun, insanların acılar içindeki büyümelerini, hangi problemlerden yola çıkarak nerelere vardıklarını gözü yaşlı bir şekilde dile getirmesini doğal buluyor. “Ülkemizde gözü yaşlı olmak için pek çok neden söz konusu. Ama Kemalettin Tuğcu’nun bu çabası, yazık ki kendisinin en verimli çağlarında çevresince, edebiyat çevrelerince, eleştirmenlerce pek anlaşılamamıştır.” şeklinde yorum yapıyor. Selim İleri’nin o ince hüzünlü romanlarındaki duyarlılık; Orhan Pamuk’ta dile gelen İstanbul’un kentsel güzellikleri, çocukluklarındaki Kemalettin Tuğcu okumalarından da kaynaklanıyor olması da kuvvetle mümkün. Ancak, kuşkusuz bu yazarları besleyen daha pek çok yerli/yabancı yapıt ve yazar da vardı okuma serüvenleri boyunca.
Kemalettin Tuğcu’nun hiçbir kitabında suçlular cezasız kalmaz, iyiler roman sonunda. “ödülünü” alırlar. Dürüst ve çalışkan olmanın, yalan söylememenin, hırsızlık yapmamanın, yardımsever olmanın önemi, satır aralarında ve olay içinde sezdirilir. Erdemli olmak, her türlü maddi kaygının ötesindedir. ‘Temiz kişilik’ anlayışı, Kemalettin Tuğcu dünyasında önemli yer tutar; o, her şeyden önce ‘ahlakçı’ daha doğrusu ‘vicdanlara seslenen’ bir yazardır. Bu tutum, kaynağını dinsellikten değil; insancıl bakış açısından alır.
Yazarın romanlarında kurgu sorunlarıyla karşılaşmak oldukça zordur; anlatılanlara merak düğümleri atarak ilerleyen olay kurgusu, sonlara doğru okurun bu merak unsurlarının yavaş yavaş çözüldüğünü sezinlemesiyle okuma keyfine dönüşür; Kemalettin Tuğcu romanları ilgiyle okuturlar kendilerini. Olaya yaslanan bir romancılık anlayışı içindedir yazar. O nedenle fazla betimlemelerden uzak durarak, olayın akışı içinde insanları ve mekânları dile getirir.
Onun roman kurguları, esas itibarıyla ‘sorun odaklı’ dediğimiz bir roman kurgulama tarzında oluşturulmuştur. Kemalettin Tuğcu’nun, o dönemde toplum yapısından kaynaklanan birer sorun olarak gördüğü konular; yetimlik, yoksulluk, üvey anne/baba sorunu, aile içi çatışmalar, miras kavgaları, kimsesizlik, aile içi şiddet, bedensel engelli olma durumu, zenginlikten yoksul bir yaşama düşme, hastalık, işsizlik, açlık gibi konulardır. Annenin ve/veya babanın ölümü, anne-babanın boşanması, onlardan birinin ölümü gibi nedenlerle beliren ‘yetimlik’ teması, roman karakteri olan çocuğun kendisini çaresiz hissetmesine neden olur. Bu melodramatik yapı içinde, yetimliğini ve yoksulluğunu, okuma, çalışma vb. gibi yollarla aşacaktır kahramanımız. Dürüstlerin hep kazandığı, kötülerin cezasız kalmadığı bir dünya tasarımı sunar Kemalettin Tuğcu romanları. Onun çocuk karakterleri, hayat karşısında erkenden olgunlaşmışlardır. “Fakir çocukların meseleleri daha fazladır,” diyordu Kemalettin Tuğcu, “Onların ihtiyaçları daha fazla olur. Hayat ile mücadele esnasında daha çok hırpalanırlar.”
Kemalettin Tuğcu’yu bir dönem bu denli çok okunulası kılan nedenler arasında, yaşamın acı ve zorluklarını çoğu zaman 12-14 yaşlarındaki kız veya erkek birer çocuk/ergen olan roman kahramanları yoluyla, heyecanlı, sürükleyici, akıcı bir dil ve anlatımla dile getirmesi; acıyı işlerken umuda, çabaya, cesarete vurgu yapması sayılabilir. Romanlarının çoğu İstanbul’da geçer; Anadolu’da yaşayan pek çok çocuk okur, onun romanları aracılığıyla hiç görmedikleri İstanbul’u az çok tanıma olanağı bulmuştur. İlk gençlik çağında özdeşleyim duygusu yoğun yaşandığı için; roman karakterleriyle özdeşleşen genç okurlar, yaşamın zorluklarının, umutla, dürüstlükle, iyilikle, yardımseverlikle ve çalışkanlıkla aşılacağının sezgisine ulaşırlardı böylece. Maddi zevklere, tüketime, israfa yüz vermeyen; zenginlerin de mütevazı yaşamı öncelediği, gösterişten kaçarak yaşadığı yıllardır toplumun o dönemdeki durumu.
1980’lerden sonra Kemalettin Tuğcu romanlarının okunmaması; onların fazla ağlamaklı, acıklı vb. oldukları gibi nedenlerle okul kitaplıklarına bile alınmaması ilginçtir. Türkiye toplumu 1980’den sonra ciddi anlamda bir değişim ve dönüşüme uğratılmış; bu amaçla 12 Eylül darbesi hazırlanmış; tüketim, pazar ve piyasayı önceleyen, küresel sistemle entegre olması hedeflenen bir toplum modeli oluşturulmaya başlanmıştır. Bu devasa projeden yayıncılık sektörü de payını almış; edebiyata, topluma bakış açısı değişip dönüşmeye başlamıştır. Artık, yükselen değerler daha ziyade maddi olanlardır; köşe dönücülük erdemlilik gibi algılanır zaman zaman. Karakter aşınmasına uğrayan bireyler çoğalmış, imajın ve gösterişin her şeyi belirlediği, kavramların içinin boşaltıldığı bir döneme girilmiştir. Böyle bir toplum ve insan modelinde elbette toplumsal sorunlara klasik cemaatsel bakışla çözüm arayan; mahalle dayanışmasını, yardımseverliği, çalışmayı, dürüstlüğü; yoksulluğa ve yaşamın tüm zorluklarına karşı birer çözüm yolu olarak öneren Kemalettin Tuğcu romanlarının eski işlevi ve önemi kalmamıştır…
“Yoksulluk onun hikâyelerine en çıplak ve acı halleriyle, belki de meseleye
siyaseten el atan toplumcu yazarların metinlerinden bile daha abartılı ve ağdalı bir dille yansımıştı. Yoksul insanlardı anlattıkları; (...) mutluydu bu insanlar; üstelik bu kesif yoksulluktan sıyrılmak için bazı umut ışıkları da parıldardı uzaklarda: Kemalettin Tuğcu, yoksulluğu kalıcı bir yazgıya hiç dönüştürmemiş, sorunun sistem içinde mutlaka
halledileceği mesajını vermişti.” diyor A. Ömer Türkeş. Bu noktada Kemalettin Tuğcu romanlarının dönemin sistemi içinde kalan çözümler ürettiklerine eleştirel okuma olarak tanık oluyoruz. Kemalettin Tuğcu, romanlarında ilk gençlik çağındaki kahramanlarına ve okurlarına oldukça ‘uysal’ çözümler ve çıkış yolları göstermiştir bir anlamda.
Vasconcelos’un Şeker Portakalı’nı çoğumuz okumuşuzdur. Çocuk roman kahramanı Zeze, çok kardeşli, yoksul, sefil bir aile ortamında, sevgisiz, ilgisiz kalmıştır; o nedenle içten içe yapayalnız ve kimsesiz duyumsar kendini. Ailesinden zaman zaman şiddet görür. Ona sevgiyi öğreten, yaşamın güzelliklerini ve umudu gösteren; güç ve destek veren Bay Manuel Valaderes’i (Portuga) bir gün elim bir trafik kazasında yitirince, Zeze’nin girdiği o derin ruhsal bunalım ve içsel kırılmalar anımsandığında; bu romanın acıklı, dramatik sahnelerinin Kemalettin Tuğcu duyarlılığıyla yakınlığı dikkati çeker. Önemli fark, Zeze’nin sıkıldıkça şeker portakalı ağacıyla karşılıklı konuşması; yani düşsel motiflerdir. Düşsellik, Latin Amerika edebiyatına özgü genel bir bakış ve duyuş tarzıdır elbette. Şeker Portakalı umutla bitmez. Yüreğinde taş gibi ağır bir hüzünle bırakıverir okurunu. Yabancı yapıtların çocuk ve gençlik yazını dünyasında nedense -çoğu zaman- yerli yapıtlardan daha farklı, daha seçkin bir yere oturtulduğu da bir gerçek… Şeker Portakalı olanca ağlamaklılığına; içerdiği şiddet, bunalım ve acıya rağmen, okul ve aile ortamlarında okunan çocuk/ergen kitapları arasında seçkin ve önemli bir yer alıyor yıllardan beri… O halde Kemalettin Tuğcu romanları niye dışlanmaktadır, asıl sorulması gereken de budur. Bu durum, yazarla ilgili önyargıların bir dönem giderek yaygınlaşmasının sonucudur belki de.
Ağlamaklı, acıklı oluşu, şiddet uygulayan üvey anne/babalar, yoksulluk, yetimlik vb. konuları işlemesi, Kemalettin Tuğcu romanlarının, bir kuşak üzerinde bıraktığı erdemlilik anlayışına; vicdan, adalet duygularına ve umut tutkusuna engel oluşturmadığı görülmektedir.
Ancak, dünya çok değişmiştir. Çocuklar/ ergenler internetten, cep telefonlarından, çağdaş teknolojinin sağladığı pek çok olanaktan yararlanarak dünyayı anlamakta ve anlamlandırmaktadırlar. Onların algılamaları Kemalettin Tuğcu kuşağından çok başkadır. Artık, öncekilerden apayrı bir kuşak yetişmektedir. Bu kuşak, yaşamın bütün gerçeklerini kanlı 3. sayfa haberlerinde, TV’lerde savaş, cinayet, intihar görüntülerini canlı yayınlayan haber filmlerinde, şiddet dolu bilgisayar oyunlarında, çizgi filmlerde, internetin karanlık köşelerinde görmekte ve okumaktadır. Yaşam, onlar için bir tragedya gibidir. Ancak, farkındalıkları ve duyarlılıkları iyice törpülendiği, aşındırıldığı için bir tragedya içinde yaşadıklarının bile farkında değildirler. Üstelik ‘bilgi çağı tragedyasında’ kanlı sahneler olanca dehşetiyle ekranlarda gösterilmektedir. Bu dönemin çocuk ve ergenleri için yazılan kitaplar; mitosların, tarihin gizemli kaynaklarından süzülen; büyülü, fantastik yolculuklara açılan; bambaşka dünyalara alıp götüren; olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkisini kıran apayrı içerik ve formattaki roman ve öykülerdir. Bu yapıtların yaşamda ve toplumda karşılıklarını bulmak oldukça zordur. Önemli bir kısmı, yabancı kaynaklı çeviri kitaplardır. Bazı yerli çocuk yazarları da bu akışın etkisinde yapıtlar üretmeyi öncelemektedirler. Bu durum, kaynağını toplumdan alan, insani değerleri satır aralarında sezdiren, çocuğu ve ergeni çok kültürlü demokratik yapılanmalara hazırlayan, farklılıkların birlikteliğini gösteren yepyeni bir çocuk/ergen edebiyatının ol(a)mayacağı/ gerçekleş(e)meyeceği anlamına da gelmemektedir.
Başka bir edebiyat, başka bir toplum ve başka bir dünya her zaman için mümkündür. Yeter ki ütopyanın, ‘ gerçekleşmesi mümkün olan’ anlamını da içerdiğini unutmamalı. Başka dünyalara, başka ırmaklara açılan meraklı Küçük Kara Balık’ı ya da sürünün dışına çıkıp çok uzaklara, yükseklere uçan Martı Jonathan’ı unutanımız var mı?
(TARAF Pazar Eki, 16 Kasım, 2008)
KAYNAKLAR:
“Kemalettin Tuğcu Romanları: Özgün Bir Popüler Edebiyat
Türü”, Melike Sıla ARLI, Bilkent Üniversitesi, Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü/
TÜRK EDEBİYATI BÖLÜMÜ, Bilkent Üniversitesi, Ankara, Haziran 2005, master tez.
“Yazınsal Metinlerde Kitsch Olgusu ve Popüler Saygınlık” Mehmet AYDIN KAL
www.askinehali.com/sayi10/yazinsalmkops.htm - 39k -
“Sırça Köşkün Masalcısı” Nemika TUĞCU, Can Yayınları, İstanbul, 2004.
“Kemalettin Tuğcu ve Çocuk Edebiyatı”, Nemika TUĞCU, Hece Dergisi, 2005, 104-105.
“Serseri Âşıklar”, A. Ömer TÜRKEŞ, Virgül Dergisi, 51, Mayıs 2002, 26-27.
“Büyümenin Türkçe Tarihi”, Murathan MUNGAN, Metis Yayınları, İstanbul, 2007.
“Yaşayabilme İhtimali”, (şiir), Yılmaz ERDOĞAN, “Kayıp Kentin Yakışıklısı” içinde, Sel Yayıncılık, İstanbul, 1998.
HÜLYA SOYŞEKERCİ İLE BİR OKUMA YOLCULUĞU(Ömer Akşahan, VARLIK, Aralık 2008)
“KÜÇÜK SULAR BÜYÜK BALIKLARA GÖRE DEĞİLDİR”(*)
HÜLYA SOYŞEKERCİ’YLE BİR OKUMA YOLCULUĞU
“Yazar, niçin yazmak ihtiyacını duyar; kalemiyle oluşturduğu yazın dostluğu, onun açısından niçin yaşamsal bir önem taşı? Bir yazar, yazmaya niçin küser, niçin yazmayı bırakır da kalemle dostluğunu edebiyatın dışındaki yazılarda ya da alanlarda sürdürür?”(I)
‘Niçin Yazıyorum?’ başlıklı bir yazımda ilk soruya şöyle bir yanıt verdim: “Yazı kişinin kendisiyle hesaplaşmasıdır. Bu hesaplaşmayı çoğunlukla gece yaparım. Böyle anlarımda kendimi kolayca ipe çekebilirim diye düşünür, ama hiçbir zaman bunu başaramam. İşte kendisini ipe çekemeyenlerin başvurduğu kolay yol, yazı yazmaktır diye düşünüyorum. Bu açıklamamı yadırgayanlara vereceğim yanıtsa; çünkü yazı da bir intihardır.”
Hülya Soyşekerci’nin, insanlığın ortak tragedyası diye tanımladığı ve romanın özü olarak saptadığı Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam adlı romanından aşağıya alıntılanan bölüm, sorulara farklı bakış açısından yanıtlar veriyordu.
“Kuyara ile Adako: Bütün çağların trajedisi bu. Ku-ya-ra: ‘Kumda yatma rahatlığı’. ‘A-da-ko: ‘Ağaç dalı kompleksi.’ Kuyara, alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. Düşünmeden uyuyuvermek. Biteviye geçen günlerin kolaylığı. Ya adako? Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini fark ettin mi bilmem? Hep öteye öteye uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben ‘ağaç dalı kompleksi’ diyorum. Genç hastalığıdır. Çoğunlukla Kuyara dişidir. Adako erkek. Pek seyek cins değiştirdikleri de olur. Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu Adako’yu budarlar. Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o. Ayrılır. Balta işlemez ona.” (s. 132)(II)
Yazarların neden daha çok büyük kentlerde yaşama tutunmaya çalıştıklarına güzel örnek, Atılgan’ın Aylak Adam’ındaki kahramanı C.’dir. Küçük kent ve kasabalar, yaşamı farklı algılayan yazarlar içinse cehennemden farksızdır; her gün yavaş yavaş bir dalının budandığını gören yazar giderek gövdeye yaklaşır, ya baskıya boyun eğer ya da günün birinde insanlara, ben de bir zamanlar şiirler, öyküler yazmıştım, deme ihtiyacını duyar.
Fakat kimi yazarlar için geleceğe kalmanın yolu intihardan geçer. Bu durum, gövdenin köke yakın budanışıdır ki, edebiyatta birçok örneği vardır. Çoğu yazar ve şair yaşamın kıyısını kendine mesken edinir. Derin bir uçurum olarak algıladıkları yaşam çizgisinin başladığı noktayı, doğdukları anı, ölümün başlangıcı kabul ederler. Onlar yaşarken ölüdürler. Bu algılamaya sahip birinin nerede yaşadığının bir önemi yoktur. Edebiyatımızda Ankaralı Kaan İnce ve İstanbullu Nilgün Marmara bu duruma tipik iki örnektir.
Virgina Woolf güncesinde şunu yazar: “Niçin hayat böyle trajik? Neden böylesine bir uçurumun üzerindeki daracık bir kaldırım gibi. Aşağı bakıyorum; başım dönüyor, sonuna kadar nasıl yürüyeceğim, bilemiyorum.”(III)
1983’te çıkan ilk yazısıyla başladığı yazarlık yaşamında iyi bir eleştirmen olmayı iş edinen Hülya Soyşekerci, öğretmenlikten emekli olmasıyla birlikte daha serbest zamanlı bir çalışma içinde bulur kendini. 2004 ile 2007 yılları arasında okuduğu yapıtları çözümlemenin yanısıra, o kitabın yazarının -eğer varsa- yazdığı günlüklerinden yola çıkarak farklı bir dünyaya, deyim yerindeyse yazının perde arkasına sürüklüyor okurunu. Çünkü ona göre, bir yazarı iyi tanımanın en temel yolu o yazarın tuttuğu günlükleridir. Günlükler, edebiyatın bitip tükenmez serüveninde yazarın iç dünyasını aydınlatan bir deniz feneri gibidir. Soyşekerci ele aldığı bir yazarın salt bir yapıtıyla yetinmez, ulaşabildiği tüm yapıtlarının yanısıra onlar hakkında yazılmış eleştirel yazıları da araştırma kapsamına alır.
Onun her bir günlüğü, yeni bir yazar ve yapıtını içselleştirerek tanımaya tutulmuş bir aynadır. Özellikle okuma fukarası bir ülke için Soyşekerci, farklılığını bu yapıtıyla bize duyumsatıyor.
Okuma günlüklerinden aynı zamanda bir öykü tadı aldım. Kimi satırlarda rastladığım öyle güçlü betimlemeler vardı ki, iyi ki yitip gitmemiş dedim. Öte yandan o tümcelerin bir öyküde ne de güzel bir ses verebileceğini hayal ettim.
Yazarın bence, öykücü yanını ele veren günlüğü, İzmir Kemeraltı’nı anlatırken daha parlak yansıyor okurun aynasına. Benim de çok sevdiğim o tarihsel mekânı üç beş satırla da olsa okuyalım;”Geçmiş, şimdiki zamanla köşe kapmaca oynuyor Kemeraltı’nda. Bazen her ikisi bu oyunu saklambaca çeviriyor; birbirlerini arıyorlar. Ben de bu gizemin izlerini sürüyorum sessizce. Zamanın kırılma noktalarını buluyorum Kemeraltı’nda. (…) Cevahir Bedesteni’nden içeri bir güvercin hafifliğinde süzülüyorum. (IV)
Hülya Soyşekerci’nin günlüklerine konuk olan ve onda derin izler bırakan yazar ve şairler bir resmi geçitteymişçesine yaşamın acılı ve sancılı yüzünden bize seslenir gibidirler: Duygu Asena, Füruğ Ferruhzad, Nilgün Marmara, Sylvia Plath, Yusuf Atılgan, Orhan Kemal, Aydın Şimşek, Bilge Karasu, Şükran Yücel, George Lukacs, Pablo Neruda, Henri Frederick Amiel, Stefan Zweig, Tomris Uyar, Julio Cortazar, Louis Aragon, J. P. Sartre, Virginia Woolf, İtalo Svevo, Hasan Ali Toptaş, Tezer Özlü, Cesare Pavese, Feridun Andaç, Mehmet Uzun. Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar, verdiği çok değerli bilgilerin yanı sıra, üst düzey bir okumanın nasıl olması gerektiği konusunda da hayli ipuçlarını barındırıyor.
Yazıya Sayın Soyşekerci’nin anımsattığı, Cahit Sıtkı’nın ünlü bir dileğiyle bitirelim: “Yeter ki gün eksilmesin penceremden.” O yazarlar ki, her gün bizi aydınlatmak için pencere kanatlarında bekleşirler; Hollanda’da yaşayan yurttaşların betimlediği, ‘bir Türk kumrusu’ gibi sessizce, tozlu kitap raflarında.
////
NOTLAR:
(*) İranlı şair Füruğ Ferruhzad’ın sözü: Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar, Soyşekerci Hülya, s. 99, Kanguru Yayınları, Ankara, 2008.
(I) agy., s. 212.
(II) agy., s. 222.
(III) agy., s. 173.
(IV) agy., s. 50.
Ömer AKŞAHAN
HÜLYA SOYŞEKERCİ’YLE BİR OKUMA YOLCULUĞU
“Yazar, niçin yazmak ihtiyacını duyar; kalemiyle oluşturduğu yazın dostluğu, onun açısından niçin yaşamsal bir önem taşı? Bir yazar, yazmaya niçin küser, niçin yazmayı bırakır da kalemle dostluğunu edebiyatın dışındaki yazılarda ya da alanlarda sürdürür?”(I)
‘Niçin Yazıyorum?’ başlıklı bir yazımda ilk soruya şöyle bir yanıt verdim: “Yazı kişinin kendisiyle hesaplaşmasıdır. Bu hesaplaşmayı çoğunlukla gece yaparım. Böyle anlarımda kendimi kolayca ipe çekebilirim diye düşünür, ama hiçbir zaman bunu başaramam. İşte kendisini ipe çekemeyenlerin başvurduğu kolay yol, yazı yazmaktır diye düşünüyorum. Bu açıklamamı yadırgayanlara vereceğim yanıtsa; çünkü yazı da bir intihardır.”
Hülya Soyşekerci’nin, insanlığın ortak tragedyası diye tanımladığı ve romanın özü olarak saptadığı Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam adlı romanından aşağıya alıntılanan bölüm, sorulara farklı bakış açısından yanıtlar veriyordu.
“Kuyara ile Adako: Bütün çağların trajedisi bu. Ku-ya-ra: ‘Kumda yatma rahatlığı’. ‘A-da-ko: ‘Ağaç dalı kompleksi.’ Kuyara, alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. Düşünmeden uyuyuvermek. Biteviye geçen günlerin kolaylığı. Ya adako? Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini fark ettin mi bilmem? Hep öteye öteye uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben ‘ağaç dalı kompleksi’ diyorum. Genç hastalığıdır. Çoğunlukla Kuyara dişidir. Adako erkek. Pek seyek cins değiştirdikleri de olur. Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu Adako’yu budarlar. Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o. Ayrılır. Balta işlemez ona.” (s. 132)(II)
Yazarların neden daha çok büyük kentlerde yaşama tutunmaya çalıştıklarına güzel örnek, Atılgan’ın Aylak Adam’ındaki kahramanı C.’dir. Küçük kent ve kasabalar, yaşamı farklı algılayan yazarlar içinse cehennemden farksızdır; her gün yavaş yavaş bir dalının budandığını gören yazar giderek gövdeye yaklaşır, ya baskıya boyun eğer ya da günün birinde insanlara, ben de bir zamanlar şiirler, öyküler yazmıştım, deme ihtiyacını duyar.
Fakat kimi yazarlar için geleceğe kalmanın yolu intihardan geçer. Bu durum, gövdenin köke yakın budanışıdır ki, edebiyatta birçok örneği vardır. Çoğu yazar ve şair yaşamın kıyısını kendine mesken edinir. Derin bir uçurum olarak algıladıkları yaşam çizgisinin başladığı noktayı, doğdukları anı, ölümün başlangıcı kabul ederler. Onlar yaşarken ölüdürler. Bu algılamaya sahip birinin nerede yaşadığının bir önemi yoktur. Edebiyatımızda Ankaralı Kaan İnce ve İstanbullu Nilgün Marmara bu duruma tipik iki örnektir.
Virgina Woolf güncesinde şunu yazar: “Niçin hayat böyle trajik? Neden böylesine bir uçurumun üzerindeki daracık bir kaldırım gibi. Aşağı bakıyorum; başım dönüyor, sonuna kadar nasıl yürüyeceğim, bilemiyorum.”(III)
1983’te çıkan ilk yazısıyla başladığı yazarlık yaşamında iyi bir eleştirmen olmayı iş edinen Hülya Soyşekerci, öğretmenlikten emekli olmasıyla birlikte daha serbest zamanlı bir çalışma içinde bulur kendini. 2004 ile 2007 yılları arasında okuduğu yapıtları çözümlemenin yanısıra, o kitabın yazarının -eğer varsa- yazdığı günlüklerinden yola çıkarak farklı bir dünyaya, deyim yerindeyse yazının perde arkasına sürüklüyor okurunu. Çünkü ona göre, bir yazarı iyi tanımanın en temel yolu o yazarın tuttuğu günlükleridir. Günlükler, edebiyatın bitip tükenmez serüveninde yazarın iç dünyasını aydınlatan bir deniz feneri gibidir. Soyşekerci ele aldığı bir yazarın salt bir yapıtıyla yetinmez, ulaşabildiği tüm yapıtlarının yanısıra onlar hakkında yazılmış eleştirel yazıları da araştırma kapsamına alır.
Onun her bir günlüğü, yeni bir yazar ve yapıtını içselleştirerek tanımaya tutulmuş bir aynadır. Özellikle okuma fukarası bir ülke için Soyşekerci, farklılığını bu yapıtıyla bize duyumsatıyor.
Okuma günlüklerinden aynı zamanda bir öykü tadı aldım. Kimi satırlarda rastladığım öyle güçlü betimlemeler vardı ki, iyi ki yitip gitmemiş dedim. Öte yandan o tümcelerin bir öyküde ne de güzel bir ses verebileceğini hayal ettim.
Yazarın bence, öykücü yanını ele veren günlüğü, İzmir Kemeraltı’nı anlatırken daha parlak yansıyor okurun aynasına. Benim de çok sevdiğim o tarihsel mekânı üç beş satırla da olsa okuyalım;”Geçmiş, şimdiki zamanla köşe kapmaca oynuyor Kemeraltı’nda. Bazen her ikisi bu oyunu saklambaca çeviriyor; birbirlerini arıyorlar. Ben de bu gizemin izlerini sürüyorum sessizce. Zamanın kırılma noktalarını buluyorum Kemeraltı’nda. (…) Cevahir Bedesteni’nden içeri bir güvercin hafifliğinde süzülüyorum. (IV)
Hülya Soyşekerci’nin günlüklerine konuk olan ve onda derin izler bırakan yazar ve şairler bir resmi geçitteymişçesine yaşamın acılı ve sancılı yüzünden bize seslenir gibidirler: Duygu Asena, Füruğ Ferruhzad, Nilgün Marmara, Sylvia Plath, Yusuf Atılgan, Orhan Kemal, Aydın Şimşek, Bilge Karasu, Şükran Yücel, George Lukacs, Pablo Neruda, Henri Frederick Amiel, Stefan Zweig, Tomris Uyar, Julio Cortazar, Louis Aragon, J. P. Sartre, Virginia Woolf, İtalo Svevo, Hasan Ali Toptaş, Tezer Özlü, Cesare Pavese, Feridun Andaç, Mehmet Uzun. Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar, verdiği çok değerli bilgilerin yanı sıra, üst düzey bir okumanın nasıl olması gerektiği konusunda da hayli ipuçlarını barındırıyor.
Yazıya Sayın Soyşekerci’nin anımsattığı, Cahit Sıtkı’nın ünlü bir dileğiyle bitirelim: “Yeter ki gün eksilmesin penceremden.” O yazarlar ki, her gün bizi aydınlatmak için pencere kanatlarında bekleşirler; Hollanda’da yaşayan yurttaşların betimlediği, ‘bir Türk kumrusu’ gibi sessizce, tozlu kitap raflarında.
////
NOTLAR:
(*) İranlı şair Füruğ Ferruhzad’ın sözü: Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar, Soyşekerci Hülya, s. 99, Kanguru Yayınları, Ankara, 2008.
(I) agy., s. 212.
(II) agy., s. 222.
(III) agy., s. 173.
(IV) agy., s. 50.
Ömer AKŞAHAN
SESSİZ ATÖLYE (Raşel Rakella Asal, Radikal Kitap Eki)
SESSİZ ATÖLYE
(Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar, Hülya Soyşekerci, günce, Kanguru Yayınları, Mart 2008, 224 sayfa, 15 YTL)
Hülya Soyşekerci,‘Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar’ adlı okuma güncelerinde güçlü edebiyatın sağladığı o iç görüyü yaşatan yapıtları okumanın, insana kazandıracağı zenginlikleri göstererek, gerçek edebiyatın ne olduğunu tam anlamıyla sezinlemeden edebiyatı sevmenin mümkün olamadığını dile getiriyor. Edebiyatın yaşamdan geri kalmadığını da anlatıyor satır aralarında. Hayatın en geniş bilgisini edebiyattan aldığını söyleyen çoğu yazarlarınki gibi, bir itiraftır bu günceleri aynı zamanda.
Yazar, günce yazmaya yöneldiğinde kendine soracağı birçok sorunun yanıtını bulmak için kendinden önce yazılmış ‘günce’leri okumakla işe başlıyor. Kendine bir öğrenme yolu sunmanın ötesinde ‘günce yazma’nın içerdiği tüm anlamları, yazma disiplininin çıkış noktasını, bir insanın yaşamında aldığı yeri, sürekliliği de beraberinde taşıdığını öğreniyor.
Yaratıcı yazarların ona sunduğu dünya, kurmaca bir dünyadır. O ise yazar günlüklerinden yazarların dünyasına ulaşıldığını görür. Böylece, onları tanımanın, anlamanın yolu ona açılmış olur. Bir yazarın toplumsal, siyasal olayların gelişimi ışığında nasıl biçimlendiğini, yazıya adanmış bir ömrün birikimini okuruna da aktaracaktır. Satırlarında kendi dünyasının gizlerini açarak, okurunu da bilgisinin, deneyiminin gölgesinde gezdirecektir. Yazarın dünyasına adım atan okur, böylece yazarla el ele edebiyat dünyasında bir yolcudur. Günce yazarı da kendini hayatın içerdiği her şeye karşı sorumlu tutan bir yaratma eylemi ile yüz yüzedir artık.
İyi yazarların eserleri Hülya Soyşekerci’nin yanı başındadır. Stefan Zweig’ın, Henri Frederick Amiel’in, Pavese’nin, Tomris Uyar’ın, Oğuz Atay’ın günlükleri de elinden düşmez. Sartre’ın günlükleri için yazar. Virginia Woolf’un yaşamöyküsüne odaklanır. Orhan Kemal’in romancılığı, kendi yoluna ışık tutar. Sorgulayıcı, eleştirel bir bakış açısıyla dünya edebiyatının en önemli kadın şairlerinden Sylvia Plath ile onun şairliğini tez konusu edinen Nilgün Marmara arasındaki ölüm gerçekliklerini tüm ürperticiliğiyle içinde duyumsar. Thomas Mann, Stefan Zweig, Rafael Alberti, Pablo Neruda, Yannis Ritsos, Nazım Hikmet, Julio Cortazar’ın sürgünlüklerinde gezinir. Franz Kafka, Marcel Proust, Rilke, James Joyce gibi ‘kendine sürgün ya da iç sürgünlüklerini yaşayan yazarların labirentinde dolanır. Bertrand Russel’ın ‘İktidar’ adlı yapıtında bir okuma yolculuğuna çıkar. Toplumsal yapıdaki çatlakların arasında sıkışarak solukları kesilen ama direnenlerin, başkaldıranların dünyasında dolaşır. Bireyin kuşatıldığı durumları göstermeden edemez. Hiçbir eserin tek cümleye özetlenemediğini anladıkça, bir eserin katmanlarını, alt metinlerini, derinliklerini çözmek için kendisini yeniden okumalar dünyasına bırakır. Okudukça defterine onlara dair bir şeyler karalama ihtiyacı duyar. Günce yazmak artık bir şenliktir. Kaleminin ucundan, kâğıtların hışırtısından; sözden satırlara, satırlardan cümlelere duyarlılığını damıtarak açılır. Edebiyat, kaçamadığı tufan, savrulduğu rüzgârdır. Kendi yaratma alanı olarak seçtiği günceleri öylesine ona özgüdür ve öylesine onu yansıtır ki, benliğine cesurca tuttuğu bir ayna olurlar.
Her eleştirmen/kitap tanıtma yazarı gibi Hülya Soyşekerci de iyi yazarlara vurulmuştur. Tanımadığı her yeni eser, okudukça onun bir parçası olur. Yapıtın içinde ilerledikçe, edebiyatın gizleri arasında yol aldıkça, o eserlerle bir anlaşma dinginliğine ulaşır.
Edebiyat dünyasına Hülya Soyşekerci ile açıldığınızda göreceksiniz ki bu kitap aynı zamanda ‘sessiz bir atölye’ çalışmasıdır. Hülya Soyşekerci kendi tarzında, kendine özgü diliyle, ufuk genişleten yollar açarken, aynı zamanda bizleri keyifli bir okuma yolculuğuna ve has edebiyatın duraklarında mola vermeye davet etmektedir.
Raşel Rakella ASAL
(Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar, Hülya Soyşekerci, günce, Kanguru Yayınları, Mart 2008, 224 sayfa, 15 YTL)
Hülya Soyşekerci,‘Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar’ adlı okuma güncelerinde güçlü edebiyatın sağladığı o iç görüyü yaşatan yapıtları okumanın, insana kazandıracağı zenginlikleri göstererek, gerçek edebiyatın ne olduğunu tam anlamıyla sezinlemeden edebiyatı sevmenin mümkün olamadığını dile getiriyor. Edebiyatın yaşamdan geri kalmadığını da anlatıyor satır aralarında. Hayatın en geniş bilgisini edebiyattan aldığını söyleyen çoğu yazarlarınki gibi, bir itiraftır bu günceleri aynı zamanda.
Yazar, günce yazmaya yöneldiğinde kendine soracağı birçok sorunun yanıtını bulmak için kendinden önce yazılmış ‘günce’leri okumakla işe başlıyor. Kendine bir öğrenme yolu sunmanın ötesinde ‘günce yazma’nın içerdiği tüm anlamları, yazma disiplininin çıkış noktasını, bir insanın yaşamında aldığı yeri, sürekliliği de beraberinde taşıdığını öğreniyor.
Yaratıcı yazarların ona sunduğu dünya, kurmaca bir dünyadır. O ise yazar günlüklerinden yazarların dünyasına ulaşıldığını görür. Böylece, onları tanımanın, anlamanın yolu ona açılmış olur. Bir yazarın toplumsal, siyasal olayların gelişimi ışığında nasıl biçimlendiğini, yazıya adanmış bir ömrün birikimini okuruna da aktaracaktır. Satırlarında kendi dünyasının gizlerini açarak, okurunu da bilgisinin, deneyiminin gölgesinde gezdirecektir. Yazarın dünyasına adım atan okur, böylece yazarla el ele edebiyat dünyasında bir yolcudur. Günce yazarı da kendini hayatın içerdiği her şeye karşı sorumlu tutan bir yaratma eylemi ile yüz yüzedir artık.
İyi yazarların eserleri Hülya Soyşekerci’nin yanı başındadır. Stefan Zweig’ın, Henri Frederick Amiel’in, Pavese’nin, Tomris Uyar’ın, Oğuz Atay’ın günlükleri de elinden düşmez. Sartre’ın günlükleri için yazar. Virginia Woolf’un yaşamöyküsüne odaklanır. Orhan Kemal’in romancılığı, kendi yoluna ışık tutar. Sorgulayıcı, eleştirel bir bakış açısıyla dünya edebiyatının en önemli kadın şairlerinden Sylvia Plath ile onun şairliğini tez konusu edinen Nilgün Marmara arasındaki ölüm gerçekliklerini tüm ürperticiliğiyle içinde duyumsar. Thomas Mann, Stefan Zweig, Rafael Alberti, Pablo Neruda, Yannis Ritsos, Nazım Hikmet, Julio Cortazar’ın sürgünlüklerinde gezinir. Franz Kafka, Marcel Proust, Rilke, James Joyce gibi ‘kendine sürgün ya da iç sürgünlüklerini yaşayan yazarların labirentinde dolanır. Bertrand Russel’ın ‘İktidar’ adlı yapıtında bir okuma yolculuğuna çıkar. Toplumsal yapıdaki çatlakların arasında sıkışarak solukları kesilen ama direnenlerin, başkaldıranların dünyasında dolaşır. Bireyin kuşatıldığı durumları göstermeden edemez. Hiçbir eserin tek cümleye özetlenemediğini anladıkça, bir eserin katmanlarını, alt metinlerini, derinliklerini çözmek için kendisini yeniden okumalar dünyasına bırakır. Okudukça defterine onlara dair bir şeyler karalama ihtiyacı duyar. Günce yazmak artık bir şenliktir. Kaleminin ucundan, kâğıtların hışırtısından; sözden satırlara, satırlardan cümlelere duyarlılığını damıtarak açılır. Edebiyat, kaçamadığı tufan, savrulduğu rüzgârdır. Kendi yaratma alanı olarak seçtiği günceleri öylesine ona özgüdür ve öylesine onu yansıtır ki, benliğine cesurca tuttuğu bir ayna olurlar.
Her eleştirmen/kitap tanıtma yazarı gibi Hülya Soyşekerci de iyi yazarlara vurulmuştur. Tanımadığı her yeni eser, okudukça onun bir parçası olur. Yapıtın içinde ilerledikçe, edebiyatın gizleri arasında yol aldıkça, o eserlerle bir anlaşma dinginliğine ulaşır.
Edebiyat dünyasına Hülya Soyşekerci ile açıldığınızda göreceksiniz ki bu kitap aynı zamanda ‘sessiz bir atölye’ çalışmasıdır. Hülya Soyşekerci kendi tarzında, kendine özgü diliyle, ufuk genişleten yollar açarken, aynı zamanda bizleri keyifli bir okuma yolculuğuna ve has edebiyatın duraklarında mola vermeye davet etmektedir.
Raşel Rakella ASAL
HÜLYA SOYŞEKERCİ'YLE BİRLİKTE OKUMAK (Şükran Yücel, Cumhuriyet Kitap Eki)
HÜLYA SOYŞEKERCİ’YLE BİRLİKTE OKUMAK
Kitaplar üzerine yazdığı yazılarla dikkat çeken Hülya Soyşekerci, Deliler Teknesi’nde yayımlanan yazın güncelerini Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar adıyla kitaplaştırdı. Hülya Soyşekerci kitabına günlük ve günce üzerine kısa ama kapsamlı bir araştırmayla başlıyor. Atilla Özkırımlı’nın “günlük” tanımından başlayarak, Oğuz Atay’ın, Muzaffer Uyguner’in, Salah Birsel’in, Max Jacob’un ve Dostoyevski’nin günlük hakkındaki saptamalarına yer veriyor. Günlük ve günceler, yazarların edebi yaşamında büyük önem taşıyor, günlüklerde yer alan küçük değinmeler daha sonra yazdıkları romanlara yansıyor. Güncenin kişisel ve samimi dili, okurun yazarla ve anlatan karakterle daha kolay özdeşleşme kurmasını sağladığı için pek çok roman da günce biçeminde okurla buluşuyor.
Hülya Soyşekerci güncelerini kendi günlük yaşamının ayrıntıları üzerine değil, okuduğu kitapların onda yarattığı etkiler üzerine kurmuş. Bu bağlamda bu günceler, eleştiriyle, yorum ve farklı okuma tatlarıyla zenginleşiyor. Edebiyat insanlarının yaşamını, okuduklarından ayırmak mümkün mü? Okuduklarıyla kendini var eden, düşünce ve duygu alemini kitaplarla besleyen bir yazarın günceleri de kitapların kişisel dünyasında yarattığı değişimleri ve izdüşümleri yansıtır doğal olarak. Soyşekerci, okuduğu öyküler üzerine düşünürken, günümüzde yaşananlarla da bağlantı kuruyor doğal olarak. Cortazar’ın öykülerinin büyüsünü anlatırken, Irak’tan gelen tüyler ürpertici görüntüleri hatırlıyor, savaşın dehşetini bir kez daha duyumsuyor.
Kitapları okurken, kendi kişisel anılarımızla ve deneyimlerimizle birlikte okuruz. Kısacık bir dize veya tümce, bizi geçmişin labirentlerinde yolculuğa çıkarabilir. Bu yüzden herkes aynı kitabı okusa bile, kitap her kişinin okumasıyla yeni anlamlar kazanır. Her okuma biricik ve tektir. Güncelerin yazarı da, bir gazete haberiyle eskiden okuduklarını hatırlayıp, Neruda’nın dizeleriyle kendi geçmişine yelken açarken, Neruda’nın anavatanı Şili’yi, Allende’nin ve Neruda’nın art arda gelen trajik ölümlerini anımsıyarak, onlara saygı dolu bir selam gönderiyor.
Bilge Karasu’nun “Göçmüş Kediler Bahçesi” ile ilgili bölümde, Karasu’nun gizemli ve derin dünyasına girmenin yollarını arıyor okuyarak, araştırarak. Gerçekle masal arasındaki ince çizginin üstünde geziniyor. Okura da bir yazarın dünyasına girmenin yollarını gösteriyor.
Aragon’un yaşamıyla şiir serüveni arasındaki bağları çözüyor, Aragon üzerine farklı okumalarıyla. Sanatçı, İntihar ve Stefan Zweig bölümünde, Zweig’ın intiharının nedenlerini irdelerken, pek çok sanatçının ve yazarın intiharı tercih etmesinin nedenleri üzerine düşünüyor. Ahmet Oktay’ın Yol Üstündeki Semender adlı şiir kitabındaki dizelerde bu sorunun yanıtlarını buluyor. Bu şiirlerle, Zweig’ın hayatı arasındaki bağlantıyı kuruyor.
George Lukacs’ın Yaşamı ve Düşüncelerinin İzinde bölümünde ünlü edebiyat kuramcısı George Lukacs’ın düşüncelerini, kuramlarını anlamaya çalışıyor. Lukacs bizde de bir dönem etkili olmuş ve toplumcu gerçekçi yazın anlayışlarını etkilemiş bir kuramcıydı.
İranlı ünlü şair Füruğ Ferruhzad’ın kısa ve trajik yaşamının, şiirlerinin etkilerini okurla paylaşıyor. İran’ın bu ünlü şairi, bugün de düşünceleriyle kadınlara öncülük yapmaya devam ediyor. Günümüzde, İran’da kadınlar bütün baskılara karşın entelektüel yaşam içinde etkili ve başarılı sanatçılar olarak var olabiliyorlarsa, bunda Füruğ gibi cesur kadınların payı vardır. O sadece İranlı aydın kadınların idolü değil, aynı zamanda bütün dünya kadınları için de etkileyici bir örnek.
“Tuhaf Savaşın Güncesi ve Sartre”’a geçiyor yazar. İsrail’in Lübnan’a saldırısı, bu sıcak gündem, yönlendiriyor Soyşekerci’yi. Sartre’ın Günlüklerini okumaya başlıyor. Sartre, İkinci Dünya Savaşı’nı “Tuhaf Savaş” olarak adlandırıyor. Sartre’ın savaş sırasında bilinçlenmesini anlatan günlükleri etkiliyor Soyşekerci’yi. İkinci Dünya Savaşı’nın, ünlü filozofun içinde yarattığı dönüşümü saptıyor onun günlüklerinden. Ölüm ve yıkımın içinden varoluşçuluk felsefesinin belirmesini izliyor.
Türk öykücülüğünün sıradanlığa başkaldıran yazarı Tezer Özlü’nün farklı dünyasında, yalansız, dürüst ve samimi bir anlatımın yanı sıra, sahte değerleri ve ikiyüzlülüğü, toplumun yüzüne çarpan bir isyan buluyor. Kendini özgürce yaratmak istemenin bedeli bu toplumda özellikle kadınlar için “deli” damgası vurulması oluyor. Tezer Özlü’ye de şizofreni teşhisi konuluyor tıpkı Yeni Zelanda’nın ünlü yazarı Janet Frame gibi. Jane Campion’ın Janet Frame’in hayatını anlatan “Masamdaki Melek” adlı filmini izlerken ben de Tezer Özlü’yü anımsadım. Frame’e yanlış teşhis sonucu tam 200 kez elektro- şok verilmişti ve akıl hastanesinin sağlıksız koşullarında gerçekten delirtilmek üzereyken ilk kitabının yayımlanması sonucu buradan kurtulmuştu. Yaşamla ölümün kıyısında yaşayan Tezer Özlü’nün sevdiği Svevo, Kafka ve Pavese de hep o ince çizgide yaşayan, Özlü’nün deyişiyle Yaşamın Ucuna Yolculuk yapan yazarlar. Hülya Soyşekerci de okumalarına Tezer Özlü’nün gözde yazarı Pavese ile devam ediyor. Bu duyarlı yazarın satırlarında, bir noktadan sonra yazmayı ve yaşamayı reddetmesinin nedenlerini arıyor.
Cortazar’ın “Andres Fava’nın Güncesi”, Soyşekerci’nin günceyle ilişkisine yeni bir bakış getiriyor. “Dilin içinde yaşamak ve dünyaya dilin içinden bakmak, yazarın yaşama biçimi durumunda.” diyor, Cortazar için. Günce yazmak da bu dillendirmenin bir parçası, dünyayı, hayatı kelimelere dökme çabası. Ama Andres Fava’ya olduğu gibi bazen dil, yazarla düşünce arasına girebiliyor, dil düşünceyi, duyguları ifade etmekte yetersiz kalırken, yazar tarafından bir engel olarak da görülebiliyor.
Hülya Soyşekerci’nin etkilendiği yazarlardan biri de Virginia Woolf. Dünya edebiyatındaki en önemli yazarlardan biri olan Woolf, roman yazımına yenilikler getiren, klasik romanın yapısını, biçemini dönüştüren bir yazar. Onun denemelerinde ve romanlarında kadın bakış açısını da açıklıkla görürüz. Virginia Woolf’un Deniz Feneri, Mrs. Dalloway ve Orlando ve Dalgalar romanları üzerine düşülen notlar, bu çok farklı ve okuyucudan emek isteyen yazarın dünyasına girmeyi düşünecek olanlara değerli ipuçları veriyor.
Orhan Kemal de aydınlık gerçekçiliğiyle Hülya Soyşekerci’ye konuk olan yazarlar arasında. Soyşekerci, feministlerin ikonu haline gelen Sylvia Plath’la Nilgün Marmara arasındaki benzerlikleri irdeleyerek bu iki yetenekli kadına saygı duruşunda bulunuyor. Italo Svevo’nun “Kötü Bir Şaka”sı, Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ı da Soyşekerci’nin önem verdiği kitaplar olarak kitabındaki yerlerini alıyorlar.
Hülya Soyşekerci, birbirinden çok farklı kitaplara aynı sevgi ve saygıyla yaklaşıyor. Onun kitabını tümüyle edebiyata duyulan büyük bir tutkunun ifadesi olarak görebiliriz. Güncelerde Soyşekerci’nin okuma ve araştırma sürecini izlerken, okuyucu da yazarların dünyasına girip çıkmanın engebeli yollarını öğreniyor. Hülya Soyşekerci, okuma serüvenini samimi duygularıyla anlatarak okurla paylaşıyor. Okuma coşkusunu dile getiriyor. Kitap okumanın nasıl özen ve birikim isteyen bir sanat olduğunu gösteriyor. Yaşam boyu sürecek bir öğrencilik bu. Kitaplar başka kitaplara yeni kapılar açıyor. Yazarlar başka yazarlarla tanışmak için uzun bir yolculuğun uğrak noktaları gibi. İnsanlığın büyük kütüphanesinde, her kitabın başka kitapların yaratılmasına yol açması gibi kişisel okuma serüvenimiz de kitapların arasındaki ince ilmekleri çöze çöze ilerliyor. Okumanın büyülü dünyasına girmek, bu sonsuz gibi görünen kitaplar aleminde bize bizi anlatan kitapları keşfetmemizle gerçekleşiyor biraz da. Bu da merak duygusunu hiç kaybetmeden, ipuçlarını takip ederek yürüdüğümüz bir ormanda yolumuzu bulmak gibi bir şey.
Hülya Soyşekerci, edebiyatın her şeyden önce bir dil işçiliği olduğunun farkında olan bir yazar. Bu farkındalık onun güncelerinde dili titizlikle ve özenle kullanmasına yol açıyor. Kelimelerini dikkatle seçiyor ve düşüncelerini duru ve anlaşılır tümcelerle dile getiriyor. Onun dile gösterdiği özeni günümüzde pek çok öykü ve romanda göremiyoruz. Sadelikle ve tevazuyla yazdığı günceleri aynı zamanda edebi niteliği yüksek birer deneme tadı veriyor.
Max Frisch, günlüklerinde, “Yazmak, aslında kendini okumaktır.” demişti. Hülya Soyşekerci de güncelerinde, kitaplarla birlikte kendini de okuyor. Onun kitabında, her gün yeni şeyler öğrenmek arzusuyla kendini edebiyata adayan bir edebiyat insanını; okuduklarıyla günümüzün sorunları arasında bağlantı kurmaya çaba gösteren bir düşünce insanını; barışı, eşitliği ve özgürlüğü özleyen, yaşamı edebiyatla anlamlandırmaya çalışan duyarlı bir toplumcu aydını buluyoruz. Soyşekerci’nin günceleri, okumakla yazmak arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmemizi sağlıyor.
Şükran Yücel
Kitaplar üzerine yazdığı yazılarla dikkat çeken Hülya Soyşekerci, Deliler Teknesi’nde yayımlanan yazın güncelerini Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar adıyla kitaplaştırdı. Hülya Soyşekerci kitabına günlük ve günce üzerine kısa ama kapsamlı bir araştırmayla başlıyor. Atilla Özkırımlı’nın “günlük” tanımından başlayarak, Oğuz Atay’ın, Muzaffer Uyguner’in, Salah Birsel’in, Max Jacob’un ve Dostoyevski’nin günlük hakkındaki saptamalarına yer veriyor. Günlük ve günceler, yazarların edebi yaşamında büyük önem taşıyor, günlüklerde yer alan küçük değinmeler daha sonra yazdıkları romanlara yansıyor. Güncenin kişisel ve samimi dili, okurun yazarla ve anlatan karakterle daha kolay özdeşleşme kurmasını sağladığı için pek çok roman da günce biçeminde okurla buluşuyor.
Hülya Soyşekerci güncelerini kendi günlük yaşamının ayrıntıları üzerine değil, okuduğu kitapların onda yarattığı etkiler üzerine kurmuş. Bu bağlamda bu günceler, eleştiriyle, yorum ve farklı okuma tatlarıyla zenginleşiyor. Edebiyat insanlarının yaşamını, okuduklarından ayırmak mümkün mü? Okuduklarıyla kendini var eden, düşünce ve duygu alemini kitaplarla besleyen bir yazarın günceleri de kitapların kişisel dünyasında yarattığı değişimleri ve izdüşümleri yansıtır doğal olarak. Soyşekerci, okuduğu öyküler üzerine düşünürken, günümüzde yaşananlarla da bağlantı kuruyor doğal olarak. Cortazar’ın öykülerinin büyüsünü anlatırken, Irak’tan gelen tüyler ürpertici görüntüleri hatırlıyor, savaşın dehşetini bir kez daha duyumsuyor.
Kitapları okurken, kendi kişisel anılarımızla ve deneyimlerimizle birlikte okuruz. Kısacık bir dize veya tümce, bizi geçmişin labirentlerinde yolculuğa çıkarabilir. Bu yüzden herkes aynı kitabı okusa bile, kitap her kişinin okumasıyla yeni anlamlar kazanır. Her okuma biricik ve tektir. Güncelerin yazarı da, bir gazete haberiyle eskiden okuduklarını hatırlayıp, Neruda’nın dizeleriyle kendi geçmişine yelken açarken, Neruda’nın anavatanı Şili’yi, Allende’nin ve Neruda’nın art arda gelen trajik ölümlerini anımsıyarak, onlara saygı dolu bir selam gönderiyor.
Bilge Karasu’nun “Göçmüş Kediler Bahçesi” ile ilgili bölümde, Karasu’nun gizemli ve derin dünyasına girmenin yollarını arıyor okuyarak, araştırarak. Gerçekle masal arasındaki ince çizginin üstünde geziniyor. Okura da bir yazarın dünyasına girmenin yollarını gösteriyor.
Aragon’un yaşamıyla şiir serüveni arasındaki bağları çözüyor, Aragon üzerine farklı okumalarıyla. Sanatçı, İntihar ve Stefan Zweig bölümünde, Zweig’ın intiharının nedenlerini irdelerken, pek çok sanatçının ve yazarın intiharı tercih etmesinin nedenleri üzerine düşünüyor. Ahmet Oktay’ın Yol Üstündeki Semender adlı şiir kitabındaki dizelerde bu sorunun yanıtlarını buluyor. Bu şiirlerle, Zweig’ın hayatı arasındaki bağlantıyı kuruyor.
George Lukacs’ın Yaşamı ve Düşüncelerinin İzinde bölümünde ünlü edebiyat kuramcısı George Lukacs’ın düşüncelerini, kuramlarını anlamaya çalışıyor. Lukacs bizde de bir dönem etkili olmuş ve toplumcu gerçekçi yazın anlayışlarını etkilemiş bir kuramcıydı.
İranlı ünlü şair Füruğ Ferruhzad’ın kısa ve trajik yaşamının, şiirlerinin etkilerini okurla paylaşıyor. İran’ın bu ünlü şairi, bugün de düşünceleriyle kadınlara öncülük yapmaya devam ediyor. Günümüzde, İran’da kadınlar bütün baskılara karşın entelektüel yaşam içinde etkili ve başarılı sanatçılar olarak var olabiliyorlarsa, bunda Füruğ gibi cesur kadınların payı vardır. O sadece İranlı aydın kadınların idolü değil, aynı zamanda bütün dünya kadınları için de etkileyici bir örnek.
“Tuhaf Savaşın Güncesi ve Sartre”’a geçiyor yazar. İsrail’in Lübnan’a saldırısı, bu sıcak gündem, yönlendiriyor Soyşekerci’yi. Sartre’ın Günlüklerini okumaya başlıyor. Sartre, İkinci Dünya Savaşı’nı “Tuhaf Savaş” olarak adlandırıyor. Sartre’ın savaş sırasında bilinçlenmesini anlatan günlükleri etkiliyor Soyşekerci’yi. İkinci Dünya Savaşı’nın, ünlü filozofun içinde yarattığı dönüşümü saptıyor onun günlüklerinden. Ölüm ve yıkımın içinden varoluşçuluk felsefesinin belirmesini izliyor.
Türk öykücülüğünün sıradanlığa başkaldıran yazarı Tezer Özlü’nün farklı dünyasında, yalansız, dürüst ve samimi bir anlatımın yanı sıra, sahte değerleri ve ikiyüzlülüğü, toplumun yüzüne çarpan bir isyan buluyor. Kendini özgürce yaratmak istemenin bedeli bu toplumda özellikle kadınlar için “deli” damgası vurulması oluyor. Tezer Özlü’ye de şizofreni teşhisi konuluyor tıpkı Yeni Zelanda’nın ünlü yazarı Janet Frame gibi. Jane Campion’ın Janet Frame’in hayatını anlatan “Masamdaki Melek” adlı filmini izlerken ben de Tezer Özlü’yü anımsadım. Frame’e yanlış teşhis sonucu tam 200 kez elektro- şok verilmişti ve akıl hastanesinin sağlıksız koşullarında gerçekten delirtilmek üzereyken ilk kitabının yayımlanması sonucu buradan kurtulmuştu. Yaşamla ölümün kıyısında yaşayan Tezer Özlü’nün sevdiği Svevo, Kafka ve Pavese de hep o ince çizgide yaşayan, Özlü’nün deyişiyle Yaşamın Ucuna Yolculuk yapan yazarlar. Hülya Soyşekerci de okumalarına Tezer Özlü’nün gözde yazarı Pavese ile devam ediyor. Bu duyarlı yazarın satırlarında, bir noktadan sonra yazmayı ve yaşamayı reddetmesinin nedenlerini arıyor.
Cortazar’ın “Andres Fava’nın Güncesi”, Soyşekerci’nin günceyle ilişkisine yeni bir bakış getiriyor. “Dilin içinde yaşamak ve dünyaya dilin içinden bakmak, yazarın yaşama biçimi durumunda.” diyor, Cortazar için. Günce yazmak da bu dillendirmenin bir parçası, dünyayı, hayatı kelimelere dökme çabası. Ama Andres Fava’ya olduğu gibi bazen dil, yazarla düşünce arasına girebiliyor, dil düşünceyi, duyguları ifade etmekte yetersiz kalırken, yazar tarafından bir engel olarak da görülebiliyor.
Hülya Soyşekerci’nin etkilendiği yazarlardan biri de Virginia Woolf. Dünya edebiyatındaki en önemli yazarlardan biri olan Woolf, roman yazımına yenilikler getiren, klasik romanın yapısını, biçemini dönüştüren bir yazar. Onun denemelerinde ve romanlarında kadın bakış açısını da açıklıkla görürüz. Virginia Woolf’un Deniz Feneri, Mrs. Dalloway ve Orlando ve Dalgalar romanları üzerine düşülen notlar, bu çok farklı ve okuyucudan emek isteyen yazarın dünyasına girmeyi düşünecek olanlara değerli ipuçları veriyor.
Orhan Kemal de aydınlık gerçekçiliğiyle Hülya Soyşekerci’ye konuk olan yazarlar arasında. Soyşekerci, feministlerin ikonu haline gelen Sylvia Plath’la Nilgün Marmara arasındaki benzerlikleri irdeleyerek bu iki yetenekli kadına saygı duruşunda bulunuyor. Italo Svevo’nun “Kötü Bir Şaka”sı, Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ı da Soyşekerci’nin önem verdiği kitaplar olarak kitabındaki yerlerini alıyorlar.
Hülya Soyşekerci, birbirinden çok farklı kitaplara aynı sevgi ve saygıyla yaklaşıyor. Onun kitabını tümüyle edebiyata duyulan büyük bir tutkunun ifadesi olarak görebiliriz. Güncelerde Soyşekerci’nin okuma ve araştırma sürecini izlerken, okuyucu da yazarların dünyasına girip çıkmanın engebeli yollarını öğreniyor. Hülya Soyşekerci, okuma serüvenini samimi duygularıyla anlatarak okurla paylaşıyor. Okuma coşkusunu dile getiriyor. Kitap okumanın nasıl özen ve birikim isteyen bir sanat olduğunu gösteriyor. Yaşam boyu sürecek bir öğrencilik bu. Kitaplar başka kitaplara yeni kapılar açıyor. Yazarlar başka yazarlarla tanışmak için uzun bir yolculuğun uğrak noktaları gibi. İnsanlığın büyük kütüphanesinde, her kitabın başka kitapların yaratılmasına yol açması gibi kişisel okuma serüvenimiz de kitapların arasındaki ince ilmekleri çöze çöze ilerliyor. Okumanın büyülü dünyasına girmek, bu sonsuz gibi görünen kitaplar aleminde bize bizi anlatan kitapları keşfetmemizle gerçekleşiyor biraz da. Bu da merak duygusunu hiç kaybetmeden, ipuçlarını takip ederek yürüdüğümüz bir ormanda yolumuzu bulmak gibi bir şey.
Hülya Soyşekerci, edebiyatın her şeyden önce bir dil işçiliği olduğunun farkında olan bir yazar. Bu farkındalık onun güncelerinde dili titizlikle ve özenle kullanmasına yol açıyor. Kelimelerini dikkatle seçiyor ve düşüncelerini duru ve anlaşılır tümcelerle dile getiriyor. Onun dile gösterdiği özeni günümüzde pek çok öykü ve romanda göremiyoruz. Sadelikle ve tevazuyla yazdığı günceleri aynı zamanda edebi niteliği yüksek birer deneme tadı veriyor.
Max Frisch, günlüklerinde, “Yazmak, aslında kendini okumaktır.” demişti. Hülya Soyşekerci de güncelerinde, kitaplarla birlikte kendini de okuyor. Onun kitabında, her gün yeni şeyler öğrenmek arzusuyla kendini edebiyata adayan bir edebiyat insanını; okuduklarıyla günümüzün sorunları arasında bağlantı kurmaya çaba gösteren bir düşünce insanını; barışı, eşitliği ve özgürlüğü özleyen, yaşamı edebiyatla anlamlandırmaya çalışan duyarlı bir toplumcu aydını buluyoruz. Soyşekerci’nin günceleri, okumakla yazmak arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmemizi sağlıyor.
Şükran Yücel
TARAF, Söyleşi'den Bir Bölüm
TARAF, Söyleşi'den Bir Bölüm
Böyle bir günlük tutma ihtiyacını nasıl hissettiğinizi merak ediyorum ve günlükleri yayınlamaya nasıl karar verdiniz.
Sevgili Ferhat Uludere,
Gençliğimden bu yana her gün olmasa da sık sık günlük yazıyor, yaşadıklarımdan bende kalanları aktarıyordum satırlara. Okurken aldığım notları, beni etkileyen güzel ve anlamlı dizeleri ve cümleleri de aktardığım için, günlüklerimin kitaplar ve yazarlar dünyasıyla içli dışlı olduğunu gördüm. Böylece onları giderek okuma günlükleri biçimine dönüştürdüm. Sanırım okuduklarımın ve yaşadıklarımın izlerini -bir şekilde- ardımda bırakmayı istediğim için böyle bir günlük tutmaya yöneldim. İnsanların en büyük zaaflarından biri de bu değil mi; hızla akan zaman ırmağında ‘iz’ bırakabilmek… Okuduğum kitapların ve onların yazarlarının dünyasına açıldıkça hem kendi yaşantım zenginleşiyor hem de duygu ve düşünce ufuklarım genişliyordu. Keşfe meraklı biriyim aynı zamanda. Bu okuma yolculukları keşif yolculuklarıydı ve böylece edebiyatta, anlamam, öğrenmem, tanımam gereken nice yapıt nice yazar olduğunu fark ettim. Bir yazarı ve yapıtı keşfettikçe başka bir kitabı ve yazarı da anlamaya ve öğrenmeye başlıyordum… Bu günceler vasıtasıyla, okuma yolculuğunun, ölünceye kadar devam eden bir süreç olduğunun farkındalığına ulaştım. “yeter ki gün eksilmesin penceremden” diyor Cahit Sıtkı Tarancı; aynen öyle. Gün ışığı, okuduklarıma vurdukça hem hayatımı aydınlatıyor hem de günlüklerimi…
Yayınlama sürecim, kendi içsel yolculuğumu başkalarıyla da paylaşmak istememle paralel gelişti. Bir kitapta toplama nedenlerim arasında, okurken sürekli gelişmeye çalışan bir yazın insanı olarak kendi serüvenimi göstermek; yaşadıklarımı ve okuduklarımı kayda geçirmek, yapıtların yazarların yaşamından bağımsız olmadığını okurlara sezdirmek… sayılabilir. Günlüklerimde kendi şimdiki zamanımı kayda geçirirken, bir yandan da yazar günlüklerine açılarak onları tanımaya; yazdıkları ile yaşadıkları arasındaki diyalektik bağı bulmaya ve görmeye dikkat ettim. Hasan Ali Toptaş’ın dediği gibi “İnsan, yaşadıklarının ve okuduklarının bir toplamıdır.” Bu günlükler yoluyla kendi varlığımı oluşturan toplamı biraz olsun ifade etmeye, açılımlamaya çalıştım.
Bu okumaların sizin yazın çalışmanıza etkileri neler oldu?…
Bu okumalar her şeyden önce okuma tadını, keşfetmenin gizemini içselleştirmemi, iyi eserlerin duraklarında mola vererek edebiyat sanatının inceliklerini; onun toplum ve insanla bağını görmemi sağladı. Yapıtlarını okurken, günlüklerini ya da anılarını da okuduğumda, yazarla yapıtı arasındaki o incecik ama sapasağlam bağın yerli yerinde durduğunu; metnin başlı başına, yazardan bağımsız bir olgu olmadığını fark ettim. En azından benim gördüğüm gerçek böyle…
Birbirinden çok farklı yazarlar ve birbirinden çok farklı kitaplar dikkat çekiyor, bir kitap oburu ile karşıya kalıyor okur… Haliyle dağınık bir okuma hali var gibi duruyor kitapta…
Bunun nedeni; hayata ve hayatın içindeki hiçbir olgu ya da duruma “bir proje” gözüyle bakmamış olmamdan kaynaklanıyor. Hayat (-ve okuma) yolculuğu bence rastlantısallıklarla dolu, ele avuca sığmayan, hesaba kitaba gelmeyen, plan programa uymayan bir süreç… Elbette, keyfi okumalardan söz ediyorum. Önceden belirlediğim bir konuda, belli amaçlar tespit ederek, belirli bir stratejide ilerleyen okumalar da yapmaktayım. Bu okumalarımın çoğu günlüklerimde yer almıyor. Çünkü onlarda akademik bir yaklaşımı ya da bir inceleme, tanıtma çalışmasını öncelemek durumundayım. Günlüklerimdeki yazarlar ve yapıtlar ise çocukça bir keşif ve anlama serüvenine dahil ettiğim, anlamaya ve öğrenmeye çalıştığım, içtenlikle yöneldiğim yazar ve yapıtlar. Bence günlük yazmak, öncelikle içtenlik ve doğallığı gerektiren bir çaba…
Böyle bir günlük tutma ihtiyacını nasıl hissettiğinizi merak ediyorum ve günlükleri yayınlamaya nasıl karar verdiniz.
Sevgili Ferhat Uludere,
Gençliğimden bu yana her gün olmasa da sık sık günlük yazıyor, yaşadıklarımdan bende kalanları aktarıyordum satırlara. Okurken aldığım notları, beni etkileyen güzel ve anlamlı dizeleri ve cümleleri de aktardığım için, günlüklerimin kitaplar ve yazarlar dünyasıyla içli dışlı olduğunu gördüm. Böylece onları giderek okuma günlükleri biçimine dönüştürdüm. Sanırım okuduklarımın ve yaşadıklarımın izlerini -bir şekilde- ardımda bırakmayı istediğim için böyle bir günlük tutmaya yöneldim. İnsanların en büyük zaaflarından biri de bu değil mi; hızla akan zaman ırmağında ‘iz’ bırakabilmek… Okuduğum kitapların ve onların yazarlarının dünyasına açıldıkça hem kendi yaşantım zenginleşiyor hem de duygu ve düşünce ufuklarım genişliyordu. Keşfe meraklı biriyim aynı zamanda. Bu okuma yolculukları keşif yolculuklarıydı ve böylece edebiyatta, anlamam, öğrenmem, tanımam gereken nice yapıt nice yazar olduğunu fark ettim. Bir yazarı ve yapıtı keşfettikçe başka bir kitabı ve yazarı da anlamaya ve öğrenmeye başlıyordum… Bu günceler vasıtasıyla, okuma yolculuğunun, ölünceye kadar devam eden bir süreç olduğunun farkındalığına ulaştım. “yeter ki gün eksilmesin penceremden” diyor Cahit Sıtkı Tarancı; aynen öyle. Gün ışığı, okuduklarıma vurdukça hem hayatımı aydınlatıyor hem de günlüklerimi…
Yayınlama sürecim, kendi içsel yolculuğumu başkalarıyla da paylaşmak istememle paralel gelişti. Bir kitapta toplama nedenlerim arasında, okurken sürekli gelişmeye çalışan bir yazın insanı olarak kendi serüvenimi göstermek; yaşadıklarımı ve okuduklarımı kayda geçirmek, yapıtların yazarların yaşamından bağımsız olmadığını okurlara sezdirmek… sayılabilir. Günlüklerimde kendi şimdiki zamanımı kayda geçirirken, bir yandan da yazar günlüklerine açılarak onları tanımaya; yazdıkları ile yaşadıkları arasındaki diyalektik bağı bulmaya ve görmeye dikkat ettim. Hasan Ali Toptaş’ın dediği gibi “İnsan, yaşadıklarının ve okuduklarının bir toplamıdır.” Bu günlükler yoluyla kendi varlığımı oluşturan toplamı biraz olsun ifade etmeye, açılımlamaya çalıştım.
Bu okumaların sizin yazın çalışmanıza etkileri neler oldu?…
Bu okumalar her şeyden önce okuma tadını, keşfetmenin gizemini içselleştirmemi, iyi eserlerin duraklarında mola vererek edebiyat sanatının inceliklerini; onun toplum ve insanla bağını görmemi sağladı. Yapıtlarını okurken, günlüklerini ya da anılarını da okuduğumda, yazarla yapıtı arasındaki o incecik ama sapasağlam bağın yerli yerinde durduğunu; metnin başlı başına, yazardan bağımsız bir olgu olmadığını fark ettim. En azından benim gördüğüm gerçek böyle…
Birbirinden çok farklı yazarlar ve birbirinden çok farklı kitaplar dikkat çekiyor, bir kitap oburu ile karşıya kalıyor okur… Haliyle dağınık bir okuma hali var gibi duruyor kitapta…
Bunun nedeni; hayata ve hayatın içindeki hiçbir olgu ya da duruma “bir proje” gözüyle bakmamış olmamdan kaynaklanıyor. Hayat (-ve okuma) yolculuğu bence rastlantısallıklarla dolu, ele avuca sığmayan, hesaba kitaba gelmeyen, plan programa uymayan bir süreç… Elbette, keyfi okumalardan söz ediyorum. Önceden belirlediğim bir konuda, belli amaçlar tespit ederek, belirli bir stratejide ilerleyen okumalar da yapmaktayım. Bu okumalarımın çoğu günlüklerimde yer almıyor. Çünkü onlarda akademik bir yaklaşımı ya da bir inceleme, tanıtma çalışmasını öncelemek durumundayım. Günlüklerimdeki yazarlar ve yapıtlar ise çocukça bir keşif ve anlama serüvenine dahil ettiğim, anlamaya ve öğrenmeye çalıştığım, içtenlikle yöneldiğim yazar ve yapıtlar. Bence günlük yazmak, öncelikle içtenlik ve doğallığı gerektiren bir çaba…
Hülya Soyşekerci- Kitap: YAZARLARA VE YAPITLARA YÖNELİK OKUMALAR

YAZARLARA VE YAPITLARA YÖNELİK OKUMALAR
Gazete ve dergilerde yazdığı inceleme, eleştiri ve kitap değerlendirme yazılarıyla tanınan Hülya Soyşekerci, bu kez 2004-2007 arasında tuttuğu yazın günlüklerini, bir kitap halinde okurlarıyla paylaşıyor. Bu günlüklerde hem yaşanan zamanın güncel çizgilerine yer veriliyor hem de yazarın okuduğu yapıtlar ve onların yazarlarına açılan araştırma -okuma serüveni izleniyor. Güncel okuma notlarında, yazar günlüklerine de açılan Hülya Soyşekerci, yazar-yapıt ilişkisini aydınlatmaya çalışıyor ve uzun süreden beri ihmal edilen günlük türüne dikkatleri çekiyor.
Kitapta günlükleri, anıları ve yarattıkları kahramanlarıyla birlikte incelenen yazarlar arasında Oğuz Atay, Julio Cortazar, Tomris Uyar, Henri Frederick Amiel, Pablo Neruda, Bilge Karasu, Aragon, Zweig, Füruğ Ferruhzad, Sartre, Tezer Özlü, Cesare Pavese, Virginia Woolf, Sylvia Plath, Nilgün Marmara, Svevo, Yusuf Atılgan… yer alıyor. Deneysel bir çalışma olarak okurla buluşan “Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar”ın sayfalarında, kitaplar arasındaki yolculuğun, insanın yaşam yolculuğuna eşlik eden en gizemli, en sıra dışı yolculuk olduğu gerçeği sezdiriliyor.
(KANGURU YAYINLARI, MART 2008, ANKARA, 224 SAYFA, 15 YTL.)
Gazete ve dergilerde yazdığı inceleme, eleştiri ve kitap değerlendirme yazılarıyla tanınan Hülya Soyşekerci, bu kez 2004-2007 arasında tuttuğu yazın günlüklerini, bir kitap halinde okurlarıyla paylaşıyor. Bu günlüklerde hem yaşanan zamanın güncel çizgilerine yer veriliyor hem de yazarın okuduğu yapıtlar ve onların yazarlarına açılan araştırma -okuma serüveni izleniyor. Güncel okuma notlarında, yazar günlüklerine de açılan Hülya Soyşekerci, yazar-yapıt ilişkisini aydınlatmaya çalışıyor ve uzun süreden beri ihmal edilen günlük türüne dikkatleri çekiyor.
Kitapta günlükleri, anıları ve yarattıkları kahramanlarıyla birlikte incelenen yazarlar arasında Oğuz Atay, Julio Cortazar, Tomris Uyar, Henri Frederick Amiel, Pablo Neruda, Bilge Karasu, Aragon, Zweig, Füruğ Ferruhzad, Sartre, Tezer Özlü, Cesare Pavese, Virginia Woolf, Sylvia Plath, Nilgün Marmara, Svevo, Yusuf Atılgan… yer alıyor. Deneysel bir çalışma olarak okurla buluşan “Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar”ın sayfalarında, kitaplar arasındaki yolculuğun, insanın yaşam yolculuğuna eşlik eden en gizemli, en sıra dışı yolculuk olduğu gerçeği sezdiriliyor.
(KANGURU YAYINLARI, MART 2008, ANKARA, 224 SAYFA, 15 YTL.)
HÜLYA SOYŞEKERCİ İLE SÖYLEŞİ

HÜLYA SOYŞEKERCİ İLE “YAZARLARA VE YAPITLARA YÖNELİK OKUMALAR”A DAİR BİR SÖYLEŞİ
Nesrin Özyaycı
Sevgili Hülya Soyşekerci, yazın dünyasının tanıdığı içten, dopdolu bir edebiyatçı, yaşamımda dost olarak nitelendirdiğim üç beş kişiden birisiniz. Edebiyat dünyasındaki akademik yaklaşımınızı birçok kişi tanıyor. Yazılarımıza kattığınız değerlerle kendimize biraz daha güvendik. Sizi kendi sözcüklerinizle tanımak istedik. Kısaca özgeçmişinizi anlatır mısınız?
Çok teşekkür ederim bu dostça değerlendirmeleriniz için. Aslında yazılarımda, özellikle yazın günlüklerimde pek de akademik yaklaşımlı değilim diye düşünüyorum. Sanırım yer yer akademik renkler katıyorum yazdıklarıma.
Okuduklarımın bende bıraktıkları etkileri “Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar” başlıklı günlüklerimde dile getirdim. Yazarların ve yapıtlarının ardına düştüm. Günlüklerimde kendi şimdiki zamanımı kayda geçirirken, bir yandan da yazar günlüklerine açılarak onları tanımaya; yazdıkları ile yaşadıkları arasındaki diyalektik bağı bulmaya ve görmeye çalıştım. Yazılarımla ışık olabiliyorsam ne mutlu…
1957 doğumluyum. Yani 78 kuşağındanım. Kuşağıma damgasını vuran pek çok toplumsal, siyasal kırılma, savrulma ve hüzünlere yakından tanık oldum. Toplumsal düşünceler bu kuşak için her zaman kendi yaşamından önce geldi. Adanmışlığı içselleştirmiş bir kuşaktık biz 78’liler... Bol bol okur, dünyayı sorgulamaya, anlamaya çalışırdık. Ütopyamız her şeyimizdi. Kendi özgeçmişimi de kuşağımdan bağımsız olarak düşünemiyorum. Üsküdar Kız Lisesi ve ardından Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Programcılığı Bölümü… Sonra, edebiyatın ağır basması ve Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesine girişim… Sıradan bir edebiyat eğitimi değil, sosyal bilimlerle desteklenmiş bir edebiyat lisans programı içinde yer almam… Bu yıllarım bana çok şey kazandırdı; sosyoloji, psikoloji ve felsefe derslerimizdeki okumalar, seminer çalışmaları ve bunların edebiyat yorumlarımıza temel oluşturması çok önemliydi. Dersler dışındaki okumalara da ağırlık veriyordum. “Birikim”, başucu dergimdi o yıllarda.
“Birikim” diye bir dergi? 70’li yıllarda Murat Belge ve Ömer Laçiner’in önderliğindeki bir dergiyi anımsadım. Sizdeki etkileri, katkıları nelerdir “Birikim” dergisinin?
Bu dergi yoluyla hem ülkemiz ve dünya solunun yönelimlerini, tarihsel geçmişini, şimdiki zamandan geleceğe açılan boyutlarını anlamaya ve öğrenmeye çalışıyordum; çünkü gerçek bir sosyalist kültür dergisiydi “Birikim”, hem de dergide yayınlanan şiirler ve nitelikli edebiyat eleştirileri yolumu aydınlatmaya başlamıştı. Berna Moran’ı dergideki yazılarıyla tanıdım; Murat Belge’nin felsefi derinlikli edebiyat eleştirilerini, Murathan Mungan’ın ilk şiirlerini bu dergide okudum… Üniversitedeki ikinci yılımda, Tanzimat yazarlarındaki sosyal ve psikolojik çelişkileri irdelemeye çalıştığım bir yazıyı dergi editörlerinden Murat Belge’ye göndermiştim. Murat Belge, el yazısıyla bir yanıt yazmış; yazımdaki eksikleri, temellendirmede dikkat etmem gereken hususları tek tek dile getirmişti. Yazımın genel çerçeve içinde iyi olduğunu da vurgulamıştı. Bunlar, eleştiri ve inceleme konusunda bana yol gösteren ilk sözlerdi. O nedenle, Birikim Dergisi’ni ve Murat Belge’yi yazı yazma serüvenimin en başına getirmek istiyorum.
Hülya Soyşekerci'yi her şeyden önce bir eleştirmen ve inceleme yazarı olarak okuyoruz, tanıyoruz. Yazınımızda oldukça az kişinin emek verdiği bir alanda söz sahibi olma yolundasınız. Bu yolu seçmenizdeki etken neydi, nelerdi?
İlk yazım, 1983’te Yazko Edebiyat dergisinde yayımlanınca inanılmaz mutlu olmuştum. Yazımın, çok sevdiğim romancı Selim İleri’nin bir yazısıyla aynı dergide buluşması, benim için büyüleyici bir yaşantıydı.
Bu yolu seçmemde, sözünü ettiğim yüreklendirici yaklaşımların yanı sıra, eleştiri alanına özel olarak ilgi duymamın da payı var. Belki de eleştiriyi seçmekten çok, ona yönelimim söz konusuydu diyebilirim. Yani, biraz da kendiliğinden gelişen bir süreç sonucunda gerçekleşen bir durum. Edebiyat öğretmenliği ile uğraşmak, okumanın ve edebiyatın sürekli olarak içinde yer almak… eleştiri, inceleme ve kitap tanıtmaya yönelmem, mesleğimin bir uzantısı, bir devamı gibiydi. Kurmaca yapıtların içerdiği anlamları, yazarla yapıt arasındaki o gizemli ilişkiyi keşfetme merakım, araştırma tutkum, kurgusal değil de analitik düşünmeye daha yatkın oluşum ve eleştirel metinler oluşturmaktan daha fazla hoşlanıyor olmam… diye devam edebilirim belki.
"Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar" kitabınız belli ki çokça okumanın/yazmanın sonucu. Bu kitabı yazma fikriniz nasıl doğdu?
Bu kitap aslında bir toplamdan oluşuyor. Hasan Ali Toptaş’ın çok önemsediğim bir sözü vardır; “insan, okuduklarının ve yaşadıklarının bir toplamıdır.” Ben de okuduklarım ve yaşadıklarımla ilgili aldığım günlük notları, günceler biçiminde düzenledim. Sonra bu günceler 2004’ten itibaren önce KUM ve daha sonra DELİLER TEKNESİ dergilerinde yayımlanmaya başladı. Olumlu yöndeki yüreklendirici eleştiriler üzerine bu çalışmalara daha fazla ağırlık verdim. Kanguru Yayınları genel yayın yönetmeni Aydın Şimşek’in önerisiyle yazın güncelerini kronolojik sırayla ve belirli konular dahilinde bir araya getirip bu kitapta topladık.
Aydın Şimşek ‘in edebiyat dünyasına armağan ettiği dergiler, emek verdiği yazarlar takdire değer. Sizin kitabınızda incelediğiniz 12 Eylül Dosyası ve 12 Eylül Edebiyatından özellikle çok etkilendim. Bu dönem, edebiyatçılarımıza pek çok eser yazdırmıştır. Kitabınızda “Eylül’ün Gölgesi” başlıklı bölümü okurken, orada kendimi buldum. Dönemin edebiyatımıza etkileri nasıl olmuştur, gözlem ve izlenimleriniz nelerdir?
Bir 78’li olarak, kuşağımın yaşadıklarına duyarsız kalmam mümkün değildi. İnanılmaz acılarla, kırılmalarla dolu bir dönem olarak, 12 Eylül darbesinin edebiyattaki ilk çığlığı Ahmet Erhan’dı. Alacakaranlıktaki bir ülkeyi anlatıyordu dizeleriyle; “hayatın ne kadar kafiyesi varsa, hepsi ölümle cinaslı” diyordu şiirlerinde. Daha sonra öykülerde, romanlarda da işlenmeye başladı 12 Eylül; ama bu süreçte yazılanlar, yaşanılanlara göre henüz oldukça az sayılır. Son yıllarda edebiyatçılarımızın bu konuya biraz daha yoğunlaşması çok önemli bir gelişme. Özellikle Ayşegül Devecioğlu’nun “Kuş Diline Öykünen” ’i siyasi, psikolojik ve estetik yönden başarılı bir roman. Bu arada Hürriyet Yaşar tarafından hazırlanan ve 12 Eylül öykülerinin toplandığı seçki de oldukça nitelikli bir çalışma. En naif, en çocuk hüzünlü romanı ise Feride Çiçekoğlu yazdı: “Uçurtmayı Vurmasınlar”. Bu romandaki çocuk imgesi, romandan uyarlanan filmle ölümsüzleşti… Ayrıca ilk aklıma gelenlerden, Oya Baydar’ın, Süheyla Acar’ın, Latife Tekin’in, Adalet Ağaoğlu’nun, Erendiz Atasü’nün, Şöhret Baltaş’ın… ve daha pek çok yazarın yapıtları… 12 Eylül konusuna değinen birçok roman olmasına karşın, daha yazılacak çok şey var diye düşünüyorum. Yüreklerde, belleklerde gizli kalan acılar, derinliklere atılan o yaşanmışlıkların hüzünlü tortusu, yazınsal yapıtlara dönüşmeye devam edecek. Henüz tamamlanmamış olan bir süreç söz konusu…
Öykü, roman, şiir gibi yazınsal yapıtları incelerken yazarın özgeçmişi sizi ne kadar ilgilendiriyor? Eseri incelemeye başlamazdan önce yazarın biyografisini, yaşadıklarını araştırıp öyle mi başlıyorsunuz okumaya, incelemeye?
Metin odaklı çalışmalar, son zamanlarda daha fazla öne çıkan bir eleştiri anlayışını temsil etmektedir. Metnin içindeki kurgusal anlam katmanlarını açılımlamaya çalışan, metni öne alan bir yaklaşım… Bu yaklaşımı önceleyen eleştiriler yazmaya dikkat etsem de, metnin başlı başına, tekil bir olgu olduğunu tam olarak kabullenemeyişimden, onu yazardan çok da bağımsız göremeyişimden olsa gerek, yazar-yapıt arasındaki o diyalektik bağı da önemsiyorum. Çünkü bu, canlı bir bağ. Yazarların yaşamları, bu yaşamların yapıtlarına yansımaları, etkileri, dönüştürüm kaynakları olarak ilgimi çekiyor. Günlüklerinden, mektuplarından, anılarından; yani yazarın yaşamından yola çıkarak yeniden yapıtlarına açılmayı, daha canlı bir yazınsal ilişki olarak görüyorum.
"Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar" kitabınız –günlüklerden-oluşmakta. Kitabınızı okurken kendimi edebiyat, felsefe dersinde öğrenciymişim gibi de hissettim. Kitap, Türk, İngiliz, Fransız, Alman, Latin Amerika, Macar, İran Edebiyatından yapıtların analizi diye düşünmeden edemedim. Amaçlarınız nelerdi yazarken?
Öncelikli amacım güncel olarak yaşadıklarımı, okuduğum kitapların bana yaşattıklarını kayıt altına almaktı. Kendi kişisel tarihimi ve iç dünyamı günlüklerimde yansıtırken, bir yandan da dünya yazınının ve yerli yazınımızın çok önemli yazar ve şairlerinin yapıtlarını oluşturma süreçlerine, yazarlık serüvenlerine ve bunların kaynaştığı günlüklerine ulaşmak; bir okur olarak varoluşumu, yazarların yaratma sancıları ve iç dünyalarındaki varoluş sorunsalıyla bütünleştirmek, sonuçta kendimden yazarlara, yazar günlüklerinden kendime bir kanal açabilmekti temel amacım. Böylece çift katmanlı bir günlükler toplamı oluştu: Bana ait bir günlük ve okuduğum yazarların günlükleri…
Kitabınızda, okuduklarınızın izlerini yaşıyor, yazıyorsunuz. İçinizden yazarlarla dostluk köprüleri kuruyorsunuz. Kendi edebiyat/giz yolculuğunuza/dünyanıza, farklı kültürden yapıtlarla pencereler açıp “Edebiyat evrenseldir” mesajını okurda bırakıyorsunuz. Okumanın size getirdiği en büyük kazanım da bu olmalı. Yorucu-bunaltıcı-yıpratıcı mı yoksa keyif verici bir zamansal yolculuk mu eserinizde izlediğiniz?
Okumanın da, yazmak kadar yaratıcı bir eylem olduğunu söylesem çok da abartmış olmam değil mi? Okumak, bütün yaratıcı eylemler gibi yoğunlaşma, dikkat, sabır, ilgi bekler okuyandan. O nedenle tüketim kültürünün yaşamlarımıza dayattığı “keyif” kavramını pek önemsemiyorum. Okuma eylemi yoğunlaşma gerektiren yaratıcı bir çaba olduğundan, insanı bambaşka ufuklara, farklı dünyalara açtığı için yaşamı zenginleştiren, yaşama anlamlar yükleyen, çoğullaştırıcı bir eylemdir. Okumak, insanı bunaltıp yormak yerine, tam tersine, yaşama anlamlar katan bir uğraşıdır. Ancak, hiçbir zaman sıradan bir “keyif” yaşantısı da değildir…
Satırlarınızı okurken, anlaşılır cümlelerinizin yanı sıra ve ağırlıklı /düşündürücü yorumlarınızla da karşılaştım. Aragon, Neruda, Stefan Zweig, Woolf ve Sartre… Günlüklerinizi/günlerinizi etkilemiş fikir insanlarının deyişleriyle okuru da yoğun bir "beyin fırtınası" içine götürüyorsunuz… İç hesaplaşmalarınızı okurla da paylaşıyorsunuz. Okurken zaman zaman zorlandığımı da belirtmeliyim. Niçin böyle bir tarz seçtiniz? Divan Edebiyatı'nın, Dünya Klasiklerinin, felsefenin, aldığınız üniversite eğitiminin etkilerinden mi kaynaklanıyor?
Bu tarz okumalara uzun yıllardan beri ağırlık ve önem vermemden kaynaklanıyor olabilir. Yazdıklarımı genelde anlaşılır bir dille kaleme aldım ancak, yer yer ele aldığım konunun özelliğinden dolayı daha felsefi ve biraz daha zorlayıcı söylemle de yazdığım oldu.
İç hesaplaşmalar, günlüklere ruhsal derinlik ve anlam kazandıran en önemli kavramlar arasında. Kendi iç dünyasıyla hesaplaşamayan, iç çelişkilerini ve zayıflıklarını göremeyen; birey olmanın zorlu serüvenine katılamayan, yani “kendisi” olamayan kişiler zaten günlük tutmaya yönelmez. Buna gereksinim bile duymaz bence.
Yazın Dünyasında Popüler Yazarlık/Okunurluk/Sıradanlık modasına bir tepki mi diye düşünmeden edemedim kitabınızı okurken. Ne dersiniz?
Yazdıklarımın çok okunması, kitaplarımın çok satılması gibi bir kaygım hiç olmadı. Zaten düşünsel ağırlıklı, kurmaca olmayan ve “önce kendin olmalısın” diyen bir yapıtın popüler olamayacağını en baştan kabullenerek hareket ettim. Mevcut duruma doğrudan bir tepki ortaya koymasam da, kitabın kendisinin ve içeriğinin zaten popüler kültüre bir ‘karşı duruş’ olduğunu düşünüyorum.
"Çok okunabilmek/satmak" olgusunun dışında duran yazar portrenizi izledim sözcüklerinizin arasında. Tarzınızdan etkilendim. Sıradanlığın ötesine geçip ‘farkındalık’ ve ‘kendini yaşama’ eylemlerine odaklandım. Kitabınızda seçtiğiniz pek çok kadın yazarın portresinde kendimi buldum. Eleştirilerinizle okur, kendinde yeni açılım yöntemlerini ister istemez arayacaktır. Sanırım vurgulamak istediğiniz de buydu. Yanılıyor muyum?
Evet, hem kendini tanımak, kendi iç dünyanın labirentlerinde yol almak, hem de yazar günlükleri yoluyla yazınsal yapıtların içindeki yaşantı zenginliklerini keşfe çıkmak… Böylece, insanın, sanatın, edebiyatın sonsuzluğunu, tükenmezliğini içten içe duyumsamak ve duyumsatmak… Okuyanda farkındalıklar yaratabilmek…
Sade, derin, çalkantılı bir eseriniz var. Yazarların iç dünyasındaki karşıtlıkları /çelişkileri okurken etkilendim. Önce sessizce, içimden okudum kitabınızı. Yoğunlaşarak ve yanıtlarınızın da izini sürerek yeniden okuyacağım. Benim için kolay bir kitap sayılmazdı çünkü…
Her kitabın anlamı onu okuyan kişide çoğalır; her okur, kendi alımlama ve yorumlamasıyla yeniden anlamlandırarak kitaba ayrı bir zenginlik kazandırır. Böylece o metin okur(lar)da durmadan çoğalır. Edebiyatın asıl gücü işte bu noktadadır. Bir paylaşma ve anlam çoğaltma yaşantısıdır aslolan. Nurdan Gürbilek’in dediği gibi; okur da kendi alımlama gücüyle yeni bir metin oluşturur. Yazarın metni kadar, okurun metni de çok önemlidir. Bu noktada şunu söyleyebilirim ki, nicelikten çok, okurun niteliği gözetilmelidir. Sonuçta, belki sayıca az, ama yaratıcı ve nitelikli olanları yeğlemekteyim. Elbette, sizin gibi gayretli olanları da…
Sevgili Hülya. Siyah sevdiğim, asil bir renktir. Kitabınızın kapağından etkilendim. Niçin farklı bir renk değil de siyah?
Bu konuda özel bir seçimim olmadı aslında. Yani, kapaktaki renk yoluyla bir mesaj verme, anlamlandırmada bulunma gibi bir kaygım olmadı. Asıl odaklandığım, kapağın renginden çok, kapağı kaldıranlardaki okuma yaşantısının renkleriydi belki de…
Sevgili Hülya; “Yazarlar ve Yapıtlara Yönelik Okumalar” adlı farklı bir çalışmayı biz okurlara armağan ettiğiniz için sizi kutluyor, seçtiğiniz seçkin yazın yolunda size başarılar diliyorum.
Teşekkür ederim Nesrin.
Nesrin Özyaycı
Sevgili Hülya Soyşekerci, yazın dünyasının tanıdığı içten, dopdolu bir edebiyatçı, yaşamımda dost olarak nitelendirdiğim üç beş kişiden birisiniz. Edebiyat dünyasındaki akademik yaklaşımınızı birçok kişi tanıyor. Yazılarımıza kattığınız değerlerle kendimize biraz daha güvendik. Sizi kendi sözcüklerinizle tanımak istedik. Kısaca özgeçmişinizi anlatır mısınız?
Çok teşekkür ederim bu dostça değerlendirmeleriniz için. Aslında yazılarımda, özellikle yazın günlüklerimde pek de akademik yaklaşımlı değilim diye düşünüyorum. Sanırım yer yer akademik renkler katıyorum yazdıklarıma.
Okuduklarımın bende bıraktıkları etkileri “Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar” başlıklı günlüklerimde dile getirdim. Yazarların ve yapıtlarının ardına düştüm. Günlüklerimde kendi şimdiki zamanımı kayda geçirirken, bir yandan da yazar günlüklerine açılarak onları tanımaya; yazdıkları ile yaşadıkları arasındaki diyalektik bağı bulmaya ve görmeye çalıştım. Yazılarımla ışık olabiliyorsam ne mutlu…
1957 doğumluyum. Yani 78 kuşağındanım. Kuşağıma damgasını vuran pek çok toplumsal, siyasal kırılma, savrulma ve hüzünlere yakından tanık oldum. Toplumsal düşünceler bu kuşak için her zaman kendi yaşamından önce geldi. Adanmışlığı içselleştirmiş bir kuşaktık biz 78’liler... Bol bol okur, dünyayı sorgulamaya, anlamaya çalışırdık. Ütopyamız her şeyimizdi. Kendi özgeçmişimi de kuşağımdan bağımsız olarak düşünemiyorum. Üsküdar Kız Lisesi ve ardından Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Programcılığı Bölümü… Sonra, edebiyatın ağır basması ve Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesine girişim… Sıradan bir edebiyat eğitimi değil, sosyal bilimlerle desteklenmiş bir edebiyat lisans programı içinde yer almam… Bu yıllarım bana çok şey kazandırdı; sosyoloji, psikoloji ve felsefe derslerimizdeki okumalar, seminer çalışmaları ve bunların edebiyat yorumlarımıza temel oluşturması çok önemliydi. Dersler dışındaki okumalara da ağırlık veriyordum. “Birikim”, başucu dergimdi o yıllarda.
“Birikim” diye bir dergi? 70’li yıllarda Murat Belge ve Ömer Laçiner’in önderliğindeki bir dergiyi anımsadım. Sizdeki etkileri, katkıları nelerdir “Birikim” dergisinin?
Bu dergi yoluyla hem ülkemiz ve dünya solunun yönelimlerini, tarihsel geçmişini, şimdiki zamandan geleceğe açılan boyutlarını anlamaya ve öğrenmeye çalışıyordum; çünkü gerçek bir sosyalist kültür dergisiydi “Birikim”, hem de dergide yayınlanan şiirler ve nitelikli edebiyat eleştirileri yolumu aydınlatmaya başlamıştı. Berna Moran’ı dergideki yazılarıyla tanıdım; Murat Belge’nin felsefi derinlikli edebiyat eleştirilerini, Murathan Mungan’ın ilk şiirlerini bu dergide okudum… Üniversitedeki ikinci yılımda, Tanzimat yazarlarındaki sosyal ve psikolojik çelişkileri irdelemeye çalıştığım bir yazıyı dergi editörlerinden Murat Belge’ye göndermiştim. Murat Belge, el yazısıyla bir yanıt yazmış; yazımdaki eksikleri, temellendirmede dikkat etmem gereken hususları tek tek dile getirmişti. Yazımın genel çerçeve içinde iyi olduğunu da vurgulamıştı. Bunlar, eleştiri ve inceleme konusunda bana yol gösteren ilk sözlerdi. O nedenle, Birikim Dergisi’ni ve Murat Belge’yi yazı yazma serüvenimin en başına getirmek istiyorum.
Hülya Soyşekerci'yi her şeyden önce bir eleştirmen ve inceleme yazarı olarak okuyoruz, tanıyoruz. Yazınımızda oldukça az kişinin emek verdiği bir alanda söz sahibi olma yolundasınız. Bu yolu seçmenizdeki etken neydi, nelerdi?
İlk yazım, 1983’te Yazko Edebiyat dergisinde yayımlanınca inanılmaz mutlu olmuştum. Yazımın, çok sevdiğim romancı Selim İleri’nin bir yazısıyla aynı dergide buluşması, benim için büyüleyici bir yaşantıydı.
Bu yolu seçmemde, sözünü ettiğim yüreklendirici yaklaşımların yanı sıra, eleştiri alanına özel olarak ilgi duymamın da payı var. Belki de eleştiriyi seçmekten çok, ona yönelimim söz konusuydu diyebilirim. Yani, biraz da kendiliğinden gelişen bir süreç sonucunda gerçekleşen bir durum. Edebiyat öğretmenliği ile uğraşmak, okumanın ve edebiyatın sürekli olarak içinde yer almak… eleştiri, inceleme ve kitap tanıtmaya yönelmem, mesleğimin bir uzantısı, bir devamı gibiydi. Kurmaca yapıtların içerdiği anlamları, yazarla yapıt arasındaki o gizemli ilişkiyi keşfetme merakım, araştırma tutkum, kurgusal değil de analitik düşünmeye daha yatkın oluşum ve eleştirel metinler oluşturmaktan daha fazla hoşlanıyor olmam… diye devam edebilirim belki.
"Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar" kitabınız belli ki çokça okumanın/yazmanın sonucu. Bu kitabı yazma fikriniz nasıl doğdu?
Bu kitap aslında bir toplamdan oluşuyor. Hasan Ali Toptaş’ın çok önemsediğim bir sözü vardır; “insan, okuduklarının ve yaşadıklarının bir toplamıdır.” Ben de okuduklarım ve yaşadıklarımla ilgili aldığım günlük notları, günceler biçiminde düzenledim. Sonra bu günceler 2004’ten itibaren önce KUM ve daha sonra DELİLER TEKNESİ dergilerinde yayımlanmaya başladı. Olumlu yöndeki yüreklendirici eleştiriler üzerine bu çalışmalara daha fazla ağırlık verdim. Kanguru Yayınları genel yayın yönetmeni Aydın Şimşek’in önerisiyle yazın güncelerini kronolojik sırayla ve belirli konular dahilinde bir araya getirip bu kitapta topladık.
Aydın Şimşek ‘in edebiyat dünyasına armağan ettiği dergiler, emek verdiği yazarlar takdire değer. Sizin kitabınızda incelediğiniz 12 Eylül Dosyası ve 12 Eylül Edebiyatından özellikle çok etkilendim. Bu dönem, edebiyatçılarımıza pek çok eser yazdırmıştır. Kitabınızda “Eylül’ün Gölgesi” başlıklı bölümü okurken, orada kendimi buldum. Dönemin edebiyatımıza etkileri nasıl olmuştur, gözlem ve izlenimleriniz nelerdir?
Bir 78’li olarak, kuşağımın yaşadıklarına duyarsız kalmam mümkün değildi. İnanılmaz acılarla, kırılmalarla dolu bir dönem olarak, 12 Eylül darbesinin edebiyattaki ilk çığlığı Ahmet Erhan’dı. Alacakaranlıktaki bir ülkeyi anlatıyordu dizeleriyle; “hayatın ne kadar kafiyesi varsa, hepsi ölümle cinaslı” diyordu şiirlerinde. Daha sonra öykülerde, romanlarda da işlenmeye başladı 12 Eylül; ama bu süreçte yazılanlar, yaşanılanlara göre henüz oldukça az sayılır. Son yıllarda edebiyatçılarımızın bu konuya biraz daha yoğunlaşması çok önemli bir gelişme. Özellikle Ayşegül Devecioğlu’nun “Kuş Diline Öykünen” ’i siyasi, psikolojik ve estetik yönden başarılı bir roman. Bu arada Hürriyet Yaşar tarafından hazırlanan ve 12 Eylül öykülerinin toplandığı seçki de oldukça nitelikli bir çalışma. En naif, en çocuk hüzünlü romanı ise Feride Çiçekoğlu yazdı: “Uçurtmayı Vurmasınlar”. Bu romandaki çocuk imgesi, romandan uyarlanan filmle ölümsüzleşti… Ayrıca ilk aklıma gelenlerden, Oya Baydar’ın, Süheyla Acar’ın, Latife Tekin’in, Adalet Ağaoğlu’nun, Erendiz Atasü’nün, Şöhret Baltaş’ın… ve daha pek çok yazarın yapıtları… 12 Eylül konusuna değinen birçok roman olmasına karşın, daha yazılacak çok şey var diye düşünüyorum. Yüreklerde, belleklerde gizli kalan acılar, derinliklere atılan o yaşanmışlıkların hüzünlü tortusu, yazınsal yapıtlara dönüşmeye devam edecek. Henüz tamamlanmamış olan bir süreç söz konusu…
Öykü, roman, şiir gibi yazınsal yapıtları incelerken yazarın özgeçmişi sizi ne kadar ilgilendiriyor? Eseri incelemeye başlamazdan önce yazarın biyografisini, yaşadıklarını araştırıp öyle mi başlıyorsunuz okumaya, incelemeye?
Metin odaklı çalışmalar, son zamanlarda daha fazla öne çıkan bir eleştiri anlayışını temsil etmektedir. Metnin içindeki kurgusal anlam katmanlarını açılımlamaya çalışan, metni öne alan bir yaklaşım… Bu yaklaşımı önceleyen eleştiriler yazmaya dikkat etsem de, metnin başlı başına, tekil bir olgu olduğunu tam olarak kabullenemeyişimden, onu yazardan çok da bağımsız göremeyişimden olsa gerek, yazar-yapıt arasındaki o diyalektik bağı da önemsiyorum. Çünkü bu, canlı bir bağ. Yazarların yaşamları, bu yaşamların yapıtlarına yansımaları, etkileri, dönüştürüm kaynakları olarak ilgimi çekiyor. Günlüklerinden, mektuplarından, anılarından; yani yazarın yaşamından yola çıkarak yeniden yapıtlarına açılmayı, daha canlı bir yazınsal ilişki olarak görüyorum.
"Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar" kitabınız –günlüklerden-oluşmakta. Kitabınızı okurken kendimi edebiyat, felsefe dersinde öğrenciymişim gibi de hissettim. Kitap, Türk, İngiliz, Fransız, Alman, Latin Amerika, Macar, İran Edebiyatından yapıtların analizi diye düşünmeden edemedim. Amaçlarınız nelerdi yazarken?
Öncelikli amacım güncel olarak yaşadıklarımı, okuduğum kitapların bana yaşattıklarını kayıt altına almaktı. Kendi kişisel tarihimi ve iç dünyamı günlüklerimde yansıtırken, bir yandan da dünya yazınının ve yerli yazınımızın çok önemli yazar ve şairlerinin yapıtlarını oluşturma süreçlerine, yazarlık serüvenlerine ve bunların kaynaştığı günlüklerine ulaşmak; bir okur olarak varoluşumu, yazarların yaratma sancıları ve iç dünyalarındaki varoluş sorunsalıyla bütünleştirmek, sonuçta kendimden yazarlara, yazar günlüklerinden kendime bir kanal açabilmekti temel amacım. Böylece çift katmanlı bir günlükler toplamı oluştu: Bana ait bir günlük ve okuduğum yazarların günlükleri…
Kitabınızda, okuduklarınızın izlerini yaşıyor, yazıyorsunuz. İçinizden yazarlarla dostluk köprüleri kuruyorsunuz. Kendi edebiyat/giz yolculuğunuza/dünyanıza, farklı kültürden yapıtlarla pencereler açıp “Edebiyat evrenseldir” mesajını okurda bırakıyorsunuz. Okumanın size getirdiği en büyük kazanım da bu olmalı. Yorucu-bunaltıcı-yıpratıcı mı yoksa keyif verici bir zamansal yolculuk mu eserinizde izlediğiniz?
Okumanın da, yazmak kadar yaratıcı bir eylem olduğunu söylesem çok da abartmış olmam değil mi? Okumak, bütün yaratıcı eylemler gibi yoğunlaşma, dikkat, sabır, ilgi bekler okuyandan. O nedenle tüketim kültürünün yaşamlarımıza dayattığı “keyif” kavramını pek önemsemiyorum. Okuma eylemi yoğunlaşma gerektiren yaratıcı bir çaba olduğundan, insanı bambaşka ufuklara, farklı dünyalara açtığı için yaşamı zenginleştiren, yaşama anlamlar yükleyen, çoğullaştırıcı bir eylemdir. Okumak, insanı bunaltıp yormak yerine, tam tersine, yaşama anlamlar katan bir uğraşıdır. Ancak, hiçbir zaman sıradan bir “keyif” yaşantısı da değildir…
Satırlarınızı okurken, anlaşılır cümlelerinizin yanı sıra ve ağırlıklı /düşündürücü yorumlarınızla da karşılaştım. Aragon, Neruda, Stefan Zweig, Woolf ve Sartre… Günlüklerinizi/günlerinizi etkilemiş fikir insanlarının deyişleriyle okuru da yoğun bir "beyin fırtınası" içine götürüyorsunuz… İç hesaplaşmalarınızı okurla da paylaşıyorsunuz. Okurken zaman zaman zorlandığımı da belirtmeliyim. Niçin böyle bir tarz seçtiniz? Divan Edebiyatı'nın, Dünya Klasiklerinin, felsefenin, aldığınız üniversite eğitiminin etkilerinden mi kaynaklanıyor?
Bu tarz okumalara uzun yıllardan beri ağırlık ve önem vermemden kaynaklanıyor olabilir. Yazdıklarımı genelde anlaşılır bir dille kaleme aldım ancak, yer yer ele aldığım konunun özelliğinden dolayı daha felsefi ve biraz daha zorlayıcı söylemle de yazdığım oldu.
İç hesaplaşmalar, günlüklere ruhsal derinlik ve anlam kazandıran en önemli kavramlar arasında. Kendi iç dünyasıyla hesaplaşamayan, iç çelişkilerini ve zayıflıklarını göremeyen; birey olmanın zorlu serüvenine katılamayan, yani “kendisi” olamayan kişiler zaten günlük tutmaya yönelmez. Buna gereksinim bile duymaz bence.
Yazın Dünyasında Popüler Yazarlık/Okunurluk/Sıradanlık modasına bir tepki mi diye düşünmeden edemedim kitabınızı okurken. Ne dersiniz?
Yazdıklarımın çok okunması, kitaplarımın çok satılması gibi bir kaygım hiç olmadı. Zaten düşünsel ağırlıklı, kurmaca olmayan ve “önce kendin olmalısın” diyen bir yapıtın popüler olamayacağını en baştan kabullenerek hareket ettim. Mevcut duruma doğrudan bir tepki ortaya koymasam da, kitabın kendisinin ve içeriğinin zaten popüler kültüre bir ‘karşı duruş’ olduğunu düşünüyorum.
"Çok okunabilmek/satmak" olgusunun dışında duran yazar portrenizi izledim sözcüklerinizin arasında. Tarzınızdan etkilendim. Sıradanlığın ötesine geçip ‘farkındalık’ ve ‘kendini yaşama’ eylemlerine odaklandım. Kitabınızda seçtiğiniz pek çok kadın yazarın portresinde kendimi buldum. Eleştirilerinizle okur, kendinde yeni açılım yöntemlerini ister istemez arayacaktır. Sanırım vurgulamak istediğiniz de buydu. Yanılıyor muyum?
Evet, hem kendini tanımak, kendi iç dünyanın labirentlerinde yol almak, hem de yazar günlükleri yoluyla yazınsal yapıtların içindeki yaşantı zenginliklerini keşfe çıkmak… Böylece, insanın, sanatın, edebiyatın sonsuzluğunu, tükenmezliğini içten içe duyumsamak ve duyumsatmak… Okuyanda farkındalıklar yaratabilmek…
Sade, derin, çalkantılı bir eseriniz var. Yazarların iç dünyasındaki karşıtlıkları /çelişkileri okurken etkilendim. Önce sessizce, içimden okudum kitabınızı. Yoğunlaşarak ve yanıtlarınızın da izini sürerek yeniden okuyacağım. Benim için kolay bir kitap sayılmazdı çünkü…
Her kitabın anlamı onu okuyan kişide çoğalır; her okur, kendi alımlama ve yorumlamasıyla yeniden anlamlandırarak kitaba ayrı bir zenginlik kazandırır. Böylece o metin okur(lar)da durmadan çoğalır. Edebiyatın asıl gücü işte bu noktadadır. Bir paylaşma ve anlam çoğaltma yaşantısıdır aslolan. Nurdan Gürbilek’in dediği gibi; okur da kendi alımlama gücüyle yeni bir metin oluşturur. Yazarın metni kadar, okurun metni de çok önemlidir. Bu noktada şunu söyleyebilirim ki, nicelikten çok, okurun niteliği gözetilmelidir. Sonuçta, belki sayıca az, ama yaratıcı ve nitelikli olanları yeğlemekteyim. Elbette, sizin gibi gayretli olanları da…
Sevgili Hülya. Siyah sevdiğim, asil bir renktir. Kitabınızın kapağından etkilendim. Niçin farklı bir renk değil de siyah?
Bu konuda özel bir seçimim olmadı aslında. Yani, kapaktaki renk yoluyla bir mesaj verme, anlamlandırmada bulunma gibi bir kaygım olmadı. Asıl odaklandığım, kapağın renginden çok, kapağı kaldıranlardaki okuma yaşantısının renkleriydi belki de…
Sevgili Hülya; “Yazarlar ve Yapıtlara Yönelik Okumalar” adlı farklı bir çalışmayı biz okurlara armağan ettiğiniz için sizi kutluyor, seçtiğiniz seçkin yazın yolunda size başarılar diliyorum.
Teşekkür ederim Nesrin.
GENÇLİK VE EDEBİYAT
GENÇLİK VE EDEBİYAT
Bilindiği gibi “gençlik” ve “edebiyat”, topluma yön veren, belirli bir önem ve değer taşıyan iki kavram. Konumuz gençlik ve edebiyat olduğuna göre, bu iki temel kavramın açılımlarını, buluşma ve kaynaşma noktalarını saptayarak yola çıkmak en doğru yöntem olarak görünüyor bana. Hemen belirtmeliyim ki bu çalışmadaki düşünceler, eleştiriler ve önerilerin hepsine “bence” diyerek başlamaktayım. Anlattıklarım, sunduklarım ve ileri sürdüklerim “bana göre”dir, kendi bakış açımı dile getirmektedir. Bu bağlamda dile getirdiklerimin tümü katı ve değişmez gerçekler değildir; hepsinin üzerinde tartışılabilir ve farklı görüş açılarıyla yeni açılımlara ulaşılabilir.
Gençlik, psikoloji biliminin verilerine göre çok özel ve farklı bir dönemdir. Bu yaşam döneminde çocukluktan bedensel olarak sıyrılan genç, ruhsal anlamda da gelişmekte, içinde derin çalkantılar ve çelişkiler yaşamaktadır. Büyümek de doğum gibi sancılarla gerçekleşen bir süreçtir. Bu sancıların çoğu gencin iç dünyasını alt üst eder. Bir arayış ve yaşamı keşfetme dönemi olan gençlik çağında, kişi bir birey olmanın zorlu yolculuğuna başlar. Gençlik dönemini bölümlendirmeye çalışırsak, genel olarak ilköğretim döneminden başlayarak ortaöğretimde süren yani 12-17 yaş grubu "ilk gençlik dönemi" ve ardından gelen üniversiteye denk düşen dönemlerle hemen sonrasını kapsayan dönem "gençlik dönemi" olarak tanımlanabilir. Bu süreç 24-25 yaşlarına kadar uzayabilir. Gençlik için tiyatro çalışmaları yapan A. Ertuğrul Timur’a göre “Gençlik karmaşıktır. Gençlik psikolojisi farklılıklar içerir. Aşkla dolu olan da, öfkeyle dolu olan da, kompleksler içinde kıvranan da, gereğinden fazla gözü pek olan da, barışa methiyeler dizen de, elinde bıçakla, silahla gezen de vardır bu dönem içerisinde. Gençlik her tür duygunun abartılı yaşandığı ve yansıtıldığı dönemdir. Ve gençlik gerektiğinde tepkisini göstermekten de sakınmayan bir kuşaktır. Çabuk ikna olmaz, eğlenceli metin arasına sıkıştırılan doğrudan mesajları draje olarak içireceğiniz şekilde düz bakmaz, sorgular, eleştirir, reddedebilir. Bu durumda gençlik oyunu yazmak, sahnelemek (“ve gençlik edebiyatı yapmak”) elbette kolay değildir.” (Nasıl Bir Gençlik Oyunu, Nasıl Bir Dil)
Gençlik kavramını buluşturmaya çalışacağım diğer önemli kavram ise edebiyat kavramı. Edebiyatın, çağlar boyunca yeryüzüne gelmiş ne kadar yazar ve şair varsa o kadar da çok tanımı yapılabilir. Ancak, genel geçer bir tanımlama yapacak olursak her şeyden önce edebiyatın bir sanat olduğunu vurgulamak gerekir. Bu genel tanıma göre; duyguların, düşüncelerin ve düşlerin söz ve yazı yoluyla etkili ve güzel bir biçimde anlatılması, dile getirilmesi sanatıdır edebiyat. Gençlerin edebiyatla tanışması kuşkusuz öncelikle okul öncesi ve ilköğretim birinci kademesini kapsayan çocukluk döneminde başlamaktadır. Çok küçük yaşlardan itibaren dinleme ve okuma yoluyla masal, söylence, anı, bilmece, fıkra, öykü, şiir gibi yazınsal türlerle tanışan çocuk, okuma sevgisini kazanır, dilin güzelliklerini sezmeyi öğrenir. Gençlik çağındakilerin edebiyatla ilişkisini çocukluk dönemindeki edebiyat ilişkileri belirlemektedir. Bu temel sağlam atılmışsa genç, okumaya, düşünmeye, düş kurmaya, araştırma, sorgulama ve yorumlamaya devam edecektir.
Gençlik Çağında Yazınsal Yapıtlara İlgisizliğin Nedenleri ve Çözüm Önerileri
Çocuk kitapları yoluyla okuma zevki ve edebiyat sevgisi kazanamamış çocuğun gençlik döneminde kitapla ve edebiyatla ilişkisi çoğu zaman mesafeli, sınırlı ve zorunluluklara dayalı biçimde sürmektedir. Sağlam temelle başlayan birçok genç de ne yazık ki eğitim kurumlarındaki yöntemsel sorunlardan dolayı okumaktan ve edebiyattan uzaklaşmaktadır.
Üstün Dökmen’in yaptığı bir araştırmaya göre lise öğrencileri kitap okumama nedenlerini şöyle belirliyorlar: “Kitapların pahalı oluşu, yorgunluk, derslerden ve ÖSS çalışmalarından vakit bulamamak, TV seyretmeyi yeğlemek, arkadaşlarla söyleşinin daha keyifli olması…” Okul ders programlarının çok yoğun olması, ÖSS hazırlık çalışmaları, kurslar, dershaneler, özel derslerin gencin zamanının önemli bir bölümünü alıp götürmesi ne yazık ki üzücü bir gerçektir. Ayrıca okuldaki Türkçe ve edebiyat derslerinde yöntemin daha çok bilgi aktarmaya ve ezberlemeye dayalı olması, dilbilgisinin (gramerin) önemli yer tutması öğrenciyi edebiyat keyfinden uzakta tutmakta; genç, bu dersleri not alınıp geçilmesi gereken birer zorunluluk olarak görmektedir. İlköğretimde temel gramer verildikten sonra artık daha sonraki yıllarda bunun üzerinde ısrarla durulmasının, kuru bilgilerin ve gramerin yazınsallıktan koparılarak aktarılmasının anlamı bulunmamaktadır. Bilindiği gibi yazınsal estetiği belirleyen unsur yalnızca gramer değildir. Öncelikle bu yaklaşımın terk edilmesi gerekir. Türkçe ve edebiyat kitaplarındaki metinlerin önemli bir kısmı da günümüz gençliğine seslenememektedir. Edebiyata, edebiyat tarihi gözlüğü ile değil, metin çözümlemesi ve eleştirel okuma gözlüğüyle bakılması gerekmektedir. Anlama, yorumlama, irdeleme, sorgulama, düşünme, düşlemleme edebiyat eğitiminin temel amaçlarından olmalı; genç, dilin güzelliklerini yazınsal metinler içinden süzerek almalı, bunu yüreğinin içinde duyumsamalıdır. Albert Camus’nün belirttiği gibi “Okumak, insanın yüreğini çiçeklendirir.” Derslerde metin inceleme ve yorumlamanın ağırlık taşıması genç yüreklerin çiçeklenmesini sağlayabilecektir. Okullardaki edebiyat eğitiminde yaratma-üretme bağlamındaki dersler ön planda olursa, kompozisyon derslerine gerekli önem ve ağırlık verilebilirse bu durum gencin edebiyata sevgisini daha güçlü kılacaktır. Dersi daha ilginç hale getirecek yöntem ve tekniklerin geliştirilmesi, atölye çalışmalarına yer verilmesi de bence önemli bir çaba olacaktır.
Zorunlu olarak okutulan ve genelde 100 Temel Eser listesi içinde bulunan kitaplarla ilgili okuma çalışmalarında da gençlerin eleştirel okumaktan, yorumlamaktan uzak bir biçimde, kitap özetleme yaptıkları gözlemlenmektedir. Sistem içinde, sınav koşuşturmaları nedeniyle okumaya gerekli zamanı ayıramayan genç, hazır kitap özetlerinden, internet sitelerinden yararlanarak ya da iyice kısaltılmış olan klasiklerden okumalar yaparak sadece not alıp sınıf geçmek amacıyla edebiyata yaklaşmaktadır. Klasikler konusunda durum oldukça düşündürücüdür. Genelde kötü çeviriler ya da komprime haline getirilmiş kitaplarla okuma yapılmaktadır. Çünkü bu kitapların hem sayfa sayısı az hem fiyatı çok ucuzdur. Genç, bilinçli yönlendirmelerden yoksun kalırsa bu tarz klasikleri okuyacaktır doğal olarak Metin Celal, Cumhuriyet Kitap Eki’ndeki bir yazısında (20.07.2006-Sayı: 857) piyasada en az 27 çeşit Savaş ve Barış’ın bulunduğunu, bir çevirinin 112 sayfa; başka bir çevirinin ise 2168 sayfa olduğunu; Don Kişot’un 41 çevirisi olduğunu en ucuzunun 2.5 en pahalısının 55 YTL olduğunu belirterek ilginç bir tablo ortaya koyuyor. 100 Temel Eser yaşamla buluşmayan, çağın dışında kalmış, ya da çocuğun yaş düzeyine uymayan kitapları da içermektedir. Hazır listeler, sonuçta öğretmeni de öğrenciyi de yaratıcılıktan uzakta tutmakta; dar bir çerçeve içinde bırakmaktadır. Yaratıcı olmayan bir okuma tarzı, genci düşünmekten ve yaşamı sorgulamaktan uzaklaştırmaktadır.
Edebiyat eğitiminde metin odaklı çalışmalar yapılmalı, kitaplar okunup sınıfta tartışılmalı; haftada en az bir saat okuma dersine ayrılmalıdır. Kitaplarla ilgili tanıtma yazıları yazdırılmalı, gencin kitapla ilgili öznel görüşlerine de kulak verilmelidir. Olanaklar ölçüsünde kitabın yazarı ile öğrenciler buluşturulmalı, gençlerin kitabın atmosferi içinde doğrudan yaşaması sağlanmalıdır. Atölye çalışmalarıyla gençler yeni ürünler yaratmaya yönlendirilmeli; atölyedeki başarılı ve nitelikli yapıtlar okul dergisinde ve yerel dergilerde yayımlanmalıdır. Öğrenciye dili ve edebiyat sanatını sevdirecek drama etkinliklerine, şiir dinletisi ve tiyatro çalışmalarına da gereken önem ve değer verilmelidir. Tiyatro da edebiyat
sevgisinin başka bir boyutunu oluşturur. Ayrıca görsel sanatlar; resim, sinema, fotoğraf, karikatür vb.’den yararlanarak gencin yazınsal yaratıcılığa açılması sağlanabilir. Test mantığıyla da edebiyatın sevdirilmesi mümkün değildir. Paragraf, yapıtın bütünü değildir. Sadece paragrafı irdeleyerek yapıtın ruhuna ulaşamayız.
Her şeye karşın, edebiyat eğitiminde geçmiş yıllara göre epeyce yol alındığını düşünüyorum. 1970’li yıllarda lisede okurken edebiyat sınavlarında yalnızca şiirdeki aruz kalıplarının sorulduğunu; metinlerdeki Arapça ve Farsça kelimelerin anlamlarını durmadan ezberlediğimizi anımsadığımda, düşüncelerimdeki iyimserlik dozunun arttığını rahatlıkla belirtebilirim. Edebiyat eğitimi, edebiyat tarihinin boyunduruğundan kurtarılmalı; edebiyat, yazma, okuma, konuşma, ifade etme sanatı olarak değerlendirilmelidir. Edebiyat eğitiminde yeni yaklaşımların bu doğrultuda olması sevindiricidir.
Okullardaki edebiyat eğitimi açısından durum böyleyken, bu konuda anne babaların tutumu da çok önemlidir. “Roman okumayı bırak da derslerine çalış!” söyleminin bırakılması gereklidir artık. Bu konuda İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun sözünü anımsatmak istiyorum: “Gençler ders kitabı yerine roman okuyorlar diye yakınıyorlar. Keşke roman okusalar, roman hayatı öğretir.” Anne babaların da yeterince okumadığı, popüler kültürün ve medyanın egemen olduğu günümüz koşullarında, çoğu evde gazete bile okunmaması, TV’nin tüm yaşam alanlarında belirleyici olması, görünen bir gerçektir. Bu konuda anne babanın bilinçlendirilmesi; toplumun sosyoekonomik durumunun iyileştirilmesiyle paralel giden bir konudur. Toplum ilerledikçe, anne babaların ve dolayısıyla gençlerin entelektüel düzeyi de yükselecektir.
Gençlere Yönelik Yazınsal Yapıtlar ve Nitelikleri
“Gençlik Edebiyatı”
Gençlik ve Edebiyat genel başlığı altında yer alan çok önemli bir kavram daha var; o da gençlik edebiyatı. Gençlik edebiyatı, okur kitlesi gençler olan ve gençlere yönelik yazılan yapıtlardan oluşmakta. Eski dönemlerde yazılan yapıtlarda; örneğin 12. yüzyılda Yusuf Has Hacib’in yazdığı Kutadgu Bilig’de çocuk yetiştirmenin önemi dile getirilir. Aynı dönemde Edip Ahmet tarafından yazılan Gerçeklerin Eşiği(Atabetü’l Hakaayık), Ahmet Yesevi’nin Hikmetler’i gençlere verilen öğütlerle doludur. Keykavus’un yazdığı Mercimek Ahmet’in 15.yüzyılda çevirdiği Kaabusname’de de çeşitli öğütler verilmektedir. Ayrıca ünlü düşünür Gazzali’nin “Ey Oğul”, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın “Marifetname” adlı eserlerinde çocuğa ve gence felsefi yönden yaklaşılmıştır. Bütün bu yapıtlarda çocuk ve gence dışarıdan bakılmıştır. Genç, öğütlerle yaşama hazırlanarak, toplumun istediği hale getirilmeye çalışılmış ve dolaylı olarak bir nesne durumuna indirgenmiştir.
Bizde çocuğun bir birey, başlı başına bir insan olarak algılanması, Batı’daki kültürel modellere uygun olarak gelişmiş, aydınlanma çağının çocuk ve genç anlayışı bize de yansımıştır. Tanzimat yıllarında J. J.Rousseau’dan Namık Kemal tarafından yapılan Emile çevirisi önemli bir kilometre taşıdır. Bu dönemde yazılan romantizm etkisindeki romanların kahramanları gençlerden oluşur. Onların dünyası anlatılır. Namık Kemal, Zavallı Çocuk adlı tiyatro oyununda genç kızların istemedikleri kişilerle evlendirilmemesi, gençlerin eş seçiminde özgür olmaları gerektiği mesajını verir. Aile içinde gencin söz hakkı bulunması gerektiğini dolaylı da olsa sezdirir. Namık Kemal’in birçok yapıtı genç ve aile üzerinden toplumu yeniliklere açar. Bu dönemde dünya klasiklerinden ilk çeviriler yapılmıştır. İbrahim
Şinasi La Fontaine’den fablleri çevirmiştir. La Fontaine’in fabllerini çocuklar için yazmadığı, hatta çocukları küçümsediği bir gerçekken, bizde bu fabller çocuk ve genç edebiyatına dahil edilmiştir. Ayrıca Robenson Crusoe, Sefiller, Gulliver’in Gezileri ilk olarak bu dönemde çevrilmiştir. Jules Verne’den Seksen Günde Devriâlem, Balonla Beş Hafta Seyahat, İki Sene Mektep Tatili, Gizli Ada, Arzın Merkezine Seyahat… kitapları dilimize kazandırılmıştır. Servet-i Fünun Edebiyatı döneminde Tevfik Fikret, yapıtlarıyla çocuk ve gençlere özel bir önem vermiştir. Çocuklar için yazdığı şiirlerden oluşan Şermin adlı kitap, bu konuda ilk örneği oluştururken, gençler için kaleme aldığı Haluk’un Defteri, felsefi düşünce ya da toplumsal görüşleri çocuk ve genç yazınında işleme konusunda da ilk örneği teşkil eder. Tevfik Fikret, bu yapıtında gençlere özel bir toplumsal misyon yükleyerek, ülkenin yarınlarını kurmada bilimi, aklı, pozitivizmi temel almaları gerektiğini dile getirir. Bu dile getirmede öğütleyici tutumunun yanı sıra teşvik edici, yüreklendirici ve özendiricidir. Milli Edebiyat döneminin en önemli adlarından olan Ömer Seyfettin’in öyküleri, dilindeki sadelik nedeniyle yıllarca ilkokul öğrencilerine çocuk kitabı olarak okutulmuştur. Bu öykülerin bir kısmının; sözgelimi Bomba, Beyaz Lale, Başını Vermeyen Şehit, Diyet, Topuz’un içerdiği şiddet ve cinsellik unsurları nedeniyle çocuk edebiyatına dâhil edilmesi çok zordur. Ömer Seyfettin öyküleri arasında, içerdiği mizah, çocukluk anıları, boş inançlar, günlük yaşamın ilginç yönlerini işleyen Yüksek Ökçeler, Keramet, Türbe, Perili Köşk, gerçekten çocukların dünyasına seslenebilmektedir. Çocuklara uygunluk açısından bence, başlı başına inceleme alanıdır Ömer Seyfettin öyküleri.
Çocuğun ve gencin edebiyatta daha fazla önem kazanması kuşkusuz Cumhuriyet Dönemi ile gerçekleşmiştir. Bu dönemde eğitime verilen özel önem doğrultusunda çocuk ve gençlere yönelik birçok yapıt göze çarpmaktadır. Bazıları doğrudan gençler için yazılırken, bazı yapıtlar da geniş bir genç okur kitlesi tarafından benimsenmiş olduğu için gençlik edebiyatına dahil olurlar. Bu konuda bence en tipik örnek Reşat Nuri Güntekin’in yazdığı Çalıkuşu’dur. Yazar, yetişkinler için yazdığı bu romanında genç kız dünyasını o denli başarılı bir biçimde işlemiştir ve o dünyaya o denli iyi sokulmuştur ki genç kız okurlar arasında en sevilen romanlar arasında yer almıştır ve Çalıkuşu hâlâ genç kızlar tarafından ilgiyle okunmaktadır. Necdet Neydim ülkemizde genç kız edebiyatına (okurları genç kız; kahramanı da genç kız olan romanlara) ilk örnek oluşturan kitaplar arasında önce Halide Edip Adıvar’ın yazdığı Handan’a (1912) ve daha sonra da Çalıkuşu’na (1922) yer veriyor. (“Genç Kız Edebiyatı” s. 27) Bu arada gençlik edebiyatı içindeki ana damarı gören Necdet Neydim’in, roman, öykü, şiir gibi yazınsal türlerin asıl okurlarının genç kızlar olduğunu, ülkemizdeki okur sayısının önemli bir kısmını genç kızların oluşturduğunu dile getirdiğini belirtmek istiyorum. Bu olgunun sosyal, geleneksel ve ekonomik nedenlerini de irdeleyen Necdet Neydim, yerli ve çeviri yapıtlar yoluyla ülkemizde oluşan genç kız edebiyatı birikimine ve potansiyeline de dikkati çekiyor. Yıllar önce ilkokulu bitirdiğimde, annem ve babamın bana artık genç kız olduğumu belirterek Çalıkuşu romanını armağan edişini hatırlıyorum. O romandan sonra Harp ve Sulh adıyla Savaş ve Barış’ı,büyük bir ilgiyle okumuştum.
İlk Gençlik Kitaplarının Özellikleri
Gözlemlediklerim ve okuduklarım ilk gençlik çağındaki kızlarla erkeklerin birbirinden farklı kitaplara yöneldiklerini gösteriyor. Bunda elbette toplumsal koşullandırmaların büyük payı var. Şöyle ki; ilk gençlik çağındaki kızlar, duygusal konuları işleyen öykü, şiir ve romanlara, ev ve okul yaşamını anlatan kitaplara yönelmektedir. Erkekler ise serüven, gezi, fen, doğa,
tarihi kitaplar, kahramanlık, makineler, robotlar, bilgisayarlar, bilim adamlarının yaşamı, spor gibi konularda yazılmış kitaplara ilgi duymaktadır. Toplum erkeklere, cesur, atılgan, dışa dönük, güçlü, tuttuğunu koparan, duygusal olmayan bir profil sunarken, kızlardan da tam tersine uysal, sakin, yumuşak, munis, sevecen bir yapıda olmasını, etken değil de edilgen bir konumda kalmasını beklemektedir. Toplumun bu beklentileri ve aile içindeki koşullanmalar ilk gençlik çağında gençlerin okudukları kitapları da az çok belirlemektedir. Zehra İpşiroğlu da bu konuda şöyle söylüyor: “Kızları geleceğin ev kadınları, erkekleri ise iş adamları olarak daha küçük yaşta belirli rollere iten böylesine bir yaklaşım, kadın-erkek eşitliğini savunan çağdaş düşünceye ters düşmektedir.” (“Okumayı Öğretme”, s.54)
Aslında her iki cinsin buluşabildiği yazınsal alanlar da söz konusudur. Örneğin fantastik edebiyat yapıtlarına kızlar kadar ve erkekler de ilgi duymaktadırlar. Son zamanlarda gençliğin okuduğu kitaplar arasında tarih, mitoloji ve arkeoloji unsurları içeren roman ve öykülerin yer alması da ilginçtir. Gençlerin korku türüne de özel bir ilgi gösterdikleri, özellikle Stephen King’i baş tacı ettikleri de bir gerçek.
Bu arada gençlerin çok az şiir okuduklarını gözlemliyorum. Attila İlhan, Nazım Hikmet, Edip Cansever, Özdemir Asaf, Murathan Mungan en sevdikleri şairler. Şiir okuyanların çoğunun sıra dışı gençler oldukları, daha derinlikli bir duyuş ve düşünüş tarzı ile yaşamı irdeledikleri dikkatimi çekiyor. Gençlerin çoğu şiir okumasa da şiir yazmaya özeniyorlar. Şiir okumadan, şiirsel birikimi içselleştirmeden şiir yazmanın kişiyi daha özgün kılacağını düşünen gençler çoğunlukta ne yazık ki…
Gençlerin okuma dünyasını çoksatanlar da önemli ölçüde belirliyor. Bu listelere göre kitap okuyan ve sürekli olarak çok satanlar listesini izleyen gençler de var. Bu beğenide aile içinde özellikle annelerin model alındığı ve anne-kız özdeşleşmeleri gözlemlenebiliyor. Ayrıca, kitap seçiminde arkadaş etkisi de görülmekte. Kitap seçimi konusunda öğretmenlerin çok dikkatli ve iyi bir yönlendirici olabileceğine daha önce de değinmiştim.
İlk gençlik çağındaki gençler, kendi sorunlarını, kendi yaşantılarını dile getiren roman ve öykülere yöneliyorlar. İşlenen konular arasında, ergenlik sorunları, ilk aşkların karmaşık duygusal yaşantıları, beden-ruh dengesinin kurulamayışı, ebeveyn ve öğretmenlerle yaşanan sorunlar, arkadaş grupları ve arkadaş ilişkileri, geziler, hobiler, müzik, tiyatro, resim ve diğer sanatlar, spor ve özellikle futbolun anlatılması, sınav gerginlikleri, uyuşturucu kullanımı, ilk cinsel deneyimler, taciz vb. olaylar ve travmalar, kız ve erkeklerin birbirlerini tanıma süreçleri, bilgisayar, cep telefonları, internet dünyası, bilgi çağının yansımaları, savaş ve göçler, gençlerin giysi ve marka tutkuları, sınıfsal farklar nedeniyle yaşanan sıkıntılar, bu sıkıntıların çalışarak, okuyarak… telafi edilmesi ve aşılması, kız çocukların dar çevrelerde törelerle mücadelesi, intihar ve suç olgusu, şiddet; aile içi baskı ve şiddet, psikolojik travmaların tedavileri, arkadaş çevreleri, marjinal gruplar, farklı giysi, davranış ve inançlar… gibi sayılamayacak kadar çok konudan hareket edilerek gençlere yönelik yazınsal yapıtlar oluşturulabilir.
Eğitim sisteminin dışında kalma korkusu, yazarları didaktik eserler vermeye zorlamaktadır. Çocuk ve genç edebiyatı yapıtının bir okul olmadığını unutmamak gerekir. Dolayısıyla didaktik olmadan yazınsal metin oluşturmak durumundadır gençlik yazarı. Tiyatro yazarı A. Ertuğrul Timur gündeme takılıp kalan ve sürekli öğütler veren bir oyunun gence seslenemediğini dile getirerek şöyle söylemektedir: “Uyuşturucu ya da öğrenci kavgaları bir olgu değil sonuçtur. Gençliğe alternatifler sunmayan, yeterli sosyalleşmeyi sağlamayan,
eğitim verirken kültürel açılımlar sağlayamayan, bunalımlarını çözmeyen ve gereken polisiye tedbirleri alamayan sistemin sonucudur. Siz uyuşturucu ya da gençler arasındaki çatışmaların ne kötü olduğunu anlatan bir düzine oyun yapsanız da gençler ‘Aaa! Hadi şu tiyatroda uyuşturucunun ne kötü bir şey olduğunu, bir kere bulaşınca kurtulmanın ne kadar zor olduğunu, kıvrana kıvrana acı çekildiğini anlatan bir oyun varmış gidip izleyelim de bu beladan biraz daha uzak duralım’ demeyecektir. Siz bu oyunlara ancak Milli Eğitim müdürlükleri tavsiyesi ile okullardan otobüslerle öğretmenlerin refakatinde seyirci taşıyabilirsiniz, başka şekilde değil. Bu tür oyunlar faydalı olabilir mi? Olabilir. Öğrenci oyundan içi burkularak ve acı gerçeği bir kez daha görerek çıkar. Ama bu oyun gençliğe alternatifler sunmayan, yeterli sosyalleşmeyi sağlamayan, eğitim verirken kültürel açılımlar sağlayamayan, bunalımlarını çözmeyen ve gereken tedbirleri alamayan sistemi düzeltmeyeceği için yine de çözüm olmayacaktır.” Bu düşüncelerini dile getirdikten sonra da şöyle devam ediyor: “Tiyatro yazarı, yönetmeni, oyuncusu, izleyicisi ile bağımsız ayrı bir unsurdur; kendi etikleri, kendi doğruları, kendi kuralları içinde kendi içindeki dinamikleriyle ve sanatsal kıymetini koruyarak üzerine düşen görevi "kendisi olarak" bunlardan bağımsız olarak zaten yerine getirebilir. Aksi ise zorlama olur ve tiyatroyu tiyatro olmaktan genci tiyatrodan uzaklaştırmaktan başka hiçbir işe de yaramaz.” (Nasıl Bir Gençlik Oyunu, Nasıl Bir Dil)Yazarın tiyatro ile ilgili bu görüşlerini genişletmek; gençlik öyküsü ve romanı yazanları da kapsayacak biçimde yorumlamak da mümkündür bana kalırsa.
Son olarak, gençliğe yönelik yapıtlar yazmak için gençlerin dünyasını iyi tanımak, o çalkantıları yüreğin içinde duyumsamak gerekiyor, diyebilirim. Yazar, çok iyi bir empati gücüyle ergen ve genç psikolojisinin derinliklerine dalarak o zorlu dünyaya seslenebilen yapıtlar üretebilir; bu yapıtlar yoluyla da gence yani ufuklar açabilir. Bunu gerçekleştirmek için de her şeyden önce yüreğinin sevgi kapılarını ardına kadar açmalı, anlayış ve seziş gücünün doruklarına çıkmalı; gencin dünyasını, yapıtının sayfalarında yaşatabilmelidir.
Bilindiği gibi “gençlik” ve “edebiyat”, topluma yön veren, belirli bir önem ve değer taşıyan iki kavram. Konumuz gençlik ve edebiyat olduğuna göre, bu iki temel kavramın açılımlarını, buluşma ve kaynaşma noktalarını saptayarak yola çıkmak en doğru yöntem olarak görünüyor bana. Hemen belirtmeliyim ki bu çalışmadaki düşünceler, eleştiriler ve önerilerin hepsine “bence” diyerek başlamaktayım. Anlattıklarım, sunduklarım ve ileri sürdüklerim “bana göre”dir, kendi bakış açımı dile getirmektedir. Bu bağlamda dile getirdiklerimin tümü katı ve değişmez gerçekler değildir; hepsinin üzerinde tartışılabilir ve farklı görüş açılarıyla yeni açılımlara ulaşılabilir.
Gençlik, psikoloji biliminin verilerine göre çok özel ve farklı bir dönemdir. Bu yaşam döneminde çocukluktan bedensel olarak sıyrılan genç, ruhsal anlamda da gelişmekte, içinde derin çalkantılar ve çelişkiler yaşamaktadır. Büyümek de doğum gibi sancılarla gerçekleşen bir süreçtir. Bu sancıların çoğu gencin iç dünyasını alt üst eder. Bir arayış ve yaşamı keşfetme dönemi olan gençlik çağında, kişi bir birey olmanın zorlu yolculuğuna başlar. Gençlik dönemini bölümlendirmeye çalışırsak, genel olarak ilköğretim döneminden başlayarak ortaöğretimde süren yani 12-17 yaş grubu "ilk gençlik dönemi" ve ardından gelen üniversiteye denk düşen dönemlerle hemen sonrasını kapsayan dönem "gençlik dönemi" olarak tanımlanabilir. Bu süreç 24-25 yaşlarına kadar uzayabilir. Gençlik için tiyatro çalışmaları yapan A. Ertuğrul Timur’a göre “Gençlik karmaşıktır. Gençlik psikolojisi farklılıklar içerir. Aşkla dolu olan da, öfkeyle dolu olan da, kompleksler içinde kıvranan da, gereğinden fazla gözü pek olan da, barışa methiyeler dizen de, elinde bıçakla, silahla gezen de vardır bu dönem içerisinde. Gençlik her tür duygunun abartılı yaşandığı ve yansıtıldığı dönemdir. Ve gençlik gerektiğinde tepkisini göstermekten de sakınmayan bir kuşaktır. Çabuk ikna olmaz, eğlenceli metin arasına sıkıştırılan doğrudan mesajları draje olarak içireceğiniz şekilde düz bakmaz, sorgular, eleştirir, reddedebilir. Bu durumda gençlik oyunu yazmak, sahnelemek (“ve gençlik edebiyatı yapmak”) elbette kolay değildir.” (Nasıl Bir Gençlik Oyunu, Nasıl Bir Dil)
Gençlik kavramını buluşturmaya çalışacağım diğer önemli kavram ise edebiyat kavramı. Edebiyatın, çağlar boyunca yeryüzüne gelmiş ne kadar yazar ve şair varsa o kadar da çok tanımı yapılabilir. Ancak, genel geçer bir tanımlama yapacak olursak her şeyden önce edebiyatın bir sanat olduğunu vurgulamak gerekir. Bu genel tanıma göre; duyguların, düşüncelerin ve düşlerin söz ve yazı yoluyla etkili ve güzel bir biçimde anlatılması, dile getirilmesi sanatıdır edebiyat. Gençlerin edebiyatla tanışması kuşkusuz öncelikle okul öncesi ve ilköğretim birinci kademesini kapsayan çocukluk döneminde başlamaktadır. Çok küçük yaşlardan itibaren dinleme ve okuma yoluyla masal, söylence, anı, bilmece, fıkra, öykü, şiir gibi yazınsal türlerle tanışan çocuk, okuma sevgisini kazanır, dilin güzelliklerini sezmeyi öğrenir. Gençlik çağındakilerin edebiyatla ilişkisini çocukluk dönemindeki edebiyat ilişkileri belirlemektedir. Bu temel sağlam atılmışsa genç, okumaya, düşünmeye, düş kurmaya, araştırma, sorgulama ve yorumlamaya devam edecektir.
Gençlik Çağında Yazınsal Yapıtlara İlgisizliğin Nedenleri ve Çözüm Önerileri
Çocuk kitapları yoluyla okuma zevki ve edebiyat sevgisi kazanamamış çocuğun gençlik döneminde kitapla ve edebiyatla ilişkisi çoğu zaman mesafeli, sınırlı ve zorunluluklara dayalı biçimde sürmektedir. Sağlam temelle başlayan birçok genç de ne yazık ki eğitim kurumlarındaki yöntemsel sorunlardan dolayı okumaktan ve edebiyattan uzaklaşmaktadır.
Üstün Dökmen’in yaptığı bir araştırmaya göre lise öğrencileri kitap okumama nedenlerini şöyle belirliyorlar: “Kitapların pahalı oluşu, yorgunluk, derslerden ve ÖSS çalışmalarından vakit bulamamak, TV seyretmeyi yeğlemek, arkadaşlarla söyleşinin daha keyifli olması…” Okul ders programlarının çok yoğun olması, ÖSS hazırlık çalışmaları, kurslar, dershaneler, özel derslerin gencin zamanının önemli bir bölümünü alıp götürmesi ne yazık ki üzücü bir gerçektir. Ayrıca okuldaki Türkçe ve edebiyat derslerinde yöntemin daha çok bilgi aktarmaya ve ezberlemeye dayalı olması, dilbilgisinin (gramerin) önemli yer tutması öğrenciyi edebiyat keyfinden uzakta tutmakta; genç, bu dersleri not alınıp geçilmesi gereken birer zorunluluk olarak görmektedir. İlköğretimde temel gramer verildikten sonra artık daha sonraki yıllarda bunun üzerinde ısrarla durulmasının, kuru bilgilerin ve gramerin yazınsallıktan koparılarak aktarılmasının anlamı bulunmamaktadır. Bilindiği gibi yazınsal estetiği belirleyen unsur yalnızca gramer değildir. Öncelikle bu yaklaşımın terk edilmesi gerekir. Türkçe ve edebiyat kitaplarındaki metinlerin önemli bir kısmı da günümüz gençliğine seslenememektedir. Edebiyata, edebiyat tarihi gözlüğü ile değil, metin çözümlemesi ve eleştirel okuma gözlüğüyle bakılması gerekmektedir. Anlama, yorumlama, irdeleme, sorgulama, düşünme, düşlemleme edebiyat eğitiminin temel amaçlarından olmalı; genç, dilin güzelliklerini yazınsal metinler içinden süzerek almalı, bunu yüreğinin içinde duyumsamalıdır. Albert Camus’nün belirttiği gibi “Okumak, insanın yüreğini çiçeklendirir.” Derslerde metin inceleme ve yorumlamanın ağırlık taşıması genç yüreklerin çiçeklenmesini sağlayabilecektir. Okullardaki edebiyat eğitiminde yaratma-üretme bağlamındaki dersler ön planda olursa, kompozisyon derslerine gerekli önem ve ağırlık verilebilirse bu durum gencin edebiyata sevgisini daha güçlü kılacaktır. Dersi daha ilginç hale getirecek yöntem ve tekniklerin geliştirilmesi, atölye çalışmalarına yer verilmesi de bence önemli bir çaba olacaktır.
Zorunlu olarak okutulan ve genelde 100 Temel Eser listesi içinde bulunan kitaplarla ilgili okuma çalışmalarında da gençlerin eleştirel okumaktan, yorumlamaktan uzak bir biçimde, kitap özetleme yaptıkları gözlemlenmektedir. Sistem içinde, sınav koşuşturmaları nedeniyle okumaya gerekli zamanı ayıramayan genç, hazır kitap özetlerinden, internet sitelerinden yararlanarak ya da iyice kısaltılmış olan klasiklerden okumalar yaparak sadece not alıp sınıf geçmek amacıyla edebiyata yaklaşmaktadır. Klasikler konusunda durum oldukça düşündürücüdür. Genelde kötü çeviriler ya da komprime haline getirilmiş kitaplarla okuma yapılmaktadır. Çünkü bu kitapların hem sayfa sayısı az hem fiyatı çok ucuzdur. Genç, bilinçli yönlendirmelerden yoksun kalırsa bu tarz klasikleri okuyacaktır doğal olarak Metin Celal, Cumhuriyet Kitap Eki’ndeki bir yazısında (20.07.2006-Sayı: 857) piyasada en az 27 çeşit Savaş ve Barış’ın bulunduğunu, bir çevirinin 112 sayfa; başka bir çevirinin ise 2168 sayfa olduğunu; Don Kişot’un 41 çevirisi olduğunu en ucuzunun 2.5 en pahalısının 55 YTL olduğunu belirterek ilginç bir tablo ortaya koyuyor. 100 Temel Eser yaşamla buluşmayan, çağın dışında kalmış, ya da çocuğun yaş düzeyine uymayan kitapları da içermektedir. Hazır listeler, sonuçta öğretmeni de öğrenciyi de yaratıcılıktan uzakta tutmakta; dar bir çerçeve içinde bırakmaktadır. Yaratıcı olmayan bir okuma tarzı, genci düşünmekten ve yaşamı sorgulamaktan uzaklaştırmaktadır.
Edebiyat eğitiminde metin odaklı çalışmalar yapılmalı, kitaplar okunup sınıfta tartışılmalı; haftada en az bir saat okuma dersine ayrılmalıdır. Kitaplarla ilgili tanıtma yazıları yazdırılmalı, gencin kitapla ilgili öznel görüşlerine de kulak verilmelidir. Olanaklar ölçüsünde kitabın yazarı ile öğrenciler buluşturulmalı, gençlerin kitabın atmosferi içinde doğrudan yaşaması sağlanmalıdır. Atölye çalışmalarıyla gençler yeni ürünler yaratmaya yönlendirilmeli; atölyedeki başarılı ve nitelikli yapıtlar okul dergisinde ve yerel dergilerde yayımlanmalıdır. Öğrenciye dili ve edebiyat sanatını sevdirecek drama etkinliklerine, şiir dinletisi ve tiyatro çalışmalarına da gereken önem ve değer verilmelidir. Tiyatro da edebiyat
sevgisinin başka bir boyutunu oluşturur. Ayrıca görsel sanatlar; resim, sinema, fotoğraf, karikatür vb.’den yararlanarak gencin yazınsal yaratıcılığa açılması sağlanabilir. Test mantığıyla da edebiyatın sevdirilmesi mümkün değildir. Paragraf, yapıtın bütünü değildir. Sadece paragrafı irdeleyerek yapıtın ruhuna ulaşamayız.
Her şeye karşın, edebiyat eğitiminde geçmiş yıllara göre epeyce yol alındığını düşünüyorum. 1970’li yıllarda lisede okurken edebiyat sınavlarında yalnızca şiirdeki aruz kalıplarının sorulduğunu; metinlerdeki Arapça ve Farsça kelimelerin anlamlarını durmadan ezberlediğimizi anımsadığımda, düşüncelerimdeki iyimserlik dozunun arttığını rahatlıkla belirtebilirim. Edebiyat eğitimi, edebiyat tarihinin boyunduruğundan kurtarılmalı; edebiyat, yazma, okuma, konuşma, ifade etme sanatı olarak değerlendirilmelidir. Edebiyat eğitiminde yeni yaklaşımların bu doğrultuda olması sevindiricidir.
Okullardaki edebiyat eğitimi açısından durum böyleyken, bu konuda anne babaların tutumu da çok önemlidir. “Roman okumayı bırak da derslerine çalış!” söyleminin bırakılması gereklidir artık. Bu konuda İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun sözünü anımsatmak istiyorum: “Gençler ders kitabı yerine roman okuyorlar diye yakınıyorlar. Keşke roman okusalar, roman hayatı öğretir.” Anne babaların da yeterince okumadığı, popüler kültürün ve medyanın egemen olduğu günümüz koşullarında, çoğu evde gazete bile okunmaması, TV’nin tüm yaşam alanlarında belirleyici olması, görünen bir gerçektir. Bu konuda anne babanın bilinçlendirilmesi; toplumun sosyoekonomik durumunun iyileştirilmesiyle paralel giden bir konudur. Toplum ilerledikçe, anne babaların ve dolayısıyla gençlerin entelektüel düzeyi de yükselecektir.
Gençlere Yönelik Yazınsal Yapıtlar ve Nitelikleri
“Gençlik Edebiyatı”
Gençlik ve Edebiyat genel başlığı altında yer alan çok önemli bir kavram daha var; o da gençlik edebiyatı. Gençlik edebiyatı, okur kitlesi gençler olan ve gençlere yönelik yazılan yapıtlardan oluşmakta. Eski dönemlerde yazılan yapıtlarda; örneğin 12. yüzyılda Yusuf Has Hacib’in yazdığı Kutadgu Bilig’de çocuk yetiştirmenin önemi dile getirilir. Aynı dönemde Edip Ahmet tarafından yazılan Gerçeklerin Eşiği(Atabetü’l Hakaayık), Ahmet Yesevi’nin Hikmetler’i gençlere verilen öğütlerle doludur. Keykavus’un yazdığı Mercimek Ahmet’in 15.yüzyılda çevirdiği Kaabusname’de de çeşitli öğütler verilmektedir. Ayrıca ünlü düşünür Gazzali’nin “Ey Oğul”, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın “Marifetname” adlı eserlerinde çocuğa ve gence felsefi yönden yaklaşılmıştır. Bütün bu yapıtlarda çocuk ve gence dışarıdan bakılmıştır. Genç, öğütlerle yaşama hazırlanarak, toplumun istediği hale getirilmeye çalışılmış ve dolaylı olarak bir nesne durumuna indirgenmiştir.
Bizde çocuğun bir birey, başlı başına bir insan olarak algılanması, Batı’daki kültürel modellere uygun olarak gelişmiş, aydınlanma çağının çocuk ve genç anlayışı bize de yansımıştır. Tanzimat yıllarında J. J.Rousseau’dan Namık Kemal tarafından yapılan Emile çevirisi önemli bir kilometre taşıdır. Bu dönemde yazılan romantizm etkisindeki romanların kahramanları gençlerden oluşur. Onların dünyası anlatılır. Namık Kemal, Zavallı Çocuk adlı tiyatro oyununda genç kızların istemedikleri kişilerle evlendirilmemesi, gençlerin eş seçiminde özgür olmaları gerektiği mesajını verir. Aile içinde gencin söz hakkı bulunması gerektiğini dolaylı da olsa sezdirir. Namık Kemal’in birçok yapıtı genç ve aile üzerinden toplumu yeniliklere açar. Bu dönemde dünya klasiklerinden ilk çeviriler yapılmıştır. İbrahim
Şinasi La Fontaine’den fablleri çevirmiştir. La Fontaine’in fabllerini çocuklar için yazmadığı, hatta çocukları küçümsediği bir gerçekken, bizde bu fabller çocuk ve genç edebiyatına dahil edilmiştir. Ayrıca Robenson Crusoe, Sefiller, Gulliver’in Gezileri ilk olarak bu dönemde çevrilmiştir. Jules Verne’den Seksen Günde Devriâlem, Balonla Beş Hafta Seyahat, İki Sene Mektep Tatili, Gizli Ada, Arzın Merkezine Seyahat… kitapları dilimize kazandırılmıştır. Servet-i Fünun Edebiyatı döneminde Tevfik Fikret, yapıtlarıyla çocuk ve gençlere özel bir önem vermiştir. Çocuklar için yazdığı şiirlerden oluşan Şermin adlı kitap, bu konuda ilk örneği oluştururken, gençler için kaleme aldığı Haluk’un Defteri, felsefi düşünce ya da toplumsal görüşleri çocuk ve genç yazınında işleme konusunda da ilk örneği teşkil eder. Tevfik Fikret, bu yapıtında gençlere özel bir toplumsal misyon yükleyerek, ülkenin yarınlarını kurmada bilimi, aklı, pozitivizmi temel almaları gerektiğini dile getirir. Bu dile getirmede öğütleyici tutumunun yanı sıra teşvik edici, yüreklendirici ve özendiricidir. Milli Edebiyat döneminin en önemli adlarından olan Ömer Seyfettin’in öyküleri, dilindeki sadelik nedeniyle yıllarca ilkokul öğrencilerine çocuk kitabı olarak okutulmuştur. Bu öykülerin bir kısmının; sözgelimi Bomba, Beyaz Lale, Başını Vermeyen Şehit, Diyet, Topuz’un içerdiği şiddet ve cinsellik unsurları nedeniyle çocuk edebiyatına dâhil edilmesi çok zordur. Ömer Seyfettin öyküleri arasında, içerdiği mizah, çocukluk anıları, boş inançlar, günlük yaşamın ilginç yönlerini işleyen Yüksek Ökçeler, Keramet, Türbe, Perili Köşk, gerçekten çocukların dünyasına seslenebilmektedir. Çocuklara uygunluk açısından bence, başlı başına inceleme alanıdır Ömer Seyfettin öyküleri.
Çocuğun ve gencin edebiyatta daha fazla önem kazanması kuşkusuz Cumhuriyet Dönemi ile gerçekleşmiştir. Bu dönemde eğitime verilen özel önem doğrultusunda çocuk ve gençlere yönelik birçok yapıt göze çarpmaktadır. Bazıları doğrudan gençler için yazılırken, bazı yapıtlar da geniş bir genç okur kitlesi tarafından benimsenmiş olduğu için gençlik edebiyatına dahil olurlar. Bu konuda bence en tipik örnek Reşat Nuri Güntekin’in yazdığı Çalıkuşu’dur. Yazar, yetişkinler için yazdığı bu romanında genç kız dünyasını o denli başarılı bir biçimde işlemiştir ve o dünyaya o denli iyi sokulmuştur ki genç kız okurlar arasında en sevilen romanlar arasında yer almıştır ve Çalıkuşu hâlâ genç kızlar tarafından ilgiyle okunmaktadır. Necdet Neydim ülkemizde genç kız edebiyatına (okurları genç kız; kahramanı da genç kız olan romanlara) ilk örnek oluşturan kitaplar arasında önce Halide Edip Adıvar’ın yazdığı Handan’a (1912) ve daha sonra da Çalıkuşu’na (1922) yer veriyor. (“Genç Kız Edebiyatı” s. 27) Bu arada gençlik edebiyatı içindeki ana damarı gören Necdet Neydim’in, roman, öykü, şiir gibi yazınsal türlerin asıl okurlarının genç kızlar olduğunu, ülkemizdeki okur sayısının önemli bir kısmını genç kızların oluşturduğunu dile getirdiğini belirtmek istiyorum. Bu olgunun sosyal, geleneksel ve ekonomik nedenlerini de irdeleyen Necdet Neydim, yerli ve çeviri yapıtlar yoluyla ülkemizde oluşan genç kız edebiyatı birikimine ve potansiyeline de dikkati çekiyor. Yıllar önce ilkokulu bitirdiğimde, annem ve babamın bana artık genç kız olduğumu belirterek Çalıkuşu romanını armağan edişini hatırlıyorum. O romandan sonra Harp ve Sulh adıyla Savaş ve Barış’ı,büyük bir ilgiyle okumuştum.
İlk Gençlik Kitaplarının Özellikleri
Gözlemlediklerim ve okuduklarım ilk gençlik çağındaki kızlarla erkeklerin birbirinden farklı kitaplara yöneldiklerini gösteriyor. Bunda elbette toplumsal koşullandırmaların büyük payı var. Şöyle ki; ilk gençlik çağındaki kızlar, duygusal konuları işleyen öykü, şiir ve romanlara, ev ve okul yaşamını anlatan kitaplara yönelmektedir. Erkekler ise serüven, gezi, fen, doğa,
tarihi kitaplar, kahramanlık, makineler, robotlar, bilgisayarlar, bilim adamlarının yaşamı, spor gibi konularda yazılmış kitaplara ilgi duymaktadır. Toplum erkeklere, cesur, atılgan, dışa dönük, güçlü, tuttuğunu koparan, duygusal olmayan bir profil sunarken, kızlardan da tam tersine uysal, sakin, yumuşak, munis, sevecen bir yapıda olmasını, etken değil de edilgen bir konumda kalmasını beklemektedir. Toplumun bu beklentileri ve aile içindeki koşullanmalar ilk gençlik çağında gençlerin okudukları kitapları da az çok belirlemektedir. Zehra İpşiroğlu da bu konuda şöyle söylüyor: “Kızları geleceğin ev kadınları, erkekleri ise iş adamları olarak daha küçük yaşta belirli rollere iten böylesine bir yaklaşım, kadın-erkek eşitliğini savunan çağdaş düşünceye ters düşmektedir.” (“Okumayı Öğretme”, s.54)
Aslında her iki cinsin buluşabildiği yazınsal alanlar da söz konusudur. Örneğin fantastik edebiyat yapıtlarına kızlar kadar ve erkekler de ilgi duymaktadırlar. Son zamanlarda gençliğin okuduğu kitaplar arasında tarih, mitoloji ve arkeoloji unsurları içeren roman ve öykülerin yer alması da ilginçtir. Gençlerin korku türüne de özel bir ilgi gösterdikleri, özellikle Stephen King’i baş tacı ettikleri de bir gerçek.
Bu arada gençlerin çok az şiir okuduklarını gözlemliyorum. Attila İlhan, Nazım Hikmet, Edip Cansever, Özdemir Asaf, Murathan Mungan en sevdikleri şairler. Şiir okuyanların çoğunun sıra dışı gençler oldukları, daha derinlikli bir duyuş ve düşünüş tarzı ile yaşamı irdeledikleri dikkatimi çekiyor. Gençlerin çoğu şiir okumasa da şiir yazmaya özeniyorlar. Şiir okumadan, şiirsel birikimi içselleştirmeden şiir yazmanın kişiyi daha özgün kılacağını düşünen gençler çoğunlukta ne yazık ki…
Gençlerin okuma dünyasını çoksatanlar da önemli ölçüde belirliyor. Bu listelere göre kitap okuyan ve sürekli olarak çok satanlar listesini izleyen gençler de var. Bu beğenide aile içinde özellikle annelerin model alındığı ve anne-kız özdeşleşmeleri gözlemlenebiliyor. Ayrıca, kitap seçiminde arkadaş etkisi de görülmekte. Kitap seçimi konusunda öğretmenlerin çok dikkatli ve iyi bir yönlendirici olabileceğine daha önce de değinmiştim.
İlk gençlik çağındaki gençler, kendi sorunlarını, kendi yaşantılarını dile getiren roman ve öykülere yöneliyorlar. İşlenen konular arasında, ergenlik sorunları, ilk aşkların karmaşık duygusal yaşantıları, beden-ruh dengesinin kurulamayışı, ebeveyn ve öğretmenlerle yaşanan sorunlar, arkadaş grupları ve arkadaş ilişkileri, geziler, hobiler, müzik, tiyatro, resim ve diğer sanatlar, spor ve özellikle futbolun anlatılması, sınav gerginlikleri, uyuşturucu kullanımı, ilk cinsel deneyimler, taciz vb. olaylar ve travmalar, kız ve erkeklerin birbirlerini tanıma süreçleri, bilgisayar, cep telefonları, internet dünyası, bilgi çağının yansımaları, savaş ve göçler, gençlerin giysi ve marka tutkuları, sınıfsal farklar nedeniyle yaşanan sıkıntılar, bu sıkıntıların çalışarak, okuyarak… telafi edilmesi ve aşılması, kız çocukların dar çevrelerde törelerle mücadelesi, intihar ve suç olgusu, şiddet; aile içi baskı ve şiddet, psikolojik travmaların tedavileri, arkadaş çevreleri, marjinal gruplar, farklı giysi, davranış ve inançlar… gibi sayılamayacak kadar çok konudan hareket edilerek gençlere yönelik yazınsal yapıtlar oluşturulabilir.
Eğitim sisteminin dışında kalma korkusu, yazarları didaktik eserler vermeye zorlamaktadır. Çocuk ve genç edebiyatı yapıtının bir okul olmadığını unutmamak gerekir. Dolayısıyla didaktik olmadan yazınsal metin oluşturmak durumundadır gençlik yazarı. Tiyatro yazarı A. Ertuğrul Timur gündeme takılıp kalan ve sürekli öğütler veren bir oyunun gence seslenemediğini dile getirerek şöyle söylemektedir: “Uyuşturucu ya da öğrenci kavgaları bir olgu değil sonuçtur. Gençliğe alternatifler sunmayan, yeterli sosyalleşmeyi sağlamayan,
eğitim verirken kültürel açılımlar sağlayamayan, bunalımlarını çözmeyen ve gereken polisiye tedbirleri alamayan sistemin sonucudur. Siz uyuşturucu ya da gençler arasındaki çatışmaların ne kötü olduğunu anlatan bir düzine oyun yapsanız da gençler ‘Aaa! Hadi şu tiyatroda uyuşturucunun ne kötü bir şey olduğunu, bir kere bulaşınca kurtulmanın ne kadar zor olduğunu, kıvrana kıvrana acı çekildiğini anlatan bir oyun varmış gidip izleyelim de bu beladan biraz daha uzak duralım’ demeyecektir. Siz bu oyunlara ancak Milli Eğitim müdürlükleri tavsiyesi ile okullardan otobüslerle öğretmenlerin refakatinde seyirci taşıyabilirsiniz, başka şekilde değil. Bu tür oyunlar faydalı olabilir mi? Olabilir. Öğrenci oyundan içi burkularak ve acı gerçeği bir kez daha görerek çıkar. Ama bu oyun gençliğe alternatifler sunmayan, yeterli sosyalleşmeyi sağlamayan, eğitim verirken kültürel açılımlar sağlayamayan, bunalımlarını çözmeyen ve gereken tedbirleri alamayan sistemi düzeltmeyeceği için yine de çözüm olmayacaktır.” Bu düşüncelerini dile getirdikten sonra da şöyle devam ediyor: “Tiyatro yazarı, yönetmeni, oyuncusu, izleyicisi ile bağımsız ayrı bir unsurdur; kendi etikleri, kendi doğruları, kendi kuralları içinde kendi içindeki dinamikleriyle ve sanatsal kıymetini koruyarak üzerine düşen görevi "kendisi olarak" bunlardan bağımsız olarak zaten yerine getirebilir. Aksi ise zorlama olur ve tiyatroyu tiyatro olmaktan genci tiyatrodan uzaklaştırmaktan başka hiçbir işe de yaramaz.” (Nasıl Bir Gençlik Oyunu, Nasıl Bir Dil)Yazarın tiyatro ile ilgili bu görüşlerini genişletmek; gençlik öyküsü ve romanı yazanları da kapsayacak biçimde yorumlamak da mümkündür bana kalırsa.
Son olarak, gençliğe yönelik yapıtlar yazmak için gençlerin dünyasını iyi tanımak, o çalkantıları yüreğin içinde duyumsamak gerekiyor, diyebilirim. Yazar, çok iyi bir empati gücüyle ergen ve genç psikolojisinin derinliklerine dalarak o zorlu dünyaya seslenebilen yapıtlar üretebilir; bu yapıtlar yoluyla da gence yani ufuklar açabilir. Bunu gerçekleştirmek için de her şeyden önce yüreğinin sevgi kapılarını ardına kadar açmalı, anlayış ve seziş gücünün doruklarına çıkmalı; gencin dünyasını, yapıtının sayfalarında yaşatabilmelidir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)