
HÜLYA SOYŞEKERCİ İLE “YAZARLARA VE YAPITLARA YÖNELİK OKUMALAR”A DAİR BİR SÖYLEŞİ
Nesrin Özyaycı
Sevgili Hülya Soyşekerci, yazın dünyasının tanıdığı içten, dopdolu bir edebiyatçı, yaşamımda dost olarak nitelendirdiğim üç beş kişiden birisiniz. Edebiyat dünyasındaki akademik yaklaşımınızı birçok kişi tanıyor. Yazılarımıza kattığınız değerlerle kendimize biraz daha güvendik. Sizi kendi sözcüklerinizle tanımak istedik. Kısaca özgeçmişinizi anlatır mısınız?
Çok teşekkür ederim bu dostça değerlendirmeleriniz için. Aslında yazılarımda, özellikle yazın günlüklerimde pek de akademik yaklaşımlı değilim diye düşünüyorum. Sanırım yer yer akademik renkler katıyorum yazdıklarıma.
Okuduklarımın bende bıraktıkları etkileri “Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar” başlıklı günlüklerimde dile getirdim. Yazarların ve yapıtlarının ardına düştüm. Günlüklerimde kendi şimdiki zamanımı kayda geçirirken, bir yandan da yazar günlüklerine açılarak onları tanımaya; yazdıkları ile yaşadıkları arasındaki diyalektik bağı bulmaya ve görmeye çalıştım. Yazılarımla ışık olabiliyorsam ne mutlu…
1957 doğumluyum. Yani 78 kuşağındanım. Kuşağıma damgasını vuran pek çok toplumsal, siyasal kırılma, savrulma ve hüzünlere yakından tanık oldum. Toplumsal düşünceler bu kuşak için her zaman kendi yaşamından önce geldi. Adanmışlığı içselleştirmiş bir kuşaktık biz 78’liler... Bol bol okur, dünyayı sorgulamaya, anlamaya çalışırdık. Ütopyamız her şeyimizdi. Kendi özgeçmişimi de kuşağımdan bağımsız olarak düşünemiyorum. Üsküdar Kız Lisesi ve ardından Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Programcılığı Bölümü… Sonra, edebiyatın ağır basması ve Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesine girişim… Sıradan bir edebiyat eğitimi değil, sosyal bilimlerle desteklenmiş bir edebiyat lisans programı içinde yer almam… Bu yıllarım bana çok şey kazandırdı; sosyoloji, psikoloji ve felsefe derslerimizdeki okumalar, seminer çalışmaları ve bunların edebiyat yorumlarımıza temel oluşturması çok önemliydi. Dersler dışındaki okumalara da ağırlık veriyordum. “Birikim”, başucu dergimdi o yıllarda.
“Birikim” diye bir dergi? 70’li yıllarda Murat Belge ve Ömer Laçiner’in önderliğindeki bir dergiyi anımsadım. Sizdeki etkileri, katkıları nelerdir “Birikim” dergisinin?
Bu dergi yoluyla hem ülkemiz ve dünya solunun yönelimlerini, tarihsel geçmişini, şimdiki zamandan geleceğe açılan boyutlarını anlamaya ve öğrenmeye çalışıyordum; çünkü gerçek bir sosyalist kültür dergisiydi “Birikim”, hem de dergide yayınlanan şiirler ve nitelikli edebiyat eleştirileri yolumu aydınlatmaya başlamıştı. Berna Moran’ı dergideki yazılarıyla tanıdım; Murat Belge’nin felsefi derinlikli edebiyat eleştirilerini, Murathan Mungan’ın ilk şiirlerini bu dergide okudum… Üniversitedeki ikinci yılımda, Tanzimat yazarlarındaki sosyal ve psikolojik çelişkileri irdelemeye çalıştığım bir yazıyı dergi editörlerinden Murat Belge’ye göndermiştim. Murat Belge, el yazısıyla bir yanıt yazmış; yazımdaki eksikleri, temellendirmede dikkat etmem gereken hususları tek tek dile getirmişti. Yazımın genel çerçeve içinde iyi olduğunu da vurgulamıştı. Bunlar, eleştiri ve inceleme konusunda bana yol gösteren ilk sözlerdi. O nedenle, Birikim Dergisi’ni ve Murat Belge’yi yazı yazma serüvenimin en başına getirmek istiyorum.
Hülya Soyşekerci'yi her şeyden önce bir eleştirmen ve inceleme yazarı olarak okuyoruz, tanıyoruz. Yazınımızda oldukça az kişinin emek verdiği bir alanda söz sahibi olma yolundasınız. Bu yolu seçmenizdeki etken neydi, nelerdi?
İlk yazım, 1983’te Yazko Edebiyat dergisinde yayımlanınca inanılmaz mutlu olmuştum. Yazımın, çok sevdiğim romancı Selim İleri’nin bir yazısıyla aynı dergide buluşması, benim için büyüleyici bir yaşantıydı.
Bu yolu seçmemde, sözünü ettiğim yüreklendirici yaklaşımların yanı sıra, eleştiri alanına özel olarak ilgi duymamın da payı var. Belki de eleştiriyi seçmekten çok, ona yönelimim söz konusuydu diyebilirim. Yani, biraz da kendiliğinden gelişen bir süreç sonucunda gerçekleşen bir durum. Edebiyat öğretmenliği ile uğraşmak, okumanın ve edebiyatın sürekli olarak içinde yer almak… eleştiri, inceleme ve kitap tanıtmaya yönelmem, mesleğimin bir uzantısı, bir devamı gibiydi. Kurmaca yapıtların içerdiği anlamları, yazarla yapıt arasındaki o gizemli ilişkiyi keşfetme merakım, araştırma tutkum, kurgusal değil de analitik düşünmeye daha yatkın oluşum ve eleştirel metinler oluşturmaktan daha fazla hoşlanıyor olmam… diye devam edebilirim belki.
"Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar" kitabınız belli ki çokça okumanın/yazmanın sonucu. Bu kitabı yazma fikriniz nasıl doğdu?
Bu kitap aslında bir toplamdan oluşuyor. Hasan Ali Toptaş’ın çok önemsediğim bir sözü vardır; “insan, okuduklarının ve yaşadıklarının bir toplamıdır.” Ben de okuduklarım ve yaşadıklarımla ilgili aldığım günlük notları, günceler biçiminde düzenledim. Sonra bu günceler 2004’ten itibaren önce KUM ve daha sonra DELİLER TEKNESİ dergilerinde yayımlanmaya başladı. Olumlu yöndeki yüreklendirici eleştiriler üzerine bu çalışmalara daha fazla ağırlık verdim. Kanguru Yayınları genel yayın yönetmeni Aydın Şimşek’in önerisiyle yazın güncelerini kronolojik sırayla ve belirli konular dahilinde bir araya getirip bu kitapta topladık.
Aydın Şimşek ‘in edebiyat dünyasına armağan ettiği dergiler, emek verdiği yazarlar takdire değer. Sizin kitabınızda incelediğiniz 12 Eylül Dosyası ve 12 Eylül Edebiyatından özellikle çok etkilendim. Bu dönem, edebiyatçılarımıza pek çok eser yazdırmıştır. Kitabınızda “Eylül’ün Gölgesi” başlıklı bölümü okurken, orada kendimi buldum. Dönemin edebiyatımıza etkileri nasıl olmuştur, gözlem ve izlenimleriniz nelerdir?
Bir 78’li olarak, kuşağımın yaşadıklarına duyarsız kalmam mümkün değildi. İnanılmaz acılarla, kırılmalarla dolu bir dönem olarak, 12 Eylül darbesinin edebiyattaki ilk çığlığı Ahmet Erhan’dı. Alacakaranlıktaki bir ülkeyi anlatıyordu dizeleriyle; “hayatın ne kadar kafiyesi varsa, hepsi ölümle cinaslı” diyordu şiirlerinde. Daha sonra öykülerde, romanlarda da işlenmeye başladı 12 Eylül; ama bu süreçte yazılanlar, yaşanılanlara göre henüz oldukça az sayılır. Son yıllarda edebiyatçılarımızın bu konuya biraz daha yoğunlaşması çok önemli bir gelişme. Özellikle Ayşegül Devecioğlu’nun “Kuş Diline Öykünen” ’i siyasi, psikolojik ve estetik yönden başarılı bir roman. Bu arada Hürriyet Yaşar tarafından hazırlanan ve 12 Eylül öykülerinin toplandığı seçki de oldukça nitelikli bir çalışma. En naif, en çocuk hüzünlü romanı ise Feride Çiçekoğlu yazdı: “Uçurtmayı Vurmasınlar”. Bu romandaki çocuk imgesi, romandan uyarlanan filmle ölümsüzleşti… Ayrıca ilk aklıma gelenlerden, Oya Baydar’ın, Süheyla Acar’ın, Latife Tekin’in, Adalet Ağaoğlu’nun, Erendiz Atasü’nün, Şöhret Baltaş’ın… ve daha pek çok yazarın yapıtları… 12 Eylül konusuna değinen birçok roman olmasına karşın, daha yazılacak çok şey var diye düşünüyorum. Yüreklerde, belleklerde gizli kalan acılar, derinliklere atılan o yaşanmışlıkların hüzünlü tortusu, yazınsal yapıtlara dönüşmeye devam edecek. Henüz tamamlanmamış olan bir süreç söz konusu…
Öykü, roman, şiir gibi yazınsal yapıtları incelerken yazarın özgeçmişi sizi ne kadar ilgilendiriyor? Eseri incelemeye başlamazdan önce yazarın biyografisini, yaşadıklarını araştırıp öyle mi başlıyorsunuz okumaya, incelemeye?
Metin odaklı çalışmalar, son zamanlarda daha fazla öne çıkan bir eleştiri anlayışını temsil etmektedir. Metnin içindeki kurgusal anlam katmanlarını açılımlamaya çalışan, metni öne alan bir yaklaşım… Bu yaklaşımı önceleyen eleştiriler yazmaya dikkat etsem de, metnin başlı başına, tekil bir olgu olduğunu tam olarak kabullenemeyişimden, onu yazardan çok da bağımsız göremeyişimden olsa gerek, yazar-yapıt arasındaki o diyalektik bağı da önemsiyorum. Çünkü bu, canlı bir bağ. Yazarların yaşamları, bu yaşamların yapıtlarına yansımaları, etkileri, dönüştürüm kaynakları olarak ilgimi çekiyor. Günlüklerinden, mektuplarından, anılarından; yani yazarın yaşamından yola çıkarak yeniden yapıtlarına açılmayı, daha canlı bir yazınsal ilişki olarak görüyorum.
"Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar" kitabınız –günlüklerden-oluşmakta. Kitabınızı okurken kendimi edebiyat, felsefe dersinde öğrenciymişim gibi de hissettim. Kitap, Türk, İngiliz, Fransız, Alman, Latin Amerika, Macar, İran Edebiyatından yapıtların analizi diye düşünmeden edemedim. Amaçlarınız nelerdi yazarken?
Öncelikli amacım güncel olarak yaşadıklarımı, okuduğum kitapların bana yaşattıklarını kayıt altına almaktı. Kendi kişisel tarihimi ve iç dünyamı günlüklerimde yansıtırken, bir yandan da dünya yazınının ve yerli yazınımızın çok önemli yazar ve şairlerinin yapıtlarını oluşturma süreçlerine, yazarlık serüvenlerine ve bunların kaynaştığı günlüklerine ulaşmak; bir okur olarak varoluşumu, yazarların yaratma sancıları ve iç dünyalarındaki varoluş sorunsalıyla bütünleştirmek, sonuçta kendimden yazarlara, yazar günlüklerinden kendime bir kanal açabilmekti temel amacım. Böylece çift katmanlı bir günlükler toplamı oluştu: Bana ait bir günlük ve okuduğum yazarların günlükleri…
Kitabınızda, okuduklarınızın izlerini yaşıyor, yazıyorsunuz. İçinizden yazarlarla dostluk köprüleri kuruyorsunuz. Kendi edebiyat/giz yolculuğunuza/dünyanıza, farklı kültürden yapıtlarla pencereler açıp “Edebiyat evrenseldir” mesajını okurda bırakıyorsunuz. Okumanın size getirdiği en büyük kazanım da bu olmalı. Yorucu-bunaltıcı-yıpratıcı mı yoksa keyif verici bir zamansal yolculuk mu eserinizde izlediğiniz?
Okumanın da, yazmak kadar yaratıcı bir eylem olduğunu söylesem çok da abartmış olmam değil mi? Okumak, bütün yaratıcı eylemler gibi yoğunlaşma, dikkat, sabır, ilgi bekler okuyandan. O nedenle tüketim kültürünün yaşamlarımıza dayattığı “keyif” kavramını pek önemsemiyorum. Okuma eylemi yoğunlaşma gerektiren yaratıcı bir çaba olduğundan, insanı bambaşka ufuklara, farklı dünyalara açtığı için yaşamı zenginleştiren, yaşama anlamlar yükleyen, çoğullaştırıcı bir eylemdir. Okumak, insanı bunaltıp yormak yerine, tam tersine, yaşama anlamlar katan bir uğraşıdır. Ancak, hiçbir zaman sıradan bir “keyif” yaşantısı da değildir…
Satırlarınızı okurken, anlaşılır cümlelerinizin yanı sıra ve ağırlıklı /düşündürücü yorumlarınızla da karşılaştım. Aragon, Neruda, Stefan Zweig, Woolf ve Sartre… Günlüklerinizi/günlerinizi etkilemiş fikir insanlarının deyişleriyle okuru da yoğun bir "beyin fırtınası" içine götürüyorsunuz… İç hesaplaşmalarınızı okurla da paylaşıyorsunuz. Okurken zaman zaman zorlandığımı da belirtmeliyim. Niçin böyle bir tarz seçtiniz? Divan Edebiyatı'nın, Dünya Klasiklerinin, felsefenin, aldığınız üniversite eğitiminin etkilerinden mi kaynaklanıyor?
Bu tarz okumalara uzun yıllardan beri ağırlık ve önem vermemden kaynaklanıyor olabilir. Yazdıklarımı genelde anlaşılır bir dille kaleme aldım ancak, yer yer ele aldığım konunun özelliğinden dolayı daha felsefi ve biraz daha zorlayıcı söylemle de yazdığım oldu.
İç hesaplaşmalar, günlüklere ruhsal derinlik ve anlam kazandıran en önemli kavramlar arasında. Kendi iç dünyasıyla hesaplaşamayan, iç çelişkilerini ve zayıflıklarını göremeyen; birey olmanın zorlu serüvenine katılamayan, yani “kendisi” olamayan kişiler zaten günlük tutmaya yönelmez. Buna gereksinim bile duymaz bence.
Yazın Dünyasında Popüler Yazarlık/Okunurluk/Sıradanlık modasına bir tepki mi diye düşünmeden edemedim kitabınızı okurken. Ne dersiniz?
Yazdıklarımın çok okunması, kitaplarımın çok satılması gibi bir kaygım hiç olmadı. Zaten düşünsel ağırlıklı, kurmaca olmayan ve “önce kendin olmalısın” diyen bir yapıtın popüler olamayacağını en baştan kabullenerek hareket ettim. Mevcut duruma doğrudan bir tepki ortaya koymasam da, kitabın kendisinin ve içeriğinin zaten popüler kültüre bir ‘karşı duruş’ olduğunu düşünüyorum.
"Çok okunabilmek/satmak" olgusunun dışında duran yazar portrenizi izledim sözcüklerinizin arasında. Tarzınızdan etkilendim. Sıradanlığın ötesine geçip ‘farkındalık’ ve ‘kendini yaşama’ eylemlerine odaklandım. Kitabınızda seçtiğiniz pek çok kadın yazarın portresinde kendimi buldum. Eleştirilerinizle okur, kendinde yeni açılım yöntemlerini ister istemez arayacaktır. Sanırım vurgulamak istediğiniz de buydu. Yanılıyor muyum?
Evet, hem kendini tanımak, kendi iç dünyanın labirentlerinde yol almak, hem de yazar günlükleri yoluyla yazınsal yapıtların içindeki yaşantı zenginliklerini keşfe çıkmak… Böylece, insanın, sanatın, edebiyatın sonsuzluğunu, tükenmezliğini içten içe duyumsamak ve duyumsatmak… Okuyanda farkındalıklar yaratabilmek…
Sade, derin, çalkantılı bir eseriniz var. Yazarların iç dünyasındaki karşıtlıkları /çelişkileri okurken etkilendim. Önce sessizce, içimden okudum kitabınızı. Yoğunlaşarak ve yanıtlarınızın da izini sürerek yeniden okuyacağım. Benim için kolay bir kitap sayılmazdı çünkü…
Her kitabın anlamı onu okuyan kişide çoğalır; her okur, kendi alımlama ve yorumlamasıyla yeniden anlamlandırarak kitaba ayrı bir zenginlik kazandırır. Böylece o metin okur(lar)da durmadan çoğalır. Edebiyatın asıl gücü işte bu noktadadır. Bir paylaşma ve anlam çoğaltma yaşantısıdır aslolan. Nurdan Gürbilek’in dediği gibi; okur da kendi alımlama gücüyle yeni bir metin oluşturur. Yazarın metni kadar, okurun metni de çok önemlidir. Bu noktada şunu söyleyebilirim ki, nicelikten çok, okurun niteliği gözetilmelidir. Sonuçta, belki sayıca az, ama yaratıcı ve nitelikli olanları yeğlemekteyim. Elbette, sizin gibi gayretli olanları da…
Sevgili Hülya. Siyah sevdiğim, asil bir renktir. Kitabınızın kapağından etkilendim. Niçin farklı bir renk değil de siyah?
Bu konuda özel bir seçimim olmadı aslında. Yani, kapaktaki renk yoluyla bir mesaj verme, anlamlandırmada bulunma gibi bir kaygım olmadı. Asıl odaklandığım, kapağın renginden çok, kapağı kaldıranlardaki okuma yaşantısının renkleriydi belki de…
Sevgili Hülya; “Yazarlar ve Yapıtlara Yönelik Okumalar” adlı farklı bir çalışmayı biz okurlara armağan ettiğiniz için sizi kutluyor, seçtiğiniz seçkin yazın yolunda size başarılar diliyorum.
Teşekkür ederim Nesrin.
Nesrin Özyaycı
Sevgili Hülya Soyşekerci, yazın dünyasının tanıdığı içten, dopdolu bir edebiyatçı, yaşamımda dost olarak nitelendirdiğim üç beş kişiden birisiniz. Edebiyat dünyasındaki akademik yaklaşımınızı birçok kişi tanıyor. Yazılarımıza kattığınız değerlerle kendimize biraz daha güvendik. Sizi kendi sözcüklerinizle tanımak istedik. Kısaca özgeçmişinizi anlatır mısınız?
Çok teşekkür ederim bu dostça değerlendirmeleriniz için. Aslında yazılarımda, özellikle yazın günlüklerimde pek de akademik yaklaşımlı değilim diye düşünüyorum. Sanırım yer yer akademik renkler katıyorum yazdıklarıma.
Okuduklarımın bende bıraktıkları etkileri “Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar” başlıklı günlüklerimde dile getirdim. Yazarların ve yapıtlarının ardına düştüm. Günlüklerimde kendi şimdiki zamanımı kayda geçirirken, bir yandan da yazar günlüklerine açılarak onları tanımaya; yazdıkları ile yaşadıkları arasındaki diyalektik bağı bulmaya ve görmeye çalıştım. Yazılarımla ışık olabiliyorsam ne mutlu…
1957 doğumluyum. Yani 78 kuşağındanım. Kuşağıma damgasını vuran pek çok toplumsal, siyasal kırılma, savrulma ve hüzünlere yakından tanık oldum. Toplumsal düşünceler bu kuşak için her zaman kendi yaşamından önce geldi. Adanmışlığı içselleştirmiş bir kuşaktık biz 78’liler... Bol bol okur, dünyayı sorgulamaya, anlamaya çalışırdık. Ütopyamız her şeyimizdi. Kendi özgeçmişimi de kuşağımdan bağımsız olarak düşünemiyorum. Üsküdar Kız Lisesi ve ardından Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Programcılığı Bölümü… Sonra, edebiyatın ağır basması ve Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesine girişim… Sıradan bir edebiyat eğitimi değil, sosyal bilimlerle desteklenmiş bir edebiyat lisans programı içinde yer almam… Bu yıllarım bana çok şey kazandırdı; sosyoloji, psikoloji ve felsefe derslerimizdeki okumalar, seminer çalışmaları ve bunların edebiyat yorumlarımıza temel oluşturması çok önemliydi. Dersler dışındaki okumalara da ağırlık veriyordum. “Birikim”, başucu dergimdi o yıllarda.
“Birikim” diye bir dergi? 70’li yıllarda Murat Belge ve Ömer Laçiner’in önderliğindeki bir dergiyi anımsadım. Sizdeki etkileri, katkıları nelerdir “Birikim” dergisinin?
Bu dergi yoluyla hem ülkemiz ve dünya solunun yönelimlerini, tarihsel geçmişini, şimdiki zamandan geleceğe açılan boyutlarını anlamaya ve öğrenmeye çalışıyordum; çünkü gerçek bir sosyalist kültür dergisiydi “Birikim”, hem de dergide yayınlanan şiirler ve nitelikli edebiyat eleştirileri yolumu aydınlatmaya başlamıştı. Berna Moran’ı dergideki yazılarıyla tanıdım; Murat Belge’nin felsefi derinlikli edebiyat eleştirilerini, Murathan Mungan’ın ilk şiirlerini bu dergide okudum… Üniversitedeki ikinci yılımda, Tanzimat yazarlarındaki sosyal ve psikolojik çelişkileri irdelemeye çalıştığım bir yazıyı dergi editörlerinden Murat Belge’ye göndermiştim. Murat Belge, el yazısıyla bir yanıt yazmış; yazımdaki eksikleri, temellendirmede dikkat etmem gereken hususları tek tek dile getirmişti. Yazımın genel çerçeve içinde iyi olduğunu da vurgulamıştı. Bunlar, eleştiri ve inceleme konusunda bana yol gösteren ilk sözlerdi. O nedenle, Birikim Dergisi’ni ve Murat Belge’yi yazı yazma serüvenimin en başına getirmek istiyorum.
Hülya Soyşekerci'yi her şeyden önce bir eleştirmen ve inceleme yazarı olarak okuyoruz, tanıyoruz. Yazınımızda oldukça az kişinin emek verdiği bir alanda söz sahibi olma yolundasınız. Bu yolu seçmenizdeki etken neydi, nelerdi?
İlk yazım, 1983’te Yazko Edebiyat dergisinde yayımlanınca inanılmaz mutlu olmuştum. Yazımın, çok sevdiğim romancı Selim İleri’nin bir yazısıyla aynı dergide buluşması, benim için büyüleyici bir yaşantıydı.
Bu yolu seçmemde, sözünü ettiğim yüreklendirici yaklaşımların yanı sıra, eleştiri alanına özel olarak ilgi duymamın da payı var. Belki de eleştiriyi seçmekten çok, ona yönelimim söz konusuydu diyebilirim. Yani, biraz da kendiliğinden gelişen bir süreç sonucunda gerçekleşen bir durum. Edebiyat öğretmenliği ile uğraşmak, okumanın ve edebiyatın sürekli olarak içinde yer almak… eleştiri, inceleme ve kitap tanıtmaya yönelmem, mesleğimin bir uzantısı, bir devamı gibiydi. Kurmaca yapıtların içerdiği anlamları, yazarla yapıt arasındaki o gizemli ilişkiyi keşfetme merakım, araştırma tutkum, kurgusal değil de analitik düşünmeye daha yatkın oluşum ve eleştirel metinler oluşturmaktan daha fazla hoşlanıyor olmam… diye devam edebilirim belki.
"Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar" kitabınız belli ki çokça okumanın/yazmanın sonucu. Bu kitabı yazma fikriniz nasıl doğdu?
Bu kitap aslında bir toplamdan oluşuyor. Hasan Ali Toptaş’ın çok önemsediğim bir sözü vardır; “insan, okuduklarının ve yaşadıklarının bir toplamıdır.” Ben de okuduklarım ve yaşadıklarımla ilgili aldığım günlük notları, günceler biçiminde düzenledim. Sonra bu günceler 2004’ten itibaren önce KUM ve daha sonra DELİLER TEKNESİ dergilerinde yayımlanmaya başladı. Olumlu yöndeki yüreklendirici eleştiriler üzerine bu çalışmalara daha fazla ağırlık verdim. Kanguru Yayınları genel yayın yönetmeni Aydın Şimşek’in önerisiyle yazın güncelerini kronolojik sırayla ve belirli konular dahilinde bir araya getirip bu kitapta topladık.
Aydın Şimşek ‘in edebiyat dünyasına armağan ettiği dergiler, emek verdiği yazarlar takdire değer. Sizin kitabınızda incelediğiniz 12 Eylül Dosyası ve 12 Eylül Edebiyatından özellikle çok etkilendim. Bu dönem, edebiyatçılarımıza pek çok eser yazdırmıştır. Kitabınızda “Eylül’ün Gölgesi” başlıklı bölümü okurken, orada kendimi buldum. Dönemin edebiyatımıza etkileri nasıl olmuştur, gözlem ve izlenimleriniz nelerdir?
Bir 78’li olarak, kuşağımın yaşadıklarına duyarsız kalmam mümkün değildi. İnanılmaz acılarla, kırılmalarla dolu bir dönem olarak, 12 Eylül darbesinin edebiyattaki ilk çığlığı Ahmet Erhan’dı. Alacakaranlıktaki bir ülkeyi anlatıyordu dizeleriyle; “hayatın ne kadar kafiyesi varsa, hepsi ölümle cinaslı” diyordu şiirlerinde. Daha sonra öykülerde, romanlarda da işlenmeye başladı 12 Eylül; ama bu süreçte yazılanlar, yaşanılanlara göre henüz oldukça az sayılır. Son yıllarda edebiyatçılarımızın bu konuya biraz daha yoğunlaşması çok önemli bir gelişme. Özellikle Ayşegül Devecioğlu’nun “Kuş Diline Öykünen” ’i siyasi, psikolojik ve estetik yönden başarılı bir roman. Bu arada Hürriyet Yaşar tarafından hazırlanan ve 12 Eylül öykülerinin toplandığı seçki de oldukça nitelikli bir çalışma. En naif, en çocuk hüzünlü romanı ise Feride Çiçekoğlu yazdı: “Uçurtmayı Vurmasınlar”. Bu romandaki çocuk imgesi, romandan uyarlanan filmle ölümsüzleşti… Ayrıca ilk aklıma gelenlerden, Oya Baydar’ın, Süheyla Acar’ın, Latife Tekin’in, Adalet Ağaoğlu’nun, Erendiz Atasü’nün, Şöhret Baltaş’ın… ve daha pek çok yazarın yapıtları… 12 Eylül konusuna değinen birçok roman olmasına karşın, daha yazılacak çok şey var diye düşünüyorum. Yüreklerde, belleklerde gizli kalan acılar, derinliklere atılan o yaşanmışlıkların hüzünlü tortusu, yazınsal yapıtlara dönüşmeye devam edecek. Henüz tamamlanmamış olan bir süreç söz konusu…
Öykü, roman, şiir gibi yazınsal yapıtları incelerken yazarın özgeçmişi sizi ne kadar ilgilendiriyor? Eseri incelemeye başlamazdan önce yazarın biyografisini, yaşadıklarını araştırıp öyle mi başlıyorsunuz okumaya, incelemeye?
Metin odaklı çalışmalar, son zamanlarda daha fazla öne çıkan bir eleştiri anlayışını temsil etmektedir. Metnin içindeki kurgusal anlam katmanlarını açılımlamaya çalışan, metni öne alan bir yaklaşım… Bu yaklaşımı önceleyen eleştiriler yazmaya dikkat etsem de, metnin başlı başına, tekil bir olgu olduğunu tam olarak kabullenemeyişimden, onu yazardan çok da bağımsız göremeyişimden olsa gerek, yazar-yapıt arasındaki o diyalektik bağı da önemsiyorum. Çünkü bu, canlı bir bağ. Yazarların yaşamları, bu yaşamların yapıtlarına yansımaları, etkileri, dönüştürüm kaynakları olarak ilgimi çekiyor. Günlüklerinden, mektuplarından, anılarından; yani yazarın yaşamından yola çıkarak yeniden yapıtlarına açılmayı, daha canlı bir yazınsal ilişki olarak görüyorum.
"Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar" kitabınız –günlüklerden-oluşmakta. Kitabınızı okurken kendimi edebiyat, felsefe dersinde öğrenciymişim gibi de hissettim. Kitap, Türk, İngiliz, Fransız, Alman, Latin Amerika, Macar, İran Edebiyatından yapıtların analizi diye düşünmeden edemedim. Amaçlarınız nelerdi yazarken?
Öncelikli amacım güncel olarak yaşadıklarımı, okuduğum kitapların bana yaşattıklarını kayıt altına almaktı. Kendi kişisel tarihimi ve iç dünyamı günlüklerimde yansıtırken, bir yandan da dünya yazınının ve yerli yazınımızın çok önemli yazar ve şairlerinin yapıtlarını oluşturma süreçlerine, yazarlık serüvenlerine ve bunların kaynaştığı günlüklerine ulaşmak; bir okur olarak varoluşumu, yazarların yaratma sancıları ve iç dünyalarındaki varoluş sorunsalıyla bütünleştirmek, sonuçta kendimden yazarlara, yazar günlüklerinden kendime bir kanal açabilmekti temel amacım. Böylece çift katmanlı bir günlükler toplamı oluştu: Bana ait bir günlük ve okuduğum yazarların günlükleri…
Kitabınızda, okuduklarınızın izlerini yaşıyor, yazıyorsunuz. İçinizden yazarlarla dostluk köprüleri kuruyorsunuz. Kendi edebiyat/giz yolculuğunuza/dünyanıza, farklı kültürden yapıtlarla pencereler açıp “Edebiyat evrenseldir” mesajını okurda bırakıyorsunuz. Okumanın size getirdiği en büyük kazanım da bu olmalı. Yorucu-bunaltıcı-yıpratıcı mı yoksa keyif verici bir zamansal yolculuk mu eserinizde izlediğiniz?
Okumanın da, yazmak kadar yaratıcı bir eylem olduğunu söylesem çok da abartmış olmam değil mi? Okumak, bütün yaratıcı eylemler gibi yoğunlaşma, dikkat, sabır, ilgi bekler okuyandan. O nedenle tüketim kültürünün yaşamlarımıza dayattığı “keyif” kavramını pek önemsemiyorum. Okuma eylemi yoğunlaşma gerektiren yaratıcı bir çaba olduğundan, insanı bambaşka ufuklara, farklı dünyalara açtığı için yaşamı zenginleştiren, yaşama anlamlar yükleyen, çoğullaştırıcı bir eylemdir. Okumak, insanı bunaltıp yormak yerine, tam tersine, yaşama anlamlar katan bir uğraşıdır. Ancak, hiçbir zaman sıradan bir “keyif” yaşantısı da değildir…
Satırlarınızı okurken, anlaşılır cümlelerinizin yanı sıra ve ağırlıklı /düşündürücü yorumlarınızla da karşılaştım. Aragon, Neruda, Stefan Zweig, Woolf ve Sartre… Günlüklerinizi/günlerinizi etkilemiş fikir insanlarının deyişleriyle okuru da yoğun bir "beyin fırtınası" içine götürüyorsunuz… İç hesaplaşmalarınızı okurla da paylaşıyorsunuz. Okurken zaman zaman zorlandığımı da belirtmeliyim. Niçin böyle bir tarz seçtiniz? Divan Edebiyatı'nın, Dünya Klasiklerinin, felsefenin, aldığınız üniversite eğitiminin etkilerinden mi kaynaklanıyor?
Bu tarz okumalara uzun yıllardan beri ağırlık ve önem vermemden kaynaklanıyor olabilir. Yazdıklarımı genelde anlaşılır bir dille kaleme aldım ancak, yer yer ele aldığım konunun özelliğinden dolayı daha felsefi ve biraz daha zorlayıcı söylemle de yazdığım oldu.
İç hesaplaşmalar, günlüklere ruhsal derinlik ve anlam kazandıran en önemli kavramlar arasında. Kendi iç dünyasıyla hesaplaşamayan, iç çelişkilerini ve zayıflıklarını göremeyen; birey olmanın zorlu serüvenine katılamayan, yani “kendisi” olamayan kişiler zaten günlük tutmaya yönelmez. Buna gereksinim bile duymaz bence.
Yazın Dünyasında Popüler Yazarlık/Okunurluk/Sıradanlık modasına bir tepki mi diye düşünmeden edemedim kitabınızı okurken. Ne dersiniz?
Yazdıklarımın çok okunması, kitaplarımın çok satılması gibi bir kaygım hiç olmadı. Zaten düşünsel ağırlıklı, kurmaca olmayan ve “önce kendin olmalısın” diyen bir yapıtın popüler olamayacağını en baştan kabullenerek hareket ettim. Mevcut duruma doğrudan bir tepki ortaya koymasam da, kitabın kendisinin ve içeriğinin zaten popüler kültüre bir ‘karşı duruş’ olduğunu düşünüyorum.
"Çok okunabilmek/satmak" olgusunun dışında duran yazar portrenizi izledim sözcüklerinizin arasında. Tarzınızdan etkilendim. Sıradanlığın ötesine geçip ‘farkındalık’ ve ‘kendini yaşama’ eylemlerine odaklandım. Kitabınızda seçtiğiniz pek çok kadın yazarın portresinde kendimi buldum. Eleştirilerinizle okur, kendinde yeni açılım yöntemlerini ister istemez arayacaktır. Sanırım vurgulamak istediğiniz de buydu. Yanılıyor muyum?
Evet, hem kendini tanımak, kendi iç dünyanın labirentlerinde yol almak, hem de yazar günlükleri yoluyla yazınsal yapıtların içindeki yaşantı zenginliklerini keşfe çıkmak… Böylece, insanın, sanatın, edebiyatın sonsuzluğunu, tükenmezliğini içten içe duyumsamak ve duyumsatmak… Okuyanda farkındalıklar yaratabilmek…
Sade, derin, çalkantılı bir eseriniz var. Yazarların iç dünyasındaki karşıtlıkları /çelişkileri okurken etkilendim. Önce sessizce, içimden okudum kitabınızı. Yoğunlaşarak ve yanıtlarınızın da izini sürerek yeniden okuyacağım. Benim için kolay bir kitap sayılmazdı çünkü…
Her kitabın anlamı onu okuyan kişide çoğalır; her okur, kendi alımlama ve yorumlamasıyla yeniden anlamlandırarak kitaba ayrı bir zenginlik kazandırır. Böylece o metin okur(lar)da durmadan çoğalır. Edebiyatın asıl gücü işte bu noktadadır. Bir paylaşma ve anlam çoğaltma yaşantısıdır aslolan. Nurdan Gürbilek’in dediği gibi; okur da kendi alımlama gücüyle yeni bir metin oluşturur. Yazarın metni kadar, okurun metni de çok önemlidir. Bu noktada şunu söyleyebilirim ki, nicelikten çok, okurun niteliği gözetilmelidir. Sonuçta, belki sayıca az, ama yaratıcı ve nitelikli olanları yeğlemekteyim. Elbette, sizin gibi gayretli olanları da…
Sevgili Hülya. Siyah sevdiğim, asil bir renktir. Kitabınızın kapağından etkilendim. Niçin farklı bir renk değil de siyah?
Bu konuda özel bir seçimim olmadı aslında. Yani, kapaktaki renk yoluyla bir mesaj verme, anlamlandırmada bulunma gibi bir kaygım olmadı. Asıl odaklandığım, kapağın renginden çok, kapağı kaldıranlardaki okuma yaşantısının renkleriydi belki de…
Sevgili Hülya; “Yazarlar ve Yapıtlara Yönelik Okumalar” adlı farklı bir çalışmayı biz okurlara armağan ettiğiniz için sizi kutluyor, seçtiğiniz seçkin yazın yolunda size başarılar diliyorum.
Teşekkür ederim Nesrin.
Sevgili Hülya,
YanıtlaSilBlog çalışman hayırlı olsun dileğimle
nice anlamlı çalışmalarını bekliyoruz...
sevgilerimle
Nesrin Özyaycı