4 Aralık 2008 Perşembe

KIBRIS NOTLARIM Issızlığın Ortasında Bir Ada(da)yım (ALAZ Dergisi)


ISSIZLIĞIN ORTASINDA BİR ADA(DA)YIM
Kıbrıs, Haziran, 15, 2008.
Burada adanın ıssızlığını ve Akdeniz sıcaklığını yaşamaktayım. Sabahleyin ya da akşamüzerine doğru dışarı çıkmak, sahil boyunca yürümek, denizin o harika mavisini seyretmek çok hoşuma gidiyor. Dalgalar, tuz ve denizin sesi… Rüzgârın sımsıcak esintisini yüzümde hissediyorum. Lefke Gemikonağı sahillerinde, çok uzaklardaki Toroslar belli belirsiz bir siluet halinde görünüyorlar. Geceleri hava serinliyor ve denizin meltemi ile dalgaların sesi birbirine karışıyor. Yasemin kokuları yosun kokuları ile bir arada. Kıbrıs’ta yaseminler çok iri ve parlak… Gecenin içinde, parıldayan bir beyazlıkla baygın kokularını sunuyorlar…
“pencere
ışığı karşılar
gecenin içine düşmüş
bir ses
yıldızlar” (Neşe Yaşın)…
Güzelyurt-Lefke bölgesinde kalıyoruz. Burası adanın daha otantik ve daha yeşil kalmış bir bölümü. Yollarda kalabalıklar görmüyorum. Evlerde bile -sanki- insanlar yok gibi. Gerçekten ıssızlığın ortasındayım… Mehmet Eroğlu’nun 1974’te Kıbrıs’ta yedek subayken yazdığı Issızlığın Ortasında adlı roman, kahramanın ıssızlıkta kendi iç dünyasına yolculuğunu ve kendisiyle yüzleşmelerini anlatır. Kıbrıs, insanın esin kaynaklarını harekete geçiren bir coğrafya. Burada yazılmış nice roman, öykü, şiir var…
Ben de ada(da)yım; kendi ıssızlığımın ortasındayım. Büyük kentlerden uzakta yaşamak, insanı kendi dünyasına yolculuklara yöneltiyor; bakışlarını kendi ruhuna çevirmesini sağlıyor. Epeydir unutur gibi olduğum iç dünyamla baş başayım şimdi. Düşünmek, nefes almak bile bir mutluluk burada. Hemen yakınımdaki kırlardan kekik kokuları yükseliyor sabah aydınlığında. Yanıma sadece Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanını almıştım. Onu yeniden okumaktayım. Birkaç da DVD var; onları izleyeceğim. Aylaklık, dolu dolu bir yaşantı burada. Keşke ‘boş’ diye nitelediğimiz zamanların değerini bilseydik…
Kıbrıs, Haziran, 20, 2008.
Gözlem ve algı kapılarımı daha fazla açık tutmaya çalışıyorum; insanları, konuşmaları, yaşama tarzlarını gözlemliyorum. Kıbrıs yerel TV’lerini de izliyorum. Bu arada, Kıbrıs Türkçesinin çok özel melodili bir ses yapısı oluşu dikkatimi çekiyor. Adaya özgü yerel sözcükler var. Akşamsefası çiçeğine “gecetüten” deniyor; ne hoş…
Geçtiğimiz günlerde Girne, Lefkoşa gezileri yaptık. Girne Kalesi’nden çok etkileniyorum. Lüzinyanlar’dan kalan büyük bir kale. İçinde ‘canlandırılmış tarih’ (animasyonlar) etkileyici. İnsanların yüzyıllar öncesinde kalelerde nasıl bir tutsaklık yaşadığını görüyor; sanki o günleri yeniden yaşıyorum. İşkenceler, acılar… İnsanın insanı zulmü hâlâ bitmiş değil yeryüzünde… Acılar katlanarak çoğalıyor ne yazık ki…
“anne hıçkırığı kentler giriyor içime Ortadoğu viran ölülere veriyorum gözlerimi sesimi karanlığa buruş buruş hırs bulaşır uçurtmasız uçar çocuklar kıyımlara utangaç kırmızı yıldızlar… rıhtımda gözyaşı biriktiren dalgalar kadar ıslak ağlar analar gözlerinde üşür dolunay!” (Mine Ömer) …
Kıbrıs’ta trafik İngiltere’deki gibi sağ şeritten işliyor; arabaların direksiyonları sağda. Girne’de ya da Kıbrıs’ın neresinde olursam olayım, arabaların yayalara incelikle yol vermesi dikkatimi çekiyor. 60’lı yılların İstanbul’unda da yayalara yol verirdi arabalar. Şimdi o eski güzellikleri burada görmek hoş bir duygu. Nereye gitsek insanlar yardım ediyor, yol gösteriyorlar. Modern bir zihniyet var Kıbrıs’ta; öyle ki adanın ruhuna işlemiş uygar düşünce ve yaşama tarzını duyumsamaktayım içimde.
Lefkoşa’da sıcak bir öğle sonrasında Yeşil Hat boyunca yürüyorum. Çevredeki yenileme çalışmaları dikkatimi çekiyor. Evlere yepyeni bir imar düzeni kazandırılmış. Yapıların yerel detayları dikkatimi çekiyor. Yeşil Hat üzerindeki bir bölümde dostluk alanı oluşturulmuş; bir futbol sahası bu. Haftada bir gün burada bir araya gelen Türk ve Rum gençler birlikte maç yapıyorlarmış. Yüksekten baktığımda hemen yakınımda ünlü Ledra Palas’ı ve Rum kesimine ait evleri, arabaları, insanları görüyorum…
“Bulut köyümü görür Sınırın ötesinde Bulutun gözleri ne güzel” (Neşe Yaşın)Yerli halktan gençlerin bir kısmı, özellikle Lefkoşalılar sabah Rum kesimine geçip orada çalışıyor ve akşamları evlerine dönüyorlar diye duydum. Lokmacı Sınır Kapısı’nın açılması ve Avrupa Birliği’ne girmenin sağlayacağı çeşitli olanakları gerçekten önemsiyorlar; gençlerin çoğu adaya barış gelmesinden ve bir arada “adalı olarak” yaşamaktan yana. Elbette daha tutucu çevreler bu gelişmelere pek sıcak bakmıyorlar. Lefkoşa’da Lokmacı Sınır Kapısı’na kadar gittim; ancak TC uyruklu olduğum için sınırdan Rum kesimine giremedim; KKTC’lilere giriş serbest. Hayırlı olsun dileklerimi bıraktım Lokmacı’ya…
Kıbrıs, 23, Haziran, 2008
Magosa’ya gittim geçen gün; yani adanın öteki ucuna… Magosa’ya giderken yol boyunca içime bir gariplik çöktü. Hüzünlü bir doğa görünümü var; sıra dağların çevrelediği düz ovaya büyük bir sessizlik egemen. Arazi burada susuzluk nedeniyle çoraklaşmaya başlıyor. Bir derin sancı kaplıyor ruhumu… Magosa’ya doğru yeşillikler artmaya başlıyor. Doğu Akdeniz Üniversitesi’ne ait kampusun görünümü güzel ve yeşil alanlarıyla göz dolduruyor. Magosa da tarihi dokusuna güzellikleri işlemiş bir kent. Kalesi etkileyici; özellikle Namık Kemal’in bundan yüz yıl önce kaldığı zindanı görmek bambaşka bir duygu. İlerici görüşleri nedeniyle burada uzun süre sürgün yaşamı sürdürmüş Namık Kemal. Magosa’daki günlerinde Akif Bey ve Zavallı Çocuk piyeslerini yazmış, Gülnihal’i de orada tamamlamış. Celalettin Harzemşah’ın planını orada kurmuş. İntibah romanının, İrfan Paşa’ya Mektup, Takip ve Tahrib-i Harabat, Mes Prisons Muahezenamesi gibi önemli eleştiri eserlerinin yine bu devrede yazıldığını düşününce, asıl edebiyat çalışmalarının bu sürgünlük döneminde toplandığını anlıyoruz. Namık Kemal’in Magosa’daki sürgün yaşamı otuz sekiz ay sürmüş.
Magosa’da geçmiş zamanlar geleceğe doğru uzanırken, geçmiş zamanların tarihsel dokusu insanı kendine çağırıyor. Burada zengin ve pek keşfedilmemiş bir Gotik kültür var. Saint Nicholas Katedrali’nin ihtişamı karşısında tüylerim ürperdi. Katedralin içinde duvarların ve tavanların süslemeleri, inanılmaz bir ince dokuma gibiydi. Tavanların, kubbelerin yüksekliği ve erişilmezliği içimde mistik bir heyecan yaratıyor. Bu heyecanı bir de Ayasofya’da yaşamıştım. Katedralin bahçesinde de ‘cümbez ağacı’ adında, dut benzeri yaprakları olan ulu ve yaşlı bir ağaç var. Üzümsü, yeşil meyveler taşıyor dallarında. Üzerindeki tabelada bu ağacın 1299 tarihine ait olduğunu okuyorum. Bu ulu ağaçlar yanında insanın ömrü ne ki, diye düşünüyorum ister istemez.
Kıbrıs, 24, Haziran,2008
Akdeniz yüreğimde dalgalanıyor durmadan. Zor günler yaşamış, çok gözyaşları dökmüş bu çileli adanın tarihi ruhuma doluyor. Lefke’de bazı binaların cephesindeki otuz yıllık derin kurşun yarıklarını ilk gördüğümde donup kalmıştım. 1974 Harekâtı dönemindeki çatışmalarda Rum sınırından açılan ateşin izleriymiş bunlar.
“Güller dolusu kan vardı ülkemin gözlerinde/ çocuklar ölürken ağıt yakardı güneş/ yalnızdık/ yoksulduk/ rıhtımda gözyaşı biriktiren dalgalar kadar ıslak ağlardı Kıbrıs / kıyımlarda artık ölmüyorsa çocuklar/ biz barışız/biz, özgür bir halkız/ alın terimiz kadar temiz bir dünya için masmaviyiz yaşama… Yaşamaksa, öpmektir yaralarından çocukların.” (Mine Ömer)

Şimdi adaya kalıcı barışın gelmesini diliyor kalbim. Barış en güzel duygu bu evrende. Sevgi de onun kardeşi.

Valizlerimi hazırlamaya başladım; yolculuk Türkiye’ye. İçimden “Hoşça kal Kıbrıs!” diyorum, “sevginin, güzelliğin yeşil adası, hoşça kal. Yeniden geleceğim. Daha güzel günlerini görmek için…”
Hülya SOYŞEKERCİ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder